Gönderi

RUS İSTİLA ve TERÖRÜ Yirminci asır, asırların en kanlısı!.. Hiçbir asırda insanların kanına bu derece girilmemiş, hiçbir zaman böyle vahşet görülmemiştir. Yirminci asır, Türkleri yeryüzünden kaldırmak isteyen cellâtların en çok azdığı, en çok kudurduğu bir asırdır. Silâhlı, teşkilâtlı kızıl tiranların rejimi: Bolşevizm... Bu asrın mahsulüdür. On dokuzuncu asırda fikri sahada başlayan Allahsızlık, ahlâksızlık, kemâlini bu asırda buldu. Bir fikir, ideoloji hâlinden çıkarak, bu asırda teşkilâtlandı, devletleşti. Tuna'dan ta Seddi Çin'e kadar yayılan, dağılan Türk ırkı bu asırda gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, akılların ermediği, hayallerin yetişemediği bir vahşet ve cinayetle boğazlanmıştır. Sibirya!.. Bu uçsuz bucaksız donmuş arazi, koca bir milletin mezarı oldu. Biz bu yazımızda Tuna'dan Çin Seddi’ne kadar uzanan Türk ülkelerindeki mezalimden yalnız birini, Doğu Türkistan'a ait olanı anlatacağız. Komünistler Çankayşek'i Formoza'ya atıp Çin'e hâkim olunca, Çin Türkistanı denilen Doğu Türkistan topraklarına kan ve ölüm saçarak girdiler. İşte hâdiseye şahit olan iki İslâm Türk mücahidi İsa Yusuf ve Mehmet Emin Beyler. Çok uzak yerlerden, dünyanın en büyük çölleri Taklamakan ve Tibet çöllerini, dünyanın en ulu dağlan Altay, Karakurum, Himalaya dağlannı aşarak, yollarda susuzluktan hayvanlann kanını içerek, huduttan hududa, sınırdan sınıra geçerek, Büyük Asya'dan bize, Küçük Asyalı kardeşlerine gelmişler. Ayrı tarihler, ayn talihler bizleri onlardan ayıramamış! İşte yan yana, kan kana, can canayız. İsa Yusuf ve Mehmet Emin Beyler anlatıyor, biz dinliyoruz... Mükemmel anlıyoruz. Anlamasak bile çekilen ıstırap o kadar büyük ki, duymak için, anlamak için dile bile lüzum yok. Istırap kadar dünyada insanları birleştiren ne var?!.. İşte Türkistan tarihi kanlı sayfalar hâlinde gözlerimizin önüne serildi... İşte Garbi Türkistan'da imha edilen 6 milyon Türk... İşte Şarkî Türkistan'da boğazlananlar. İşte dağlara çekilip, yıllarca dağlarda yatanlar... Osman Baturlar, Hoca Niyazlar, Canım Hanlar... Türk ırkının boyun eğmeyen bahadırları... Osman Batur yıllarca dağlara hükmetti. Altayların karlı tepelerinde aylarca barındı. Rus tayyarelerini kement, oraların diliyle “salgı” atarak düşürdü. Bir zaman Doğu Türkistan'ın merkezi Urumçi'ye indi. Onun inişi eski hakanları andırıyordu. Dağlar, vadiler onun kahraman askerleriyle dolmuştu. Şehre girmedi. Sahrada konaklayacağını söyledi. Sahrada çadırlar kuruldu. Şölenler verildi. Bütün yabancı devletlerin sefirleri, konsolosları onu ziyarete geldiler. Bunların arasında Rus, İngiliz, Fransız, Amerikan elçileri de vardı. Osman Batur, elçiler gelince ayağa bile kalkmadı. Onların yüzüne bile bakmadı! “Kefereye” dedi “ayağa kalkılmaz...” Dağ gibi bir duruşu vardı. Sanki tarih tekerrür etmişti. Sanki dünya gene cihangir Türklerin elindeydi. Ne Çin, ne Rus Hükümeti Osman Batur ve arkadaşlarının hakkından gelebilmişti. Tarih döndü. Bolşevikler Çin'e hâkim oldular. Batur, Altaylardan Çin'in Kansu eyaletine geçti. Osman Batur siyasî değildi. Kahramanlığı, civanmertliği, her türlü hileyi, ince düşünceyi, hesabı, kitabı altüst ediyordu. Alçaklar onu takip