Gönderi

İkinci Radyo Evi Hâdisesi: Atılan Bombalar, Faaliyete Geçen Silâhlar Kopan bunca kıyametlere; bir milletin ayaklanışına rağmen, radyolar hâlâ eğlenceli şarkılar programına devam ediyordu. İki gündür İstanbul ayakta... Devriyeler artırılmış! Sokaklarda hafif makineli tüfekler.. Askerler, fakat kimsenin gözü bir şey görmüyor... Henüz yatağına çekilmeyen bu tufan, dalgalanışlarına devam ediyor. Bir dalga Beyoğlu’na çıkıyor. Sinemalar, tiyatrolar bu akşam oynamayacaklarına söz vermişlerdi... Sözlerinde durmuyorlar... Ve gençler Beyoğlu döneklerine haddini bildirmişler. Bir dalga, radyoevinin önüne gitmiş! Müthiş çarpışmalar olmuş. Polis, zaten içi kan ağlayan, üç gündür gözü nemli, gönlü elemli Türk gençliğine göz yaşartıcı bombalar atmış! (Onu Mareşal’in ölümü üzerine gözü yaşarmayanlara atsalardı daha iyi ederlerdi) Bir çocuk ayağından vurulmuş! Âmirler emretmişler: “Her polis en az 5 kişi getirecek.” Ve emniyet kuvvetleri Cengiz’in orduları gibi nerede kimi buldularsa tuttuklarını karakola... O gece İstanbul’da sanki seferberlik ilân edilmişti... 12 Nisan Çarşamba Sabahı Bugün kadim Bizans topraklarına, altında nice imparatorların, nice sultanların yattığı İstanbul şehrine bir kahraman daha gömülecek... Hele şükür, günlerdir devam eden Türkiye radyoları bugün susabildi... Bayraklar ister istemez yarıda. Mahzun mahzun sallanıyor... Binlerce genç, daha güneş doğmadan Teşvikiye yollannda. Büyük ölü orada... Beyazıt Meydanı’na bakıyordum. Yollar, sokaklar insan... Bir derya... Mareşal’in gelmesine daha çok var! Fakat gelmiş gibi, geliyormuş gibi herkeste müthiş bir heyecan... Bir kıyamet! Herkes burada şu anda cem olmuş! Hayal meyal tanıdığım dostlar, unutanlar, unutulanlar, eski yeni arkadaşlar hepsi orada, hayrete düşüyorum. Yılların, hâdiselerin hayatlarını ayırdığı insanları bu ölüm birleştirmiş!.. A, sen misin, sen misin, diyorum. Sanki bu meydandakilerin hepsini tanıyorum. Herkes herkesi tanıyor... Bu, ruhların birleşmesi. Başka şeye benzemez!.. Bir kıyamet, ölüler dirildi... Hatıra hâline gelenler hatırlandılar... Cenaze henüz gelmedi. Nasıl gelir; nerden? Nasıl geçer... Balkonlar, damlar, otobüs duraklarındaki kapalı yerlerin üzeri, ağaçlar hep insan. Yerler, gökler insan. Namaz Beyazıt Camii’nde kılınacak! Minareler, kubbeler görünüyor... Fakat kapılar! Camiye nereden gireceğiz ve cenaze nereden geçecek?.. Kalabalık bir derya umman, açılacak bir avuç yere bir dalga hücum ediyor. Cankurtaran otomobilleri... Bayılanlar... Korkunç bir düdük... Kıyametten bir alâmet! Cenaze geliyor... Görmek ne mümkün!.. Herkes ayağını yerden kesercesine birbirinin omzuna yığılıyor. Telâşa lüzum yok! Cenaze göklerde... Kubbeler gibi, minareler gibi göklerde... Onu herkes görüyor... Beyazıt Camii, sayılan gittikçe seyrekleşen cemaatlerin, boş avluların, sadece dünya hırsı için toplanan, kaynaşan, nutka gelen meydanların bugün başka bir hâli var!.. Bu cenaze nereden geldi! Ta Teşvikiye’den kalkarak, Taksim’den, Beyoğlu’ndan ve köprüden, BabIâli’den, Çemberlitaş’tan Beyazıt’a kadar geldi. Nasıl gelmiş? Görenler anlatıyor. Hayır hayır anlatmıyor. Sadece “Neydi o yarabbi, yarabbi! Yarabbi!..” diyorlar işte o kadar... Namaz kılınacak... Fakat nereden geçmeli... İmkânı yok... Yok. İmkânı yok... Namaz bitti. Cenazeyi götürmek için paşalar, askerler, resmî makamlar, kordiplomatik hepsi hepsi hazır, fakat tabutu onlara kim verir. Onlar ki Mareşal’in ölümünde saz ve caz havaları çaldılar! Onlar ki, bu saygısızlığı protesto için toplanan üniversite gençliğinin karşısına, süngüler ve bombalarla çıktılar... Gençleri hapishanelere tıktılar... Cenazeyi top arabasını çeken kamyon mu götürecekti... Asla!.. Halk kendi evlâdını kendi bağrına bastı... Binlerce on binlerce el, al bayrak ve siyah Kâbe örtüsüne sarılı tabuta doğru uzandı... Bu ateş, aşk, bu iman deryasının içinde, zoraki gelenler, mürettep resmiyet buz gibi dondu kaldı... Hakk’ın rahmetine kavuşan aziz Mareşal şimdi binlerce, on binlerce, yüz binlerce halkın elleri üzerinde göklere yükseliyordu. Bu ne muhteşem manzara, bu ne canlı ölüydü yarabbi!.. Ölü