Savaş Fotoğrafçılığı, acıya tanıklık!
Kevin Carter’ı hatırlarsınız hani ; Küçük kız çocuğu kampa doğru gelirken yığılıp kalmıştı ve hemen arkasında ölmesini bekleyen yırtıcı bir kuş/akbaba vardı, fotoğrafı çektikten sonra olay yerinden çekip gitmişti!
İşte bu kitap Savaş Fotoğrafçılığını enine boyuna duygusuna felsefesine vicdanına gerçekliğine dair bir araştırma.
Savaş, iç deşer; savaş, bağırsakları boşaltır. Savaş, teni yakıp kavurur. Savaş, organları bedenden koparır. Savaş, yıkıp yok eder. Ve savaş, insan türünün doğasından gelir." Böyle diyor Susan Sontag, 'tefekkür nesneleri olarak' savaş ve dehşet fotoğraflarından hareketle kaleme aldığı bu sarsıcı kitabında. Daha sonra da, Goya'nın "Savaşın Felaketleri" serisinden Amerikan İç Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Nazi ölüm kamplarının fotoğrafik belgelerine ve daha yakın tarihimizde Bosna, Sierra Leone, Ruanda, İsrail, Filistin ve 11 Eylül 2001 New York City trajedilerine, zaman içinde bir gezintiye çıkıp, asıl olarak şu soruyu yöneltiyor bizlere: "Savaşın ve dehşetin yüzünü sergileyen fotoğraflara bakmaya ne kadar dayanabilirsiniz?
Küçük ekranların (televizyon, bilgisayar, avuç bilgisayarı) önüne park etmiş olan bizler, dünyanın dört bir tarafındaki felaketleri bildiren kısa haberler ve görüntüler arasında sörf yapıyoruz.
Peki, bütün bu resimleri sergilemenin yararı nedir? Öfke uyandırmak mı? Kendimizi 'kötü' hissettirmek, yani, üzüntüye ve dehşete boğmak mı? Yas tutmamıza yardımcı olmak mı? Vahşetin bugün cezalandırılması mümkün olmayan uzak geçmişte kaldığı dikkate alındığında, böyle resimlere bakmak sahiden gerekli midir? Bu resimleri gördüğümüzde daha iyi mi olacağız? Onlar bize gerçekten
bir şey öğretirler mi? Zaten bildiğimiz (bilmek istediğimiz) şeyleri doğrulamaktan öte ne anlamları vardır?
Peki bu karelere neden olan Barbarca davranışlardan dolayı kimi suçlamayı isteriz? Daha kesin bir dille sorarsak: Kimi suçlamaya hakkımız olduğuna inanırız? Hiroşima ve Nagasaki'nin çocukları, Amerika'nın küçük kasabalarında linç edilip, ağaçlarda sallandırılan genç Afrikalı-Amerikalı erkeklerden (ve aynı katli ama kurban giden birçok kadından) daha az masum değillerdi. Britanya uçaklarının Dresden'i müthiş bir bombardımana tuttuğu 13 Şubat 1945 gecesi katledilen 1300'ü aşkın sivilin dörtte üçü kadındı; Amerika'nın Hiroşima'ya attığı atom bombasında birkaç saniyede 72 bin sivil insan
yanıp kül olmuştu. Bu liste daha uzatılabilir tabii. Burada karşımıza aynı soru çıkıyor: Bu katliamlardan dolayı kimi suçlamayı isteriz?
Niçin gazetelerde durmadan korkunç yangınlar ve şok edici cinayetlerle ilgili haberler okuyup duruyoruz? Çünkü fesatlık tutkusu, zulmetme tutkusu, insanoğluna sempati duygusu kadar doğal gelmektedir.
Maalesef "Olağandışı ve feci olayları doymak bilmez bir merak içinde seyretmek kadar bakmaya hevesli olduğumuz başka bir manzara yok.
Çünkü;
İnsanlar oldukları yerde kendilerini güvende
hissettiklerinde başkalarına karşı kayıtsızlaşırlar.
Kesinlikle okuyun...