Gönderi

DÜNDAR’IN OLUMU Bazı işlerim için Antalya'da bulunuyordum. Gençlerden bir grup “Sizlere ömür, Dündar ağabeyi kaybettik” dediler... “Ne?! Kim?!. Ne zaman?!” diyebilmişim.. İlâve ettiler: “Şimdi radyo söyledi...” Gençler bana bakıyordu, ben onlara.. Hepimizin nutku tutulmuştu. Dündar ağabey, Dündar Bey, Taşer, Komutan, Binbaşım... Gençler arasında bu isimlerle anılırdı. Bu kadar özel, güzel vasıflan olan bir adam... Nasıl ölürdü?. Karaciğerden rahatsızdı. “Acaba” diyordum, ondan mı öldü?. Birgün kendisine takılmıştım: “Zaten sizin ciğeriniz beş para etmez” diye.. Gülüşmüştük... Vay Dündar vay. Öldü ha... Ne diri, ne canlı, ne hoşsohbet adamdı Dündar Taşer... Dündar Taşer kimdi, nasıl bir adamdı, ne yapmıştı. Daha neler yapmak istiyordu? Şahsiyeti, fikirleri, davası... Dündar Taşer, isim yapmış birçok milliyetçiler gibi, öteden beri bilinen milliyetçilerden Haaa.. şu malûm adamlar”dan değildi. O bir tabiat hâdisesi gibi birdenbire ortaya çıkmış, değerini herkese kabul ettirmişti... Bu hâdise ne idi? Bu hâdise (Millî Birlik Hareketi) idi. 27 Mayıs 1960 fırtınası, seylabı, birtakım sel artığı gereksiz adamlarla birlikte böyle cevherler de getirmişti. Bir Alparslan Türkeş'i, bir Muzaffer Özdağ'ı, Ahmet Er'i, hatta Numan Esin'i eskiden biliyorduk. Ben Serdengeçti'yi çıkarırken Özdağ ve Numan Harbokulu'nda talebe idiler. O zaman “Türkçülüğün Esasları”nı bastırmıştım. Bu gençler bu kitaptan alıp Harbokulu'nda dağıtıyorlardı. İhtilâl sabahı başta Türkeş olmak üzere bu arkadaşların isimlerini işitince yüreğime su serpilmişti. Bu arkadaşları, kurulacak yeni düzenin bir garantisi olarak görüyordum. Dündar'la çok sonraları tanıştık. Taşer'i kafama ilk sokan Hüseyin oldu. Bizim Hüseyin Üzmez. “Çok zekî bir adam” diyordu. “Askere benzemez” diyordu.. Hâdiseler bizi buluşturdu. Sonra da birleştirdi. Evvelâ şunu arz edeyim Dündar, beylik adamlardan değildi. Ne beydi, ne beylikti. Hakkında yazılanları okudum da bana biraz askerlik künyesi gibi beylik geldi. Şüphesiz güzel samimî yazılardı. Hepsi de Dündar'a lâyık yazılardı. Amma ne bileyim, nasıl söyleyeyim. Bu yazılar beylik, hazır elbiseler gibiydi. “Cesurdu, kahramandı, vefakârdı. Büyük milliyetçi, büyük fikir adamıydı” malûm şeyler. Bunlar kabir taşlarına yazılan “Hüvelbâkî” gibi sözler. Gene hiç şüphesiz Dündar bu vasıflardan ayrı değildi, amma o daha bir başka şeydi. Güzel olan her şey güzeldir, zekâ... Zekî insanda güzelliğin de ötesinde bir şey var. Dündar kelimenin tam manasıyla zekî adamdı. Konuşmaya başladığı zaman tadına doyulmazdı. Her şeyi açardı, seçerdi... Konuşurken kendinden geçerdi zekânın terlemesiydi. Herkes gibi konuşmazdı. Kimsenin görmediği, bilmediği şeyleri bulur çıkarırdı. Yahut hepimizin bildiğimiz, üzerinde kat’î hüküm verdiğimiz nesneleri, fikirleri, kanaatleri yeniden öyle ele alışı, anlayışı ve anlatışı vardı ki, tutulur kalırdınız. Birgün bana “Yahu kumandan” dedi; (Ben ona kumandan dediğim için o da bana kumandan derdi.) “Emâneti mukaddese var ya, Yavuz'un Mısır'dan alıp getirdiği mukaddes emanetler... Peygamberimizin hırkası, kılıcı vs. İşte bu eşyalar İstanbul'da, Hırkai Şerif camiinde muhafaza ediliyor. Yavuz Sultan Selim bu mukaddes eşyaları İstanbul'a getirdiği andan itibaren Hırkai Şerifte, mukaddes emanetlerin huzurunda devamlı Kur'an okunmuş. Bir dakika dahi ara vermeden 1515'ten 1919'a kadar. Tam dört yüz küsur