Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Anlamıştım, bugün temizlik yapmaya başladığımda bir şey olacağını duyumsamıştım. Senin “selamlarını” ajan sezgisiyle hissediyorum. Meğerse sırların varmış, hem de sehpa büyüklüğündeki bu kitap kadar kocaman sırların! Bravo, teşekkürler, Nâzım! Az bulunur, mükemmel bir kitap. Herhalde şimdi evimizdeki en güzel kitap. Senin kendi yazdıklarını saymıyoruz tabii. UNESCO yayını “Eski Rus İkonaları.” Nereden bulmuştun acaba bunu? Ama en güzeli içine senin yazdığın not: “45inci doğum gününde Vera Vladimirovna’ya sevgiyle. Nâzım 1960.” Demek ki dört yıl önce onu getirip divanın altına sakladın ve bir şey söylemedin! Senin şakalarından korkmam, aklımı yitirmem gerek, ama ben mutlu oluyorum. Sanki senin elinden almışım kitabı gibi hiç şaşırmıyorum. Şimdi kaç yaşımdayım biliyor musun? Otuz ikiyi geçtim biraz... Kırk beşe daha epey var... belki de ellerimiz kavuşur o zamana dek... Yap bakalım şakalarını, yeter ki unutma. İki kişi seni geçenlerde “Beloruskaya” metrosunda gördüğünü söyledi bana. Yok, inanmadım. Toprağın altından niye çıkacaksın ki... Ama o istasyonda inmiyorum. Fransa’ya birlikte ilk gidişimiz beş yıl önce, bahardaydı. Beni Paris’e nasıl hazırladığını anımsa. Stockholm’den açık bej rengi güderi bir ceket, kahverengi bir etek ve gene kahverengi ayakkabı ve çanta getirmiştin. Hepsi de “Paris’te sevdikleri gibi,” uyumluydu. Havaalanında Abidin karşıladı bizi. Tepkisini hemen almak istedin: “E, nasıl buldun Vera’yı?” Ardından gururla ekledin: “Giysilerini ben seçtim!” “Harika! Zevkin mükemmel. Üstündekiler bu kadar yeni olmasaydı, Vera tam bir Fransız gibi görünürdü. Halledilebilecek bir mesele. Ben ona yardım ederim.” Eski, küçük ve darmadağınık arabasına güçlükle bindik. Uzun bacaklarını zorlukla sokabildin arabaya. Oturduğunda dizlerin başının hizasına çıkmıştı. Bu halde hareket ettik. Arabayı Abidin’in karısı Güzin kullanıyordu. Ama sağa sola dönmek gerektiğinde direksiyonu döndürmeye gücü yetmediğinden Abidin’den yardım rica ediyordu. İkisi var güçleriyle direksiyona asılıyorlar, araba gönülsüzce istedikleri yöne dönüyordu. Bu halleri hoşuna gitmiş, neşelenmiştin. “D’Albe” adlı küçük otele böyle vardık. Otelimiz Saint Michel Bulvarı’na oldukça yakındı. Bu oteli Abidin iki nedenden ötürü seçmişti. Birincisi evlerine çok yakındı. İkincisi de, Abidin Paris’te yaşayan bir insanın, istediği her an Sen Nehri’ni camından görebilmesi gerektiğine inanıyordu ve odamızın banyo camından iyice sarkıp baktığımızda Sen Nehri’ni ve Notre Dame Kilisesi’ni görebiliyorduk. Abidin “Paris’te vakit kaybetmeye gelmez. Hadi çıkıp gezelim,” dediğinde eşyalarımızı otele ancak bırakmıştık. Şehirde iki üç saat gezdik. Hayran olmamıza yetti bu süre. Sürekli mimiklerimi izliyordun. Paris’i beğenip beğenmediğimi anlamaya çalışıyor, Notre Dame’ın, Elysee’nin, Place de l’Etoile, Montmarte, Bulon Ormanı ve Louvre’un bende bıraktığı etkiyi görmek istiyordun. Geziyi tamamlayıp “grand” otelimizin önünde arabadan indiğimizde Abidin kendinden gayet memnun baktı bana ve: “Hah, şimdi tam Parisli oldun,” dedi. Yüzünün ifadesinden bana bir şey olduğunu anladım. Üstüme şöyle bir baktığımda açık renk ceketimin kirlendiğini sadece kollarında, dirsek kıvrımlarında kendi renginde izler kaldığını gördüm. Odada süet ceketi kurum lekelerinden arındırmak için uğraşırken homurdanmış ve Abidin’in gereksiz züppeliğinin ceketi değil benim imajımı bozduğunu söylemiştin... “Kirli, özensiz giysiler sana yakışmıyor. Sen başka bir ülkenin, kültürün temsilcisisin. Yaşamda başkasının rolünü oynamaya gerek yok! Aslında rol yapmaya gerek yok. İnsan kendisi olmalı...” Bir keresinde Abidin’e şöyle dedin: “Vera’nın resmini yap benim için.” Oysa o portre çizmiyordu. Ama sen istemiştin. Paris’ten ayrılırken Abidin havaalanına bir paket getirdi ve: “Al bakalım. Vera’nın üç portresi,” dedi. Moskova’da açtın paketi. Abidin espri yapmıştı. Paketten çıkan tablo üçleme şeklindeydi. Deniz manzaralarıydı bunlar. Dingin dalgaların ortasında mavi, yeşil ve kahverengi imgelenmiş üç ada vardı. Bir ressamın, kişinin karakterini renkler ile vermesinden müthiş etkilenmiştin. “Gerçekten de böyle Vera!” dedin ve “portreyi” duvarın ortasına astın. Madam Lecompte’u anımsıyor musun Nâzım? Büyülemişti seni: iki yüz erkek kadar akıllı, profesör kadar eğitimli, Brigitte Bardot kadar çağdaş, Rockefeller kadar aktif ve Paris kadar büyüleyici. “Milyonere benzer bir yanım var mı benim?! Hayatım boyunca kadırgalarda köle gibi çalıştım çünkü! Savaştan önce Paris’in Christian Dior’uydum. Şimdi 73 yaşımdayım. Bir yığın işin üstesinden geliyorum. Sizse Vera 28 yaşındasınız ve araba kullanmayı bilmiyorsunuz?! Olabilecek bir şey değil bu!” Ehliyetimi ona borçluyum. Ama önemli değil. Altı ay sonra onun Mersedes’inde Paris yakınlarındaki Chartres’e giderek “nakavt” ettim onu. Nasıl da ateş topu gibi araba kullanıyordu anımsıyor musun, Nâzım? Sağından solundan geçen tüm şoförlere yetişir, camdan bağırdığı yetmiyormuş gibi bir de direksiyonu bırakıp yumruğunu sallardı onlara. Her birinin “aptal” olduğunu yüzüne vururdu. Gerçek Fransız karakteri vardı onda!
·
31 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.