Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Anne-Baba ve Çocuklar “Yeni nesillere akılcı bir terbiye verme meselesi...” Snelman ile arkadaşları Finlandiya’yı uyandırmak için bütün ümitlerini buna bağlamışlardı. Gençlik meselesi Snelman’ın en sevdiği bir konu ve aynı zamanda kendisinin en hassas ve ıstırap duyduğu meselesiydi. Snelman kimi zaman gençleri yüzlerine karşı azarlıyor ve kınıyor ama bazı yaşlı kimselerin gençlerin hayırsızlığı ve bozuk ahlâklarından dolayı şikayet etmeleri üzerine sürekli gençleri savunuyordu. Şöyle diyordu: -Kabahat gerçlerde değil, sizdedir. Siz gençleri nasıl terbiye ederseniz, onlar da öyle yetişir. Gençlere verdiğiniz ter biye nedir? Sadece hiç!.. Anneler ev işleri ve yemek yapmakla; babalar da memuriyet, ticaret, dükkân veya fabrika işleriyle meşgul olurlar. Geceleri de geç vakitlere kadar zamanlarını kahvehane ve kulüplerde oturarak ve iskambil oynayarak geçirirler. Ama çocuklarıyla asla meşgul olmazlar. Çünkü bunun için vakitleri yoktur. Hem sonra çocuklarla meşgul olmak insanı yoran ve usandıran bir iştir. Bunlar çocuklarıyla konuşmazlar, onların yaşantılarıyla ilgilenmezler. Sadece boş zamanlarında çocuklarını sevip okşamayı bilirler ve onlara şekerleme ve oyuncaklar almaktan öte başka bir şey yapmazlar. Sonra da, “haydi bakalım, şimdi odanıza çekilin, gürültü etmeden kendi kendinize oynayın.” derler. Aslında bunun anlamı şudur: “Başımızdan defolun da ne isterseniz yapın! Sadece bizi rahatsız etmeyin.” Bu durum karşısında çocuğun aklı, fikri, ruhu, işlenmemiş bir tarla gibi kalır. Buraya yararlı hiçbir şey ekilmiş olmaz. Arasıra çocuklara iyilik, doğruluk ve sevgiden bahsedilse bile, bunlar genellikle ruhsuz, kupkuru, taş gibi sert ve çocuğa ya bancı sözlerdir. Anne-baba, çocuğun ruhunu ilgilendirecek sözler söylenmesini istemezler. İsteseler bile bunu nasıl yapacakarım bilemezler. Onların sıradan ve ısmarlama nasihatleri çocuğun hassas ruhunda yankılar uyandırmaz. Doğrusunu söylemek gerekirse, çocuğun anne-babası sağ olduğu halde ve evde bunlardan başka birçok halalar, teyzeler, dayılar ve amcalar olduğu hâlde çocuk yetim gibi büyü mektedir. Bazı ailelerde çocuklar çok iyi beslenirler, iyi giydirilirler, sağlığına vücut sağlığına dikkat edilir. Ancak tüm bunlara rağmen çocuk ruhunun saflığı, açlığı ve süsü ihmal edilir. Doğrusu bu şartlar altında yetişen çocukların, olduklarından daha fazla yaramaz yetişmediklerine şaşmamalıdır. Çocuklar büyüyüp de bazı şeyleri anlamaya başladıklarında, aile hayatına katıldıklarında, aileden ne alır ve ne görürler ki? Kentlerin, kasabaların, köylerin meydanlıklarında birtakım çöplerin, pisliklerin ve gübrelerin yığıldığını görenler, “Bunlar sağlık kurallarına aykırıdır; ne rezalettir bu böyle?” diye feveran ederler. Şimdi siz, evlat sahibi anne-babalar!.. Bir kere düşününüz. Kendi vicdanınıza danışarak bir karar veriniz. İçinde bulunduğu aile çevresi ve havası çocukların kişiliklerinin sağlıklı bir şekilde oluşmasında ne derece olumludur? Çocuklara, “Yalan söyleme, yaramazlık yapma, bu hareket kötüdür, nefret uyandırır, günahtır.” gibi nasihatlerde bulunurlar ama bu nasihatleri veren kişiler birbirlerini aldatırlar. Çocukları aldatırlar ve yine çocuklara “Kimseyi