Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Moskova’da bu gazete bağımlılığın ile baş etmek kolaydı. Gazetelerin hem sabah, hem akşam baskılarına; Moskova gazetelerine, diğer bölge baskılarına, yabancı gazetelere abone olmuştuk. Sadece gazeteler mi, ansiklopediler, broşürler, elkitapları da abone olduğumuz yayınlardı... Ama yurtdışındayken gazete bayilerine bağımlıydın. Bu nedenle, sabahların berbat başlardı. Günün ilk ışıklarıyla kalkar, üstünü giyerdin. Giysilerini tersten giyersen işlerin yolunda gideceğine dair bir inancın vardı. Bu nedenle, mümkün olduğu kadar tersyüz edip giyerdin giysilerini. Haberleri bir an önce okuma uğruna asık suratlı, mutsuz bir halde sokağa atardın kendini. Çok geçmeden dönerdin. Giydiklerini çabucak çıkarıp atar, yeniden yatağa girerdin. Koca gözlüklerini takıp daha mürekkebi kurumamış sayfaları çabuk çabuk çevirir, haberlere hızla göz atardın. Yabancı ülke gazeteleri bizdekilerden daha kalın, çok sayfalıydı. Okuduklarını yere bırakırdın. Bir keresinde senin böyle gören Avni Arbaş bu halinin resmini çizmişti. Hemen günün önemli haberini bulmak ister ve bunun da mutlaka iyi olması gerektiğini düşünürdün. Her zaman iyi bir haber beklentisi içindeydin. Kat görevlisinin yüzündeki şaşkınlığı anımsıyorum. Paris’ teki ilk sabahımızda odayı temizlemeye gelmişti. Yerdeki gazete yığınına doğal bir afete bakıyormuş gibi gözlerini dikmiş, şöyle demişti sonra: “Madam, kocanızın büyük bir âlim olduğunu anladım. Herhalde bir reklam ajansı patronu.” İlk Paris seyahatimizde, sabah dışarı çıktığımızda birden ortadan kayboldun. Şaşakalmıştım. Ne yapacağıma karar veremeden etrafa bakınmaya başladım. Sonra aşağılarda bir yerde gelip geçenlerin bacaklarının arasında sırtını gördüm. Oraya doğru yürüdüm. Katlanır bez bir sandalyenin üstünde yığılı gazetelere dalmış, bakıyordun. Gazetelerin arkasında taburede yaşlı bir kadın oturuyordu. Renk renk eski iplerden yapılmış yün yumağını andırıyordu kadın. Yuvarlak yüzlü, küt burunluydu. Mavi gözlerinin ışıltısı sönmüştü. Başına taktığı rengi atmış eski çoraba benzeyen şeyin kenarlarından ağarmış saçları tel tel dışarı çıkmıştı. Sokakta olan bitene de, müşteriye karşı da tepkisizdi. Bu şehirde herhangi bir şeyin satılacağına, satılsa da kendisinden alınacağına inancı yok gibiydi. Az ilerisindeki albenili büfelerden dolayı böyle düşünüyordu belli ki. Yağmur çiseliyor, gazeteleri ıslatıyordu. Yaşlı kadın ellerini ateşte ısıtıyormuş gibi gazetelerin üstüne uzatmış, ıslanmalarına engel olmaya çalışıyordu. Elleri üşüdükçe dizlerinin arasına sokup biraz ısıtıyor, sonra tekrar uzatıyordu. Humanité, Letter Françaises, Monde, Libération ve bir de kadın dergisi aldın yaşlı kadından. Cüzdanını açtığında kocakarının gözlerine canlılık geldi birden. Kaç para tutuğunu sordun ve sonra Rusça: “Allah kahretsin, amma da pahalı,” dedin. O gün geç saatte dönmüştük otele. Yaşlı kadın aynı yerdeydi. Sokak lambasına olabildiğince yaklaşmış, uyukluyordu. Başındaki çorap kaymış, pembe kelliği ortaya çıkmıştı. “Ne