Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Evden çıkarken girişteki ışığı açık bırakıyorum. Çıkarken açıyorum. Gündüz bir yere gitsem bile, yarım saat için çıksam, dönerken dostlarla beraber gelecek olsam bile açık bırakıyorum. Tozlu camlarımızın ardında yeşil bahar hissediliyor. Gecikti bu yıl bahar, güneşsiz ve öylesine soğuktu ki, sanki hasta gibiydi. “Sensiz” diye adlandırabileceğim bölümün sonuna geldim. Sensiz ilkleri tamamladım artık: Gözyaşlarıma karşın kuru bir yaz, sonbahar yağmurları ve öksüz bir kış. Ve işte şimdi de bahar. Geçeceğim son kilometresi korkunun. Sakın yanaklarımdan sürekli yaşlar süzüldüğünü düşünme. Ben senin karınım Nâzım. Gözyaşlarımı kimse görmemeli. Senden başka...   Usulca okuyorsun bana:   Kahire’nin Özbekiye Bahçesi’ni hatırladın mı? Oturduğumuz sırayı gidip buldum. Topal ayağını onarmamışlar. Elbette anımsıyorum Nâzım. Hem de nasıl! Önünden geçtiğimiz, oturduğumuz bankları arıyorum. Her şeyi, hepsini arıyorum. Sonsuz bir arayış bu. Nedenini biliyor musun? Bu uykusuz gecelerin, sohbetlerimizin nedenini? Doğrulamıyorum bir türlü. Yüreğimdeki ağırlık azalmıyor. Bu kadar Nâzım! Bu kadar. Bir daha asla çalışma odasına girmeyeceğim ve daktilonun başına oturmayacağım. Nasıl olmuştu Kahire’ye gidişimiz? Ansızın gelişmişti olaylar. Merkez Komite’nin uluslararası ilişkiler bölümünden seni aramışlar ve Asya Afrika Yazarlar Konferansı’na gitmeni önemle rica etmişlerdi. Böyle davranmalarının nedeni, kısa bir süre önce Stockholm’de Dünya Barış Konferansı sırasında yaşanan politik skandaldı. O sıralar, erkek nüfusumuzun çoğu, artık görmekten usandığımız Çin malı aynı tip mavi poplin gömlekten giyiyordu. Kadınlar ise gene Çin malı ve iki rengi olan yünlü eşarp kullanıyordu. Gömlek de, eşarp da “Drujba” etiketi taşıyordu. Mao, kültürel devrime çevirmişti rotasını. Bizim politikacılarımız bunu göz ardı etmekte ya da alışıldığı üzere bildikleri halde, gizli tutmaktaydılar. Ve tamamen sosyal amaçla Stockholm’de bulunan heyetimiz, Çinli delegenin kürsüden ülkesi adına yaptığı konuşmada, SSCB’nin silahsızlanma çağrısının, aslında, askeri güce dayalı devletleri değil, sömürge ve ezilen ülkeleri hedef aldığını söylediğinde donup kalmıştı. Seyahat öncesi, olası bir duruma karşı, SBKP Merkez Komitesi tarafından herhangi bir yönlendirme almadıklarından, bizim delegeler hiç beklemedikleri bu yalan ifadeler karşısında suskun kalmışlar, karşı tarafın uydurmalarını dinlemişlerdi. Sen ise Nâzım, her zamanki gibi anında göstermiştin tepkini. Kürsüye çıkıp provokatörlere gereken yanıtı vermenin ardından herkesin gözü önünde toplantı salonunu terk etmiştin. Bu olaylardan sonra geldi işte Mısır’a gitme teklifi. Oysa sen o sıralarda seyahate çıkmak istemiyordun. 1961-62 kışında çok formundaydın. Pek çok çalışma vardı elinde. Kafan kâğıtlara dökmeye fırsat bulamadığın yeni tasarılarla doluydu. Şiirler dökülüyordu ağzından. Sürekli yazıyor ve: “Ellerim kaşınıyor,” diyordun. “Parmaklarımın pası gitti, makinenin başından kalkmak istemiyorum.” Moskova’nın kültürel yaşamı kıpır kıpırdı. Baskı ortamından kurtulan sanatçılar, verimli bir dönem geçiriyordu. Düşünen her insan bu tarihsel süreçte yerini alma çabası içindeydi. Tiyatrolardaki sıkıcı oyunlar gitmiş, gazetelerdeki klasik yorumlar yerini ses getiren şiir gecelerine, gece yarılarına dek süren tartışmalara bırakmıştı. Moskova dünya entelektüellerinin çekim merkezi haline gelmişti. Tabii başkente gelen bu ünlü aydınların çoğu evde konuğumuz oluyordu. Elbette, bu ortamdan ayrılmak istemiyordun. Ama Çinlilerin, konferansı fırsat bilerek, yine Sovyetler Birliği’ne karşı politik atakta bulunacaklarını öğrendiğinde gitmeyi kabul ettin. Tek şartın benim de seninle gelmemdi. Seninle gurur duyuyorum Nâzım! Korkusuzluğunun en yakın tanığı olmak benim için çok değerli. İnsan sevgisi yaşamın temelini oluşturduğu sürece; dünyanın tek ve bölünmez olduğunu, geçmiş ve şimdiki zaman dilimlerine ayrılmadığını, ölümle yaşamın iç içe geçtiğini, yerle göğün bütün olarak güzel olduğunu gösterdin bana her gün. Kahire seyahati için Yazarlar Birliği ödenek çıkartmıştı. Bu