Gönderi

EDİRNE Tatilden istifade ederek Edirne'ye, çoktan beri görmek istediğimiz bu serhat şehrine gitmiştik... Edime, minareler, camiler, kubbeler diyarı Edime... Harap ve perişan!.. Yeryüzünün en güzel mabedi olan Selimiye'de cemaat olarak iki kişi vardı. Ne acıklı hal! Edirne'de minareler kadar cemaat yok... Yüreklerimiz şerha şerha yaralı, bu ecdat topraklarında, eski fetih günlerinin heyecanı içinde dolaştık, Selimiye şerefelerinden şerefli bir maziyi, yerlere, denizlere sığmayan Osmanlı Türk hamlesinin göklere nasıl hükmettiğini seyrettik. İntihalarımızı “Harap Şehir Edime” başlığı altında toplamıştık. Maalesef yer darlığından, bu içli, bu dertli yazıyı neşredemedik. Okuyucularımıza ancak mezkûr yazının muhacirlere tahsis edilen kısmını sunabildik. Muhacirlerin perişan hali Edirne'nin perişanlığına Bulgaristan'dan sürülen muhacir kafileleri ayı bir perişanlık veriyor... Cami avlularında, hayatları, sıhhatleri bitmiş insanlar!.. İnsan değil bunlar, âdeta artıkları... Bir kafes, bir nefes kalmışlar!.. Bunlar pehlivanlar diyarından, Koca Yusuf'un memleketinden Deliormanlardan, Filibe'den, Razgrad'dan geliyorlar. Sanki imparatorluk yeni çökmüş!... Bu kaçış, bu çekiliş, bu tarih perişanlığı karşısında hangi gönül titremez!.. Hangi göz yaşarmaz... Arkadaşlarla beraber Edirne'deki muhacir evini dolaşıyoruz. Büyücek bir binanın avlusuna, kadın, kız, erkek, çoluk çocuk serilmiş... Çocuklar hır pıtlann içinde ağlaşıyor. Kadınların ekserisi çarşaflı... Erkekler şaşkın şaşkın etraflarına bakınıyorlar. Kiminle konuşsak yarabbi!.. Hepsinde bir durgunluk, ezginlik, bezginlik var!.. Köşede efendi kılıklı kumral iki genç var. Onlarla konuşmaya karar verdik. Sorduk: Nerelisiniz?.. Razgradlı... Razgrad; şu bizim Türk mezarlığına saldıran, ölülerimizden intikam almaya kalkan Bulgarların olduğu yer. Razgrad hâdisesi meşhurdur. Üniversite gençliği İstanbul'da bu hâdise üzerine büyük bir nümayiş yapmıştı... Razgrad deyince aklımdan bunlar geçiyor. Artık diyorlar, Bulgaristan bir cehennem!.. Yaşanacak gibi değil... Bulgarlar bile, hele yaşlıları Türklerin gelip kendilerini kurtarmalarını diliyorlar. Günde 300 gr. ekmek... Süt, peynir, yapağıları hep hükümet alıyor. Şimdiden köylerde Bolşevik taklidi Kolhozlar kuruldu. Arazilerimizi, her şeyimizi elimizden aldılar... 13,14,15, daha yukarı yaşlardaki çocuklarımızı zorla alıp erkek dişi bir arada çalıştırıyorlar. Bir arada yatıp kaldırıyorlar. Ne ırzımıza, ne çoluk çocuğumuza sahibiz, ne malımıza... Peki bu idareden Bulgarlar memnun mu? Ne gezer? “Siz gidip kurtuluyorsunuz, biz ne yapalım, nereye gidelim?” diyorlar. Bolşevikler memleket münevverlerini, iyiye, kötüye, her aklı ereni çalışma kamplarına gönderiyorlar... Hele Türkleri... Müslümanları... Türkiye'den bahseden, Ankara radyosunu dinleyen herkes muhakkak cezasını görüyor. Cumhuriyet gazetesinde neşriyat müdür muavinliği yapan ve bundan bir hayli zaman evvel Bulgaristan'a kaçan herifi ve arkadaşlarını soruyoruz. {Bunlar Tuğrul Deliorman, Fahri Erdinç’tir. Son haberlere göre bunlar Türkiye’ye kaçarken hudutta Bulgarlar tarafından tevkif edilmiştir.