ettiler, ansızın yakalayıp Doğu Türkistan'ın merkezi Urumci'ye getirdiler. Elini kolunu bağlayıp Urumci sokaklarında dolaştırdılar. Şehrin meydanına getirdiler. Orada kızılsarı bolşevik cellâtları toplanmıştı. Güya burası halk mahkemesiydi. Evvelâ işgal komutanı, Osman Batur'un fenalıklannı saydı döktü. Sonra Bolşeviklerin Türkistan'da satın aldıkları yerli hainlerden “Burhan”, İslâmoğlu Osman Batur'u (Bu yüce Türk bahadırının esas lâkabı İslâmoğlu idi) itham eden ağır sözler söyledi. Satılmış Bolşevik köpeği, Osman Batur'un gözlerine parmaklarını sokarak, tam bir Bolşevik ağzıyla: “İşte halk düşmanlarını her zaman bu meydanda biz böyle cezalandıracağız. Osman Batur'un cezası ölümdür, ölüm!” dedi. Kalabalık arasından birkaç satılmış aynı şeyi tekrar etti: “Ölüm!”. Fakat bu alçaklar, elleri kolları bağlı bu kahramandan hâlâ korkuyorlardı. İşi geciktirmek doğru değildi. Daha evvelden hazırlanmış bir namert, meydanda esir bir aslan gibi, bir dağ gibi duran Osman Batur'a bir ok attı. Bu ok kahramanın tam kalbine isabet etti. Osman Batur şehit oldu. Biz o zaman Keşmir'de bulunuyorduk. Bütün bu olup bitenleri Urumci Radyosu'ndan dinledik. O bizim dağlarımızın hâkimi, o bizim şahlanmış tarihimiz, o bizim bahtımız, talihimizdi. Kendisine bizimle beraber gelmesini söylediğimiz zaman bu dağlar arslanı hayır demişti: “Dövüşeceğim!”. Keşmir'de ruhuna mevlit okuttuk. Konuşmalar yaptık. Osman Batur müsterih ol! Bir gün gelip intikamını alacağız! O satılmış Burhan ve yanaşmalarını, seni dolaştırdıkları Urumci sokaklarında biz de dolaştıracağız. Aynı meydanda biz de onları sorguya çekeceğiz. Leşlerini yere sereceğiz. Bu günleri göreceğiz aziz kahraman. Ruhun şad olsun... İsa Yusuf bunları anlatırken gözleri dolu dolu idi. Yalnız Osman Batur mu? Nice Osmanlar, nice aslanlar böyle dövüşe dövüşe can verdiler. Türkün kahramanlığına Asya'nın ulu dağları Altaylar, Urallar, Tanrı Dağlan şahit. Asya'nın büyük çölleri Tibetler, Taklamakanlar, Tarım çölleri şahit... Sibirya'nın donmuş topraklan şahit... Türkistanlı kardeşlerimize soruyoruz. Şimdi Türkistan'dan ne haber? “Haber yok... Orası artık kat'î surette bolşeviklerin elinde... Yalnız Pakistan'da, Keşmir'de, Hicaz'da birçok kardaşlarımız var. Bunların bir kısmı bizimle birlikte hicret etti. Bir kısmı bizden evvel gelmişlerdi. Şimdi çok acıklı durumdalar. Çoğu, yollarda gelirken ölmüşlerdi. Şaka değil, seyyahların bile aşmaya cesaret edemedikleri dünyanın en büyük arızalannı, Himalaya dağlarını aştık. Soğuktan, sefaletten, yorgunluktan birçokları öldü. Birçoklarının eli ayağı dondu, sakat kaldı. Şimdi 2000 kadar muhacir Türkiye'ye gelmek istiyor. Bizi hiçbir yer kabul etmiyor. Bu kadar uzun misafirlik olmaz, çıkın gidin diyorlar. Nereye gidelim? Nereye?!.. Para yok, pul yok, dost yok... Pasaport vermiyorlar. İşte biz bu yaralı Müslüman Türk kardaşlarımızı temsilen buraya gelmiş bulunuyoruz. Bu hususta devlet adamlarıyla temas ettik, ediyoruz. Türk kardaşlarımız bizi iyi karşıladılar. Minnettarız. İnşallah iyi olacak bu işler...” Şimdi okuyucularımıza İsa Yusuf Alptekin’in Bolşevik mezalimi hakkında çıkardığı broşürden tüyler ürpertici bazı parçalan takdim ediyoruz: Uzun yıllardan beri Doğu Türkistan'da Ruslar, gizli veya aşikâr faaliyette bulunuyorlardı. Nihayet 1933'te çıkan millî isyanlar bekledikleri emellerine kavuşmak fırsatını verdi. 