değil, diriydi... Emretmişti... En mukaddes yerimiz, vicdanlarımız, imanlanmız, yabancılar tarafından istilâ edilmişti. Bu mukaddes ülkenin fethine gidiyorduk! Emretti! Peşinden gelen resmî mürettep, çelenkli, çalgılı bir cenaze alayı değildi... Bir milletti bu, bir milletti... Bu kafile o mukaddes ülkeye doğru gidiyordu... Yıllardır sistemli, tertipli, kasıtlı bir siyasetle birbirinden ayrılan nesiller şimdi yan yana, omuz omuza yürüyordu. Putlar devrilmişti... Herkesin dilinde yaratanın adı... Tekbirler, tehliller afaki kaplamıştı... Henüz bıyıkları yeni terlemiş bir üniversiteli ile orta yaşlı bir vatandaş, ihtiyar din adamı, iç içe gönül gönüle dua okuyor, hep bir ağızdan tekbir getiriyorlardı. Bu aşk, bu iman nesilleri birleştirmiş, asırları birleştirmişti... Sanki İstanbul yeniden fethedilmiş, ruhlarda, gönüllerde fetih günlerinin heyecanlı azameti dalgalanıyordu... Üç kıt’a ve yedi denize hükmeden, dalgası Viyana surlanna kadar varan, Çanakkale’de yedi iklime, 72 millete, 700 senelik korkunç bir medeniyetin bütün imkânlarına karşı koyan ruh, bu ruhtu... Balkonlarda, pencerelerde, ihtiyarlar yıllardır kaybettikleri, hasretini çektikleri bu İlâhî sesleri içecek, bu mahşerî kalabalığı kucaklayacakmış gibi kollarını göklere kaldırıyor, kucak açıyorlardı. İhtiyar bir kadınla 13 yaşında bir genç kız aynı duygu ve aynı ruh hâli içinde aynı şekilde avuçlarını semaya kaldırmış dua ediyordu. Evler bir sebil oldu. Susayanlara, bu bağrı yanıklar kafilesine su veriyorlardı. Cenaze ilerde ta ilerde; bir bayrak gibi dalgalanıyor görülmüyordu, taşınmıyor uçuyordu... Tabut sanki yüz binlerce insanın getirdiği tekbir ve tehlil sadalanyla gidiyordu. Saatler, saatler geçiyordu... Ne kalabalık dağıldı, ne tekbir sesleri dindi... Mümkün olsaydı bu mahşerî kalabalık aziz tabutu, eller üstünde yollar boyunca köy köy, bucak bucak bütün Anadolu’yu dolaştıracaktı. Ve bu aziz ölünün peşinden yüz binler değil, milyonlar yürüyecekti... Edimekapı’dan geçiyoruz! İstiklâl Marşı şairi Mehmet Akif orada yatıyor... Onun bir beytini söylüyoruz: Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli, Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli Müsterih ol! Büyük Âkif, bu gençlik seni dinliyor ve ezanlar çok sevdiğin bu yurdun üstünde inliyor. Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı, Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı... Âkif: Biz “Bu topraklar için toprağa düşenlerin” çocukları, vatanı bir çiftlik hâline getirenlere karşı çarpışıyoruz. Müsterih ol! Vatanı çiğneyenleri çiğneyeceğiz... Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak Korkmuyoruz!.. Korkmadık, ey esir milletlerin, mazlum ümitlerin, kimsesizlerin, şehitlerin, yetimlerin şairi: Korkmadık! Çanakkale’de çarpışanlar korktu mu?.. Müsterih ol! Bize inan! Vatan topraklan üzerinde yemyeşil boy attık... Bastığımız yerleri toprak diyerek çiğneyip geçmiyoruz... Altında kefensiz yatanları düşünüyoruz. Ve bu topraklar üzerinde milleti kefensiz bırakanların, kefeni hazır. Âkif, bugün tam senin günün oldu. Eyüp Sultan’a iniyoruz. Ya Eyyube’l Ensâri! Seni uzak diyarlardan, Arabistan çöllerinden Bizans surlarına atan hangi sevda ise, bizi 1400 sene sonra burada toplayan aynı sevdadır. Ey büyük Peygamberin bayraktan... Biz geliyoruz! Asırlann, nesillerin ardından tekbirlerle, tehlillerle, şahadetlerle geliyoruz!.. Aç bağrını! Göster yüzünü bize... Yerin üstündeki bir avuç haris politikacı varsın bizi inkâr etsin! Yerin altı bizi tasdik ediyor! Biz bir avuç değiliz... Yüz binleriz, milyonlarız... Eyüp surları biz varmadan evvel insanlarla dolmuş... Kapkara... Simsiyah! Sade kabir taşları, beyaz mermerler görünüyor. Bu sel nereye akacak, nereye dolacak?.. Her yer dolu... Mahşer mi? Hakikat mahşer!.. Uzaklardan dualar, âmin sesleri geliyor. Mareşal toprağa kavuştu. Dönüyoruz. Dostlardan biri “C.H.P.’yi mezara, Mareşal’i kalbimize gömdük” diyor... Bu gece gençler onun mezarı başında sabaha kadar nöbet bekleyecekler! Bu nöbet rap rap emirle getirilen askerlerin resmî nöbeti değildir...
·
66 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.