incitmeyiniz, nezaketli ve terbiyeli olunuz.” derler. Ancak kendileri bu kurallara uymayı düşünmezler. Çocuklar aldatılmayı çabuk fark ederler. Önce hayret ederler. Anne babalarının kendilerine kötü ve günah diye gösterdikleri şeyleri nasıl olup da bizzat kendilerinin işlediklerini anlayamazlar. Sonuçta kendilerinde şu kanaat oluşur: “Anne-babalar böyle söyler, başka türlü davranırlar!” Bu nedenle anne-babanın sözlerine karşı çocukların güveni kalmaz. “Şunu yapın, bunu yapmayın.” türünden nasihatlere artık aldırış etmemeye başlarlar. Öte yandan anne-baba da çocuklarının daha küçük olmalarına rağmen kendilerine itaat etmediklerinden ve asi olmalarından şikâyet ederler. Oysa ki, çocukların bu hâle gelişine kendileri neden olmuşlardır ama farkında bile değillerdir. Çocukların azarlama, kınama ve cezayla itaatkâr ve sevgi dolu olabileceklerini sanmayın. Onların yanında öyle davranınız ki, sizin meziyetlerinizi bizzat görerek sizi sevmeye başlasınlar. Kimi anne-babalar evdeki yaşantılarına, giysi ve beden temizliğine dikkat etmezler. Çocuklarının yanında kirli, sökük ve eski elbiselerle ve kirli el ve ayaklarla dolaşırlar. Konuşma ve davranışlarında nezahet ve nezakete riayet etmezler. Kimileri de onların yanında birbirleriyle kavga ederler ve “Babanızın nasıl biri olduğunu görüyor musunuz?” veya “Annenizin nasıl bir kadın olduğunu kendiniz görün!” gibi sözlerle çocukları da kavgalarına ortak ederler. Aile toplantılarında meydana gelen dedikodulara, başkalarını çekiştirmelere, küçük bir çıkar için çevrilen dolaplara dair sözlere dikkat ediniz. İşte çocuklar ergenlik çağına ulaşıncaya dek 15-20 yıl böyle feci bir ortamda büyürler ve ondan sonra da yaşlılarımız çocukların niçin göklerde uçmadıklarına, kanatsız kaldıklarına şaşarlar. Böyle söyleyen aııne-babalara sormak gerekir: “Siz çocuklarınızı terbiye ederken yükselmeleri için onlara kartal kanatları mı taktınız? Yoksa bu kanatları kökünden mi yoldunuz?” Çocukları büyüyüp oğlanları delikanlı, kızları genç kız olunca, anne babalar geleceklerine dair pembe hayaller kurarlar. Oğullarını mühendis, doktor, tüccar, avukat, memur veya iyi bir meslek sahibi yapmak isterler. Kızları içinse zengin bir koca aramaya koyulurlar. Çocukları için hep servet ve refah sağlamaya uğraşırlar. Böylelikle annelik ve babalık görevini en iyi bir şekilde yerine getirdiklerine inanırlar. Bu konuda Lev Tolstoy, gayet haklı olarak şu sözleri söylüyor. “Hayattaki düzensizliklerin en büyük nedenlerinden biri şudur ki, herkes hayatında refaha kavuşmayı arzu eder, fakat hayatını terfi ettirmesini ve bizzat çalışma sonucunda hayatını daha iyi bir biçimde düzenleme ihtiyacını hissetmez.” Herkes hayattan bir şey almak ister ama ona bir şey vermek istemez. Çoğu kimse hayata menfaatçi, zorba ve asalak olarak atılır. Hayatın anlamını bu asalaklıkta ararlar. Böyle bir hayat anlayışı uzun yıllar boyunca acı içinde çocuklara aşılanır. Kimler aşılar? Anne-baba!.. Bu telkinlerle yetişen çocuklar, büyüdüklerinde zorba, aç gözlü, şehvet düşkünü, tembel ve vurdumduymaz olurlar. En sonunda artık hiç kimseye ve hiçbir şeye sevgi ve bağlılık duymayan duyarsız gençler olur çıkarlar. Bu tiplerde ülkeye, millete karşı sevgi, yüksek düşüncelere ciddi uğraşlara