27 Aralık 1933'te, arzularını tahakkuk ettirmek için, memleketimize tanklar ve zırhlı otomobillerle donatılmış ve uçaklarla desteklenen üç Rus tümeni soktular. Bu sırada Doğu Türkistan Millî Kuvvetiyle birçok kanlı savaşlar yaparak 1933 Temmuz ayı içinde millî isyanları bastırıp, o zaman kurulmuş olan Doğu Türkistan Millî Hükûmeti’ni devirdiler. Bu olaydan sonra Doğu Türkistan tarihinde çok karanlık bir sahife açıldı. Ruslar memleketi işgal eder etmez hemen Millî Hükümetin bütün üyelerini toptan tevkif ederek hapsettiler. Daha sonra da bunları hiç sorgusuz sualsiz olarak idam ettiler ki, aralarında Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Hacı Niyaz, Başbakan Mevlâna Sabit, kabine üyeleri, ileri gelen önderler, valiler, eşraf, dinî reisler ve diğer masumlar bulunmakta idi. Şehirler yıkıldı, yağma edildi. İki ay devamlı olarak yüzlerce ağır kamyonlar Türkistan halkından gasp edilen serveti ve tarihî eski eserleri Rusya'ya taşıdılar. Korkunç Rus kâbusu, Türkistan'ın bağrında tazyik ve tedhişini 1943 yılına kadar devam ettirdi. Bu süre içinde Türkler, tarihin en karanlık çağlarında bile yer almamış bulunan baskı ve gayriinsanî zulümlere maruz kaldı. Bu tüyler ürpertici hareketlerden, en vahşî ve yamyamların bile iğreneceği bu açık hakikatlerden bir kısmını aşağıda sıralıyoruz: 1. Türklerin başına madenî bir başlık giydirerek bundan elektrik cereyanı geçirip ve böylece masumun gözlerini dışarı fırlatmak suretiyle eziyet etmek. 2. Başını bir makineye, ayaklarını da başka bir makineye bağlayarak her iki makineyi aksi istikamete hareket ettirmek suretiyle birçok masum Türklere feci şekilde eziyet etmek. 3. Kızgın demirle vücudu dağlamak. 4. Dağlanmış vücut üzerine kızgın yağ dökmek. 5. Vücudun çeşitli yerlerine demir çiviler ve gramofon iğneleri çakmak. 6. Kurbanları, cinsiyet uzuvları üzerine kolayca vurmayı sağlayacak şekilde oturtmak. 7. Cinsiyet uzvu içine domuz kılı sokmak. 8. Ferce kızgın demir çubuk sokmak. 9. Türklerin tırnaklarının artısına, parmaklan parçalayacak şekilde çivi çakmak. 10. Türk’ü bir sabit yuvarlak üzerine dikerek orada günlerce bırakmak. 11. Kışın sıfırın altında otuz derece soğukta buz bloklan üstünde yatırmak. 12. Başın ve bütün vücudun derisini yüzmek. 13. Vücudu keskin uçlu demir taraklarla taramak. 14. Türkleri sıkıca bağladıktan sonra ağız ve burun deliklerine kostik ve diğer yakıcı asitler dökmek. (Bunlar yapılan işkencelerin bir kısmıdır.) ve İSTİKLAL MÜCADELESİ Medenî dünyanın gözü önünde, Avrupa'nın hemen yanında, Hukuku beşer beyannamesini bütün dünyaya ilân eden Fransa tarafından Şimalî Afrika Müslümanlarına yapılan zulümler devam etmektedir. Gün geçmiyor ki gazeteler, radyolar Şimalî Afrika hâdiselerinden bahsetmesin. Evvelâ bizim radyolarımız, gazetelerimiz bu istiklâl ve hürriyet mücahitlerinden Fransız gazete ve radyolarına uyarak “Âsiler”, “Tedhişçiler” diye bahsediyorlardı. Sonra biraz insafa geldiler: Tedhişçi ve âsi yerine “mukavemetçi”, “milliyetçi” gibi tabirler kullanmaya başladılar. Türkiye'de hiçbir