} Bulgaristan'da matbaacılıkla uğraşan bu iki genç onlardan bahsediyor. “Karadeniz” adında bir gazete çıkartıyorlarmış! Bulgar komünistlerinin lehine, Türkiye aleyhine neşriyat yapıyorlar... Büyük büyük, renkli afişlerle Türkiye'yi aç, sefil, ellerini Amerika'ya açmış, Amerika'dan ekmek dilenir bir şekilde gösteriyorlarmış. Amerika'dan biz ekmek istiyormuşuz, onlar bize silâh veriyorlarmış. Türkiye hakkında bütün afişler, resimler, yazılar bu merkezde imiş!.. Bizi kandırmaya çalıştılar. Anlattıklarına göre Türkiye'de ne otomobil varmış, ne tayyare. Sadece kağnı varmış! Millet açmış, ot yemeye mecburmuş!.. Fakat diyorlar, Türkiye'den kaçan bu Bolşevik yardakçılarına ve onların yerli himayecilerine kimse inanmıyor... On paralık kredileri yok. İşin tuhaf tarafı da Türkiye'den kaçan bu heriflerin “Bey”den (Türk konsolosuna “Bey” diyorlar) tekrar Türkiye'ye dönmeleri için vize istemeleridir... Fakat Bey bunlara vize vermiyor... Anlaşılan diyoruz, kızıl cennetin küçük bahçesinde Bulgaristan'da bizim Türkiyeli bolşevikler aradıklarını bulamamışlar ki tekrar Türkiye'ye dönmek istiyorlar... Türkiye aleyhinde yaptıkları propaganda da çaresiz ve zoraki... Komünistler hakkında alınacak en iyi tedbir onları cennetlerine kavuşturmaktır. Yoksa bizim hâlihazırda yaptığımız gibi hapishaneye atmak değil!.. Zira hapishane de bir vatandır. Vatansızları vatan dışı etmek gerek! Burada muhacirlere insan başına 75 kr. veriyorlarmış! Tabi bu az!.. Fakat onlar hâllerinden memnun. “Anayurtta aç kalsak da razıyız. Hiç olmazsa gece kapımızı çalan olmaz!.. Her an, her saniye arkamızdan birisinin tutuverip bizi götüreceği korkusu içinde idik! Hiç olmazsa şimdi o yok!..” diyorlar. Tekrar etrafımıza bakıyoruz. Bizimle birçok konuşmak isteyenler var. Biz konuşmak, dertleşmek istiyoruz. Fakat trenin kalkmasına çok kalmadı. Naçar ayrılıyoruz. Karaağaç istasyonundayız. İstasyonda kimseler yok. Trenin gelmesi lâzımdı. Sorduk; Bulgaristan'dan gelecek tren tehirli imiş! Yeniden kalabalık muhacir kafilesi geliyormuş. Onun için gecikmiş!.. Kaç saat sonra geleceği de belli değil!.. Kenarda bir kahveye oturuyoruz. Edirneli arkadaşlar anlatıyorlar. Eskiden Karaağaç'a “Küçük Paris” derlermiş. Beyler, paşalar hep burada otururlarmış... Şimdi bomboş, kimseler yok!.. Yarısı Yunan'da yarısı bizde... Sanki buralar Yunanlılann mülkü imiş gibi Lozan Sulh Konferansında harp tazminatı olarak Yunanlılar burayı bize vermişler. Paraları olmadığı için!.. Biz treni takip edelim. Tren geliyor dediler, istasyon oldukça kalabalık... Muhacirler geliyor... Bulunmaz bir fırsat! Hele bizim gibi, vatan dışı Türklüğü ile kalpten, gönülden alâkadar olanlar için... Oooo!.. Tren pencerelerinden renk renk, çeşit çeşit kıyafetler, sargılar, püsküller, peçeler... Bizim Anadolu'da dağ köylerinde rastladığımız köylü kadın kıyafetleri... İmparatorluğun, Osmanlılığın bir parçası kalkmış gelmiş, gözlerimizin önünde... Canlı bir tarih... Bütün gözler istasyon binasında dalgalanan Türk bayrağına dikilmiş... Herkesin gözü yaşlı... “Çok şükür kurtulduk!” diyorlar. Sakallı, şalvarlı ihtiyarlar, fesli püsküllü orta yaşlılar... Yaşmaklı, çarşaflı kadınlar... Çocuklar... İmparatorluğun son kalıntıları... Akın alan geliyorlar... Çok geçmedi trenimiz Karaağaç istasyonundan hareket etti... Dostlara veda ettik. İşte Yunanistan toprakları... 