saygı uyanmaz. Anne ve babalarını da içtenlikle sevmezler. Ne ekerseniz, onu biçersiniz.! Ne pişirirseniz, onu yersi niz! Eğer gençliğin ruhunu tarım yapılmayan bir tarla gibi kendi hâline bırakırsanız, orada ısırgan otları ve dikenler yetişir. Anne-babaların, çocuklarının beyinlerini ve kalplerini işlemeden kendi hâline bırakmaları, akla ve vicdana uygun değildir. Hatta böyle bir ihmal, ahlâksızlıktır, cinayettir. Çünkü çocukların iyi terbiye görüp görmemesi meselesi, yalnız anne-babayı ilgilendiren bir mesele olmayıp, aynı zamanda toplumu ve devleti de ciddi bir şekilde ilgilendiren hayatî bir meseledir. İstediğiniz kadar mükemmel anayasalar yapın. Özgürlükler alanında da halka dilediğiniz kadar haklar tanıyınız. Sosyalizmin veya liberalizmin sihirli gücüne dilediğiniz kadar inanın. Eğer çocuklarınız gerektiği şekilde eğitim almazlarsa hayata bir hiç olarak atılırlarsa, yasalar ve bütün sosyal haklar var olmasına rağmen toplumsal hayat yine de sönük ve ruhsuz olacaktır. Bu nesilden gelen memurlar bencil ve uyuşuk, devlet adamları ise politik madrabaz olurlar. Politikacılar, çıkar peşinde koşar. Okullar yeni neslin bilincini körelten ve kalbini karartan birer karanlık mağara olur. Basın, sokak kadınlarının albümlerine döner. Tok veya aç olan halk kitleleri ise kendilerine yabancı olan her şeye, özellikle varlıklı sınıfa mensup insanlara karşı nefret, kıskançlık ve intikam duyguları beslemeye başlarlar. Bizim yeni ve genç vatanımız sizden böyle şeyler beklemiyor!.. Finlandiya’nın istikbali büyüktür. Burada herkes tok, herkes hâlinden memnun olmalıdır. Kendi hayatınızı ve toplum düzenini buna göre şekillen dirin. Snelman ve dostları, kentlerde ve köylerde bu türden konferanslar veriyorlardı. Bu konferansları ilgiyle dinleyen anne-babalar, çocuklarının eğitimi meselelerini gerçekten ciddiyetle düşünmeye başlamışlar ve çocuklarına karşı yüklendikleri sorumluluğun büyüklüğünü kavramışlardı. Birçok şehirde aile kurumları oluşturarak çocuk eğitimindeki başarısızlıkların ve olumsuzlukların nedenlerini araştırmaya başlamışlardı. Eğitim alanında başarı gösterdikçe sevinmişler, ancak bununla yetinmeyip, pedagog ve ilahiyatçıların da bazı meselelerde görüşlerini almak üzere onlara danışmaktaydılar. Eğitim işi böylece ciddiye alındıktan sonra sorunlar bir bir çözüme kavuşmuş oluyordu. Ülkede tanınmış eğitimci ve ilahiyatçılar bütün bir ülkeyi dolaşarak, hayatta kazanılan tecrübelerde ve bilimin yol göstericiliğinde çocukların nasıl yetiştirilmesi ve terbiye edilmesi gerektiğini halka anlatıyorlardı. Çocuk ruhunun özelliklerini, hassaslığını, zayıf noktalarını ve hastalıklarını izah ederek, eğitim esnasında bunların ıslah ve tedavi edilmesi çarelerini öğretiyorlardı. Ziraat mühendislerinin, halka, en güzel fidanların nasıl yetiştirilecğini, iyi tarımın nasıl yapılacağını öğretmesi gibi, ünlü pedagoglar ve ilahiyatçılar da tüm anne ve babalara çocuklarının daha akılcı bir şekilde nasıl eğiteceklerini vatana ve millete nasıl daha yararlı olabileceklerini öğretiyorlardı. Bu çalışma ve üstün gayretler sayesinde Fin ailesi gaflet uykusundan uyanmış ve büyük bir hızla ilerleme ve yükselmeye başlamıştır.
·
719 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.