korkunç bir yaşlılık,” diyerek durdun. Akşam gazetelerinden alacaklarını seçtin ve bir de uçakta okuduğun eski tarihli İzvestiya gazetesi aldın. Kocakarının kucağına usulca para bıraktın. Gözünü aralayıp parayı görünce bayram etti kadın. Böylece birkaç gün sonra, yaşlı kadın bizi uzaktan gördüğünde gülümsemeye başlar olmufltu ve sen bir şey almadan önünden geçip gidersen kendini suçlu hissediyordun. Bu yeni ahbabımız, yaşına rağmen kadınca bir önseziyle senin zayıf noktanı keşfetmişti. Hatta bir keresinde sana Paris manzaralı kartlar gösterdi ve sen de satın aldın. Ondan sonra her önünden geçişimizde, eline aldığı bir deste kartı başının üstünde sallayıp kırıtarak ince sesiyle: “Mösyö, mösyö,” diye bağırmaya başladı. Sen bu çağrıya kayıtsız kalamıyor, Frankları sökülüyordun. Sadece Paris mi; Marsilya, Venedik, Londra, Tokyo, Leningrad, Şikago manzaralı kartlar, araba, köpek resimleri ve daha neler neler sattı sana kocakarı. İki hafta sonra yağmurlu bir günde yaşlı kadının yeni bir şemsiye ile oturduğunu gördük. Ve 12 Nisan! Yuri Gagarin’in uzaya uçuş haberi. Herkes çılgına dönmüştü! Bu alışık olmadıkları ismin doğru söylenişini öğrenmek için otel çalışanlarının biri gidip diğeri geliyordu yanımıza. Her taraftan “Yuri Gagarin! Yuri Gagarin!” adı yükseliyordu. Hemen kocakarıya koştuk ve yeni gelişmeleri öğrenmek ve mümkün olduğunca çok fotoğraf görmek için tüm gazeteleri satın aldık. Uzaya ilk çıkan insanı böyle öğrendik. Böyle zor bir işin üstesinden gelen kişinin komünist olmasından dolayı gurur duydun. Biz, Moskovalılar kahraman gibi duyumsuyorduk kendimizi. Hiçbir şeye şaşırmaz diye düşündüğümüz Paris, bu haberle çalkalanıyordu... Tüm gün Humanité’de yayımlanacak Yuri Gagarin’e adadığın şiirinle uğraştın. Akşamın geç saatinde gazetedeydik. Yazı kurulunun tüm üyeleri şiiri baskıya yetiştirebilmek için, elbirliğiyle şiiri Türkçeden Fransızcaya çevirmeye uğraştı. Ertesi sabah yine koşarak gittik yaşlı kadına. Parlak sarı renkte bir masanın başına oturmuştu. Bizi bekler gibi bir hali vardı. Gagarin’in, karısı Valya’nın, kızlarının, annesinin, doğduğu evin fotoğraflarının olduğu tüm Moskova gazetelerini diğerleriyle beraber aldık... Kırk gün kaldık Paris’te. Döneceğimiz gün sabah erkendi uçağımız. Otelden çıktığımızda her yer yoğun bir sisle kaplıydı. Bizim kocakarı köşesinde oturuyordu. Masasında mum yanıyordu. Henüz gazeteler ortada olmadığı için neden yanına geldiğimizi anlayamadı. Vedalaşmak istemiştik oysa. Aramızdaki sis yüzünden işitemedi dediklerimizi. Bir zaman sonra yine gittik Paris’e ve yine aynı yaşlı kadından aldık gazeteleri. Paris’ten bu kez ayrılışımızda tezgâhın üzerinde bir tente vardı ve altında gaz lambası sallanıyordu. O günden sonra birkaç kez daha ziyaret ettik kocakarıyı. Geçen kış havaalanı yolunda son kez gördük ahbabımızı. Bu sefer bir büfede oturuyordu. Duvarları açık mavi boyalıydı. Üstüne iri iri laleler çizilmişti. “Hayat böyle işte,” dedin sen yaşlı kadına.
·
33 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.