50 metre ötemizde, 5 dakika sonramız Yunanistan'mış! Kim derdi ki, Selimiye minarelerini yabancı bir toprak ve bayrak arkasından seyredeceğiz.. Önümüzde Yunanistan'a terk edilen geniş, uçsuz bucaksız Trakya ovası uzanıyor... Fakat ben Selimiye'ye bakıyorum... O mevzun, ince minarelerin, sisler içinden ufuklarda görünüşü... Tren gâh Türk, gâh Yunan topraklarına giriyor. Yunanlı istasyon memurları trenimizde.. Ayrıca yol parası, toprak bastı parası da alıyorlarmış Yunanlılar bizden... Qn küçük istasyonlarda bile dakikalarca bekleyiş... Yunanlı elinden gelse, trene de sahip çıkacak... Bırakmıyor... Müthiş sinirleniyoruz... Bakıyorum istasyon binaları, medeniyet namına buralarda ne varsa hepsi bizden... Eski yazılar badana edilmiş; üstüne Rumcası yazılmış... Dikkatli bir göz bunu fark eder... Düşünüyorum; yalnız bize bunu Yunanlılar mı yaptı?! İki gün evvel Edirne'de büyük kubbenin etrafındaki o güzelim nefis yazılan karalayan eller kimin eliydi? Ayasofya, camilikten nasıl çıktı? Kim çıkardı?.. Müslüman Türk ülkelerinde ecdat yadigârı bu topraklarda, Bizansı ve Rumluğu yaşatmak, hortlatmak isteyenler kimlerdir?!.. Bizim sözde ve gözde inkılâpçılarımız değil mi? Sonra bu nasıl hudut?.. Neredeyse Selimiye minarelerinin gölgesi Yunanistan'a terk edilen topraklara düşecek... O öve öve bitiremedikleri Lozan Zaferi nerede? Sanki Millî Mücadele’de onlar galip gelmiş.. Şu Edirne'nin istasyonu bile harp tazminatı olarak verilmiş bize... Kimin malını kime vermişler?!.. Gümülcine, Kavala, Drama, Dedeağaç, İskeçe, baştan başa Türk olan, Müslüman olan bu topraklar muzaffer bir devletin temsilcileri tarafından mağlûp Yunanistan'a nasıl olmuş da bırakılmış!.. Geçtik buralardan, Selimiye minarelerinin görünmediği bir yerden başlasaydı bu hudut!.. Tren güzergâhında çarşaflı kadınlar toplanıyor. Yanımızda Edirneli arkadaşlardan koyu milliyetçi ve Müslüman Sabri Sözeri var... Yüzünü görmediği, adını bilmediği bu kadınlara: Nasılsınız teyze, biraz daha bekleyin, nasıl olsa biz buraya yine gelip sizi kurtaracağız, diyor... Bunu Yunanlı tren memurlarından biri duydu. Can alacak gibi yüzümüze baktı, geçti... Sabri dedim, Balkanlı olduğun belli... Sende komitacılık ruhu var... Heriflerle bir belâ mı çıkaracaksın?.. Bura çeteciler yatağı, görmüyor musun önümüzdeki köprüyü uçurmuşlar... Bak enkaza... Bakıyor ve gülüyor... Sabri, Yunan gâvurlarına, ben bizim gâvura kızarak Yunanistan'a terk edilen topraklarımızda, bu toprakların yabancısı gibi içimiz yana yana seyahat ediyoruz. Hâlâ Selimiye minareleri görünüyor. Gönlüm ona takıldı kaldı.. Kim bilir bir daha görebilecek miyim? Ovalara bakıyorum. Günebakanlar boyunlarını eğmiş, bize, doğuya bakıyorlar... Bunlar bana, terk edilmiş vatanlar üzerinde, mazlum, sahipsiz bir milletin bizden yardım dileyen hâlini hatırlattı. Rumeli ve Balkan Türklüğüne yeniden acıdım; gözlerim yaşararak bu toprakları görmeden çok evvel yazdığım bir mersiyeyi mırıldandım: Manastırlar, Pilevneler bizsizdir, Yosun tutmuş camilerin ıssızdır, Boynu bükük minareler öksüzdür. Açmaz olmuş Kızanlığın gülleri, Biz neyledik, o koskoca elleri?!.. ve Yahya Kemal'in: Bin atlı alanlarda çocuklar gibi şendik Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle. Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle. Dedelerimiz bu topraklardan zafer türküleri, fetih türküleri söyleyerek geçmiş... Biz yirminci asır Türkleri mersiye söyleyerek dönüyoruz. Zafer zafer der eserdi yelleri Biz neyledik o koskoca elleri Ben Edirne'den dönmemeliydim... Hayalimin, tarihimin, ecdadımın uzandığı yerlere, Tuna’ya, Peşte'ye kadar uzanmalıydım. Heyhat!.. Siyah tren yolları bir kara yazı gibi, mukadderat çizgisi gibi gerisin geri uzanıyor... Bu çekiliş, bu dönüş, bu gerileyiş çok acı!.. 1950 İstanbul
·
138 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.