zaman, bilhassa gazeteciler Türk milletinin hakikî hissiyatına tercüman olamamışlar, hele meselenin Müslümanlarla, Müslümanlıkla alâkası varsa, ona ya Hristiyan, ya Yahudi penceresinden bakmışlardır. Cezayir’de, Fas'ta, Tunus'ta yaşayanlar kimlerdir? Şerefli bir maziye malik olan Tarık'ın torunları, asırlarca beraber yaşadığımız din kardeşlerimiz değil mi? Cezayir Marşı ve Cezayir türküleri hâlâ Anadolu Türkünün gönlünde yaşamıyor mu; hâlâ o marşları dinlemiyor, o türküleri söylemiyor muyuz? Şimalî Afrika Müslümanları hâlâ Türklere bir kurtarıcı, bir hâmi gözüyle bakmıyorlar mı? Millî Mücadele kahramanlarımızın resimlerini Kur'anı Kerim'in içinde saklamıyor, isimlerini bir dua gibi kalpten kalbe dolaştırmıyorlar mı? Yere düşen bir kibrit kutusundaki ayyıldızı hemen alıp, öpüp başlarının üstüne koyan bu Müslümanlar değil mi? Bizlere bu kadar candan, ciğerden, gönülden bağlı bu zavallı insanlara karşı, hükümet olarak, millet olarak takındığımız tavır nedir? Şimalî Afrika'da Fransız zulmü, artık örtbas edilemeyecek, gizlenemeyecek bir hâle gelince mesele Birleşmiş Milletlere intikal etti. Başta Müslüman memleketler olmak üzere, Avrupalı, Asyalı hemen hemen bütün komşularımız mücahitler, mazlumlar tarafını tuttular... Bizim delegemiz ise Fransa'yı!.. Bu hareketin üniversite talebelerinden tutun da köy kahvelerine varıncaya kadar nasıl fena karşılandığını biz biliyoruz! Hükümetimizin takip etmekte olduğu Şark siyasetini, İslâm memleketler arasında birlik, beraberlik politikasını, bu zihniyetin eseri olan Bağdat Paktı'nı hararetle tasvip ediyoruz. Yalnız şunu unutmamak lâzımdır ki; Şimalî Afrika mücadelesi gibi bütün Yakın Şark’ın hele Müslüman memleketlerin, Bağdat Paktı devletlerinin üzerinde hassasiyetle durduğu bu meselede bizimkilerin verdiği bu karar, siyaset ve kiyasetle telif edilir şeylerden değildir. Bu vaziyet karşısında elbette Arap milletleri bize yanaşmazlar. Bütün İslâm âlemi şunu bilsin ki: Türk milletinin Müslüman Anadolu halkının hissiyatını, fikriyatını yarı Fransızca, yarı Türkçe konuşan, Anadolu halkıyla zerre kadar alâkası olmayan, onun inandığına inanmayan, onun gibi düşünmeyen, kendilerine Türk matbuatı süsü veren monşerlerden öğrenmek mümkün değildir... Onların âlemi başka, Türk milletinin âlemi başkadır. Hükümetimiz hakikaten bir İslâm siyaseti gütmek, İslâm milletlerini etrafında toplamak istiyorsa, büyük müttefiklerimize anlatmalı ki: “Bizim coğrafyadan, tarihten, kendi bünyemizden gelen hususiyetlerimiz vardır. Biz kendi hususiyetlerimiz içinde manalıyız ve bir kıymet ifade ederiz. Eğer bizi kuvvetli bir müttefik, Yakın Doğu'nun lideri olarak görmek istiyorsanız bazı hususlarda bizi kendi hâlimize bırakınız. Meselâ biz bir Türk ve Müslüman olarak Afrika hâdiseleri karşısında sizin gibi hareket edemeyiz. Bir kere biz, Birinci Dünya Harbi'nin sonunda aynı İstiklâl Mücadelelerini yapmış insanlar olarak hürriyet ve istiklâl mücahitlerini tutmak mecburiyetindeyiz. Saniyen muhariplerle aramızda sıkı tarihî, dinî bağlar var. Sonra Bağdat Paktı’yla bağlandığımız devletlerin hiçbiri Fransa'nın Şimalî Afrika'da takip ettiği siyaseti tasvip etmiyor. Hükümet olarak, millet olarak, mütemadiyen