ilk ve son kez olan bir durumdu. Mısır’da alacak telif bedelin olmadığı için görevliler, ihtiyacımızı “fazlasıyla” karşılayacağını söyleyerek, anımsadığım kadarıyla, on sekiz gün için 16 Mısır paundu vermişlerdi. Miktar sana garip geldiğinden ısrarla sormuş, verilen paranın yeterli olduğundan emin olmak istemiştin. Ödeneğin fazlasıyla çıkartıldığı söylenmişti. Kahire’ye vardığımızda, ilk kez kullandığın Sovyet pasaportun sayesinde, büyükelçilik tarafından karşılandık. Görevliler bizi Amerikalıların inşa ettiği “Hilton” oteline götürdüler. Son derece sevimli, abartısız bir oda vermişlerdi bize. Ancak, sabah kalkıp da duvarda asılı fiyat listesi gözüme çarptığında neye uğradığımı şaşırdım. Elimizdeki para sadece üç gece kalmamıza yetiyordu. Tabii ki yemeyecek ve bir şey içmeyecektik. O anda nasıl dehşete kapıldığını anımsıyorum. Sinirle telefona sarılıp Sovyet büyükelçisini aradın ve derhal bizi başka bir otele yerleştirmelerini ve borç para vermelerini istedin. Tanrım, ne kötü bir tecrübeydi yaşadıklarımız... Büyükelçi yardımcı olmaları için iki diplomat gönderdi yanımıza hemen. Geldikleri gibi halimize acımaya başladılar: “Bu kadarcık parayla nasıl gönderdiler sizi, hem de on sekiz gün için,” demişlerdi birbirlerinin sözünü keserek. Ne var ki acımaları bir işe yaramıyordu. Dediklerine göre büyükelçinin de parası yoktu. Akşama doğru bütçemize uygun, yıkık dökük bir otel buldular. Ne elektriği, ne asansörü vardı. Çatısı ilkel yöntemlerle onarılmış, berbat kokan bir yerdi. Sabah olduğunda, şaşkınlıktan gözleri yuvasından fırlamış bir erkek çocuk geldi odamıza. “Çok sayıda gazetecinin bu odadaki büyük insanı beklediğini,” söyledi, nefes nefese. Gazetecilerin hole –oraya hol demek ne kadar doğruysa– sığmadıklarını da ekledi. Gayet iyi anımsıyorum. Şöyle haykırmıştın: “Bu sefil, pis otelde yaşama hakkına sahip değilim!” Tekrar aradın Sovyet büyükelçisini ve bizi derhal Moskova’ ya geri göndermesini istedin. Sovyet pasaportuyla yaptığın ilk yurtdışı seyahatinde karşılaştığın bu sıkıntıya anlam veremediğini anlattın büyükelçiye. Fakat büyükelçi serzenişlerin karşısında sanki sağırmış gibi davranıyor; yeterli bütçesi olmadığını, her kuruş için Moskova’ya hesap vermesi gerektiğini anlatıyor da anlatıyordu. Senin kararlı telefonların karşında bir şeyler yapma çabasına giren Büyükelçi’nin girişimleri, özel birimler sayesinde, Mısır Devlet Başkanı’nın kulağına gitmiş olacak ki eşyaları topladığım sırada, otele saygın bir devlet görevlisi geldi. Başkan Abdül Nasır’ın özel davetlisi olarak beklendiğimizi ve bizim için bir otelde özel bir daire hazırlandığını söyledi. Bizi götürmek üzere araba aşağıda beklemekteydi. Bizimle son derece nazik konuşan görevli, geceyi geçirdiğimiz odaya şaşkın bakışlar atmaktan kendini alıkoyamıyordu. Üzüntü ve şaşkınlık içerisinde nasıl olup da buraya düştüğümüzü sordu. Sen, her zamanki kıvrak zekânla yanıtladın adamı. Mavi gözlerini açıp, “Fakir kesime yakın olmayı istediğini,” söyledin. İki eskort grubu eşliğinde terk ettik oteli. Biri polisler, diğeri gazetecilerdi. Kurye, sabahleyin “Gizira Palas” otelindeki odamıza Sovyet büyükelçisinden bir zarf getirdi. Para yoktu, ama “Aşk Masalı” adlı baleni sergilemek üzere Kahire’ye gelen Novosibirsk Tiyatrosu’nun gösterisine iki davetiye göndermişti büyükelçi. Gösteri saati tiyatroya gittiğimizde, salon çoktan dolmuştu. Biletleri oldukça pahalı satılan baleyi izlemeye gelenler, Kahire sokaklarında arabalarıyla dolaşabilenlerdi. Arada, birkaç Arap erkeğin yanında bir de kadın yaklaştı yanına. Tepeden tırnağa karalar içindeydi. Hüzünlü yüzü sanki hiç gülümsememişti. Seni bir kenara çekip hep bir ağızdan Fransızca konuşmaya başladılar. Ardından fotoğrafçıyı çağırıp seninle birlikte fotoğraf çektirdiler. Şimdi o fotoğrafa baktım da kadının gülümsediğini fark ettim. Ama tebessüm gözlerini biraz daha hüzünlendirmiş sanki.   Kederli kadından konuştuktu hatırladın mı? Kıraliçe Nefertiti’ye benziyordu yüzü. Komünist kocası beş yıldır can çekişiyor çölün orta yerinde, toplama kampında.
·
72 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.