Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

184 syf.
8/10 puan verdi
Çocukluk Bir Cehennemdir
Siyahiler acıyı hissedebilir mi? Kadınlar acıyı hissedebilir mi? Hayvanlar acıyı hissedebilir mi? Şimdi bu 'can alıcı' soruyu yeniden soruyoruz: "Bebekler acıyı hissedebilir mi?" Sorulması için her zaman geç kalınmış ve içerisinde mutlaka bir 'öteki'yi barındırmış bir soru. Bugünün yetişkinlerinin dünün bebekleri olduğu bir döngüde, acı çektiğimize inanılmamış olması bugünümüzde acımızı bastırmamızın ya da yeni acılar doğurmamızın müsebbibi. Soğuk ameliyat odalarında başlayan serüvenimizi yaşama dahil etmekte zorlanıyoruz. Baş aşağı idam ediyorlar bizi yaşamımızın daha ilk anlarında. Bu hareketin şokuyla attığımız çığlık ise ciğerlerimizin açılmasına yoruluyor. Oysa ilk yaşam alanımızdan ayrılmanın ve bu denli ürkütücü bir muamele görmemizin acısını ifade edecek tek dilimizdir ağlamak, başka ifade yolu bilmiyoruz henüz. Ve işte şimdi geliyor o nereden türediği belli olmayan şaplak: dünyaya atılmış veya zorla-ilaçlarla- itilmis varlığa şaplak atmak. Bu tür bir garabet nereden türedi bilmiyorum. Herkes bir yetişkinin kalçasına vurmanın taciz olduğu konusunda hemfikirken, bunu dünyaya gözlerini yeni açmış ve henüz nerede olduğunu bile bilmeyen bir varlığa uygulamakta kimse beis görmüyor. Çocuk erkekse bir de sünnet vahşeti ekleniyor bu geleneklere. Doğar doğmaz bedeninden parça kopartılır erkek çocuğundan. Doğumuyla birlikte çocukluktan erkekliğe geçiş yapmıştır bile ve bunun tez zamanda kanıtlanması gerekecektir. Ne travma! Terapi sırasında erkekler, annelerine duydukları güvenin annelerinin sünnete izin vermesiyle sarsıldığını anlatıyorlar. Nasıl sarsılmasın ki? Bacaklarından sallandırılan, tokat atılan, sünnet edilen..kısaca doğar doğmaz cinsel tacize maruz kalmış insanlardan oluşan bir toplumda acı ile haz, sevgi ile nefret doğal olarak birbirine karışacaktır. Evlilik, doğum, çocuk, aile..Kavramlar sorgulanmadıkça ezelden beri şimdiki gibi olduğu varsayılır. Örneğin doğumun hastanede olması gerektiği ve yatay pozisyonda gerçekleştirilebileceği sabit bir fikirdir. Oysa bebeğin doğumu ve anne için uygun olan pozisyon yerçekimine doğru olandır. Bedenine yabancılaştırılmamış kadın nasıl doğuracağını elbette ki bilir. Ancak dünya, nasıl doğurması gerektiğini bile kadından iyi bilenlerle doludur. Tıp bilimi gelişmezden önce ölüm oranlarının yüksek olduğunu biliyoruz ancak bizim ultra modern yöntemlerimiz artık fiziken öldürmüyor olsa da ruhumuzda yığınla yara açması çok muhtemel. Anne adayının bir 'hasta' gibi ameliyathaneye alınması ve ruhsal açıdan yalnız bırakılması kadın için oldukça zorlu bir süreçtir. Bastırılmış acıları tetiklenebilir. Oysa herkes annenin sorunsuz bir şekilde sadece doğacak çocuğunu düşündüğünü varsayar. Doğuran da bir canlıdır ve hisseder. -Evet kadınlar acıyı hissedebilir!- Çocuk, sanayi devrimi sonrası anne ve baba ile bir mekanda kıstırılmış ve bu iki yetişkinin duygusal açmazlarını üzerinde taşımak zorunda bırakılmıştır. Niye doğurduğunu bilmeyen veya çocuğun ilişkiyi kurtaracağını düşünerek doğmamış bebeğe İsa rolu yükleyen anneler, ortada olmayan babalar acaba kaç çocuğun yaşamla göbek bağını koparmıştır? Ve doğmadan önce kaderi çizilmiş çocuk İsa gibi tüm suçlar adına kurban edilir. Babası da onu korumamıştır ve 5. Emir(Çıkış 20:12) bu korumamaya baş kaldırmaması için insan çocuğunu zapt etmeye yarar. Alice Miller'in dediği gibi "gerçek bir sevginin oluşması için yasaya ihtiyaç yoktur." Evler çocukların anne babayla yaşadıkları bir alan değil onların şartlarına göre düzenlenmiş ve çocuğun da buna dahil edildiği mekanlardır. Daha da kötüsü anne babanın şartlarına uymadığı takdirde çocuğun gidecek hiçbir yeri yoktur. Bağımlılığın olduğu yerde de şiddet kaçınılmazdır. Ve hayatımız boyunca uğradığımız şiddeti tekrar tekrar ilişkilerimize çekeriz. Birini sevmeme özgürlüğümüz olmadan gerçekten sevebilir miyiz? Anne babalarımıza karşı bu özgürlüğümüz yoktu ve hayatta kalabilmek için öfkemizi kutsallık maskesinin ardına sakladık. Saklamak zorundaydık. Bundandır şimdi aileye toz kondurmamamız. Aileyi, hele de anneyi başımızda sallanan Demokles'in kılıcı gibi taşıyışımız. Çocuklar söz konusu olduğunda ensest ve taciz gibi, problemlerin görünür olanları dışında herkesin vicdanı rahat. Ensestin nedenlerini değil ensesti, çocuk tacizinin nedenlerini değil tacizin kendisini konuşuyoruz. Bu nedenle aynı problemler durmaksızın tekrarlanıyor. Kitle, çocuk tacizcisi üzerinden kendisini aklıyor. Oysa çocuğun ilk celladı bizzat o kitlenin kendisidir. Estes'in çok sevdiğim ifadesiyle: "Kültür, ailenin ailesidir. Eğer ailenin ailesinin çeşitli hastalıkları varsa, o zaman o kültürdeki bütün ailelerin aynı rahatsızlıkla mücadele etmeleri gerekecektir." Yine de hâlâ, yetişkin olarak çocukluğumuzun acılarını gün yüzüne çıkartma, bu acıların yasını tutma olanağına sahibiz. Bunun için bizi anlayan insanlara ihtiyacımız var. "şimdi, çocukluklarında yaşadıklarını kader olarak kabullenmeyi bırakıp haksızlık olarak görmeye başladıkları ve buna paralel olarak bundan üzüntü duymayı öğrendikleri için sorumluluk üstlenmeye muktedir ve buna hazır durumdadırlar."
Hayat Yolları
Hayat YollarıAlice Miller · Metis Yayınları · 2002400 okunma
··
599 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.