protestolarda bulunuyorlar... Bizim de bu havaya uymamız lâzımdır. Yakın Doğu'da en mühim ve en geniş sahaya yerleşmiş olan ve ırk itibarıyla nüfus bakımından da büyük bir yekûn teşkil eden Araplarla iyi geçinmek mecburiyetindeyiz. Yakın Şark'ta bizim müşkül vaziyette kalmamız, sizin işinizi de güçleştirir, zorlaştırır...” demeliyiz. Şimdi okuyucularımıza, medenî Fransa'nın Şimalî Afrika Müslümanlanna tatbik ettiği korkunç işkencelerden bazılarını görelim: Cezayir'deki istiklâlci, milliyetçi kuvvetleri “Cezayir Millî Hareketi” adında gizli bir teşkilât idare etmektedir. Bu teşkilâtın: “Halkın Sesi La Voix du Peuple” isimli bir gazetesi vardır. Fransızlar Şimalî Afrika'daki mevcut kuvvetleriyle istiklâlcilere karşı başa çıkamayınca, Hindi Çini'deki askerlerinin büyük bir kısmını bu mıntıkaya aktarmış, tarihte misli görülmemiş cinayetler irtikâp etmişlerdir. Müslüman halkı nerede görürlerse, hatta camilerde ibadet ederken dahi, makineli tüfek ateşine tutmuşlardır. Bigünah sivil halkı ya öldürmek, ya esir almak için girişilen kanlı hareketler devam etmektedir. Cezayir'de bulunan Fransız polisinin işkence usulleri neredeyse Rus mezalimini dahi gölgede bırakacak vaziyettedir. Yukarıda bahsedilen gazetenin “Gestapo iş başında” başlıklı yazısından şunları alıyoruz: İşkenceler 1. Lavement işkencesi: Zavallı esir Müslüman çırılçıplak soyulur. Zavallının makatına, bir ucu tazyikli musluğa bağlı boru sokulur. Musluk açılınca adamcağızın karnı şişmeye başlar... İyice davul gibi şişince, polis mazlumun kamına bir tekme atar; musluk açılır, su boşaltılır... Tekrar doldurulur, tekrar tekme... Onların istediği söyleninceye, işlenmedik suçlar itiraf edilinceye kadar bu ameliyeye devam edilir. 2. Nefes kesme işkencesi: Hususî surette yapılmış bir lâstik, işkence yapılacak adamın göğsüne geçirilerek, adamın nefesi kesilinceye kadar şişirilir. Suçunu (I) itiraf edinceye kadar bu baskı devam eder. 3. Topaç işkencesi: Polisler zavallının etrafında halka olurlar. Adam bu halkanın içinde bir parmağı yerde iki büklüm olmuş bir vaziyette, kendi etrafında dönmeye mecbur tutulur. Her polisin önünden geçerken birer tekme yer. En galiz küfürlerle karşılanır. İfadesi böyle alınır. 4. Kırbaç işkencesi: Esir el ve ayaklarından bir yere sıkıca bağlanır, çarmıha gerilir. Eğer suçunu itiraf etmezse bayılıncaya kadar kırbaçlanır. 5. Su fışkırtmak suretiyle işkence: Adam soyulur; sırt üstü yatırılır. Elleri sıkıca bağlanır. Zavallının yüzüne, gözüne tazyikli su fışkırtılır. Bayılınca sun'î teneffüsle ayıltılıp tekrar aynı hareketlere devam edilir. 6. Asmak suretiyle işkence: Bu usulde işkence edilecek adam ya bir kolundan, ya ayaklarından tavana asılır. Birinci hâlde adamın kolu çıkar; ikinci hâlde kan beynine hücum eder, ilâahiri... İşkenceler bundan ibaret değildir. Daha iğrenç ve korkunçları da vardır. İşte böyle ifadeler alınır. Zabıtlar tutulur. Yüzlerce, binlerce Müslüman mahkemelere sevk edilir. Kararlar bu zabıtlara göre verilir.. İdam, kürek cezası, sürgünler... İşte medeniyet önderliği yapan, bizim de desteklediğimiz Fransa'nın marifeti.. Ve işte mazlum, mağdur Müslümanlar!..
·
181 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.