sene. Allah Allah... Bu ne hürmet, bu ne gayret... Bu ne saffet. İşte Türk bu. Hâlbuki Araplar...” Dündar, Arapları hiç sevmezdi. Fakat Kürtlere Türklerin amcazadesi, emmioğlu derdi. Dündar tarihe böyle nirengi noktalan bulur, bu noktalardan bakardı. Mukaddes emanetlerden, Kur'an ayetlerinden kıt'alara, asırlara, nesillere böyle bir noktadan bakardı. O ne bir tarihçi, ne de bir edebiyatçı idi. Fakat kendisinde öylesine köklü, renkli, orijinal bir tarih şuuru vardı ki, dik. Edebiyatçı da değildi. Fakat edebî zevki vardı. Baklava yapmasını bilmezdi amma tadından anlardı. Divan edebiyatını anlatırken, bu edebiyattan parçalar okurken âdeta dîvâne olurdu. Asrımızın büyük zekâlarından biri olan ve hemen Allah'tan, Peygamberden, Abdülhakim Efendi'den başka kimseyi beğenmeyen Necip Fazıl; “Hayret, askerden böyle bir adam çıksın” demişti. Esasen Dündar'da askerî hâl asgarî idi. Sohbet adamıydı, dost adamdı. Her yerde herkes tarafından istenen adamdı. İstanbul'da Marmara vatandaşları (Marmara kahvesine devam edenler) “Dündar Bey ne zaman gelecek? Dündar ağabey ne zaman gelecek?” diye sorar beklerdi. Gelince başta Ziya Nur ve şoför Kâmil olmak üzere herkesin gözü gönlü açılırdı. Şoför Kâmil'in arabası artık emre hazırdı. Ziya Bey, Marmara Kahvesi'nin vefalı müdavimlerinden. Kültürlü bir arkadaş, öyle herkesle fazla konuşmaz. Müstehzi bir tip. Dündar gelince günü doğardı Ziya'nın. Dündar'la bir köşeye çekilirler, konuşurlar, konuşurlardı. Millet bu iki dostun etrafını sarar, onların konuşmalarından bir şeyler anlamaya, bir şeyler dinlemeye çalışırlardı. Fakat ne mümkün... Bu iki adam bu kadar kalabalık içinde halvet olurlardı. Dinleyiciler onların sadece ağızlarının açılıp kapandığını görürdü. Sessiz film gibi... Dündar'ın bu hâli de vardı. Bir kafadarını buldu mu dünyayı gözü görmezdi. O umumî adamdan çok, hususî adamdı. Bu bakımdan da şu “halk adamı”, “halk çocuğu” gibi herkesin sevdiği benimsediği tabirleri sevmezdi. “Hele, derdi, şu halk çocuğu tabirini hiç sevmiyorum.” Ben “Sokak çocuğu gibi bir şey mi geliyor aklına?” deyivermiştim. “Hay ceddine rahmet kumandan... Tam öyle” demişti. Zannedersem beni espri ve mizah adamı olarak sevmiş, tanımıştı. Radyo konuşmalarımda İsmet Paşa için: “Paşam, bir zamanlar senin emrin olmadan Yenişehir'deki akasya ağaçlan bile çiçek açmazdı. O zaman her şey senin emrinde, elinde iken toprak kanununu niye çıkarmadın ha... Sandalyeden düşünce, ayağın toprağa değince mi toprak aklına geliyor? Sen milleti, sen köylüyü toprağa kavuşturursun amma ne zaman, nerede? Mezarlıkta mezarlıkta” demiştim. Bir de “Seçim sandığından ümidini kesen İnönü, elini cephane sandığına attı. Gençliği ve orduyu kışkırttı. Şimdi de petrolden bahsediyor. Çünkü petrol çabuk ateş alır. İnönü ateşle oynamasını sever. İktidar kandilinin gazı bitince petrol kanunu ha...” gibi lâflar etmiştim de rahmetli: “Bu seçimin en güzel konuşması, İnönü'ye verilecek en güzel cevap bu” demişti. Sonra da Türk mizahı üzerinde durmuştuk. Neler biliyordu, neler söylüyordu. Birgün Öztürkçe pardon uydurma Türkçe ile yaşamlı maşamlı bir şiir yazmış. Bana okumuştu. Hayatımda bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. Aynen kopya etmiştim. Bazı gençler kendisini sevmiyorlardı. “Toplumcu değil bireyci” (ferdiyetçi) diyorlardı. Evet, Dündar günün moda fikirlerine sahip çıkmazdı. “Desinler”in, “alkışlasınlar”ın “beğensinler”in adamı değildi. Fikri olan adamdı. Bu fikir moda fikirlerden değildi. Kökü vardı. Köklüydü. Evet, ferdiyetçi, liberalistti. Liberalizmi ferdiyetçiliğin bir neticesi olarak görürdü. Amma bu ferdiyetçilik dar, nefsanî bir ferdiyetçilik, amma bu liberalizm her şeyi silip süpüren imansız insafsız bir kapitalizme varan liberalizm değildi. Onun ferdiyetçiliği toplumu da içine alan, geniş, engin bir ferdiyetçilik, onun liberalizmi insan haysiyetine, zekâsına, buluşuna değer veren renkli, ışıklı, insaflı, imanlı bir liberalizmdi. Eski Alman Başvekillerinden, İkinci Cihan Harbi'nde Almanya'nın Türkiye'de Büyükelçisi bulunan Von Popen'le, kendisi Avrupa'da iken yaptığı konuşmaları anlatır, bu husustaki görüşünü bu büyük devlet adamının görüşleriyle de takviye ederdi. Dündar Taşer gerçek bir milliyetçi idi. Esasen milliyetçilikte toplumculuk da var. Millet bir toplumdur. Fakat her toplum, millet değildir. Türk milletini iyi anlamıştı. İyi anladığı için onun meselelerini iyi tahlil ederdi. Herkesin 2x2=4 gibi bildiği şeyleri yeniden ele alır, tarihî, mantıkî ölçülere vurarak tahliller yapar, sağlam neticelere varırdı. Zamana, mekâna hatta imkâna karşı koyan adamdı. Şu herkesin ağzından düşürmediği “reformlar” şu “ilkeler” şu “ekonomik nedenler, sorunlar..” Dündar'ın zekâsı önünde tuzla buz olurdu. Millet nasıl aldatılıyordu? Memlekette ne kadar tembel, işlemez kafa vardı. Şu Ord. Prof.lardan çoğu bir “puf’tan ibaretti. “Halep orda ise arşın burda” idi. “Akıl var, mantık var, ölçü var” diyordu. Heyhat memleketi akıl, ölçü, mantık idare etmiyordu. Bir curcunadır gidiyordu. Küçük, diri “Hareket”li bir partinin fikir ve hareket mes’uliyeti, üzerinde idi. Son yıllarda anarşizme, komünizme, Kürtçülüğe karşı Millî Hareket'in gençleri çetin bir mücadeleye girişmişlerdi. Gençlerimiz fakültelere sokulmuyor, yurtlarından kovuluyor, dövülüyor, öldürülüyorlardı. Ben bağrından vurulan Süleyman Özmen'i, bu dağ gibi imanlı çocuğu, üniversite koridorlarında bir dal gibi devrilen İmamoğlu Yusuf'u, ciğerleri pompa ile parçalanıp binanın üst katından sokağa atılan Önkuzu Dursun'u, daha tırnakları sökülenleri, tabanlannın altı üç hilâl şeklinde yarılanları gördükçe perişan oluyordum. Bir gün dayanamayıp telefonu açtım. Dündar'a: “Ne oluyoruz kumandan. Bu çocuklara ben dayanamıyorum” dedim. Dündar iki kelime ile cevap verdi. “Darülharp... Harpteyiz...” Sonra ses yok. Kendi kendime Darülfünun... Darülharp... Darülcünun... Üniversiteler harp sahası hâline geldi... Aman yarabbi!.. demiştim. Dündar bir hayli “sivilize” olmasına rağmen ne de olsa askerdi. Var'la yok, ölümle kalım arasında konuşuyordu. Konuşmaları namluda bekleyen kurşun gibiydi. Bu kurşunun fazla beklemeye de tahammülü yoktu. Kendisi anlatıyor: Bir gün yaman bir komünistle münakaşa ediyorlarmış. Komünist ikide bir “tarihin değişmez kaderi” deyip duruyormuş. “Sosyal determinizm. Marks... Tarihî maddecilik v.s.” Buna karşı Dündar da vatanı kastederek; “Bu da coğrafyanın değişmez kaderi” demiş. Bravo kumandan dedim. Vatanımızın sıra sıra dağlarını ona gösteriverseydin. Bu dağlar çökmez, değişmez, aşılmaz... Komünist bu dağlan aşamadı... Değil mi kumandan? Gözlerinin içi gülerek: Aşamadı, aşamaz... Aşırtır mıyız vatanımızın dağlarımızı.. demişti. Sen de bir dağsın kumandan.. Seni de aşamazlar... Sahi mi? Toroslar kadar yüksek miyim?. Bunları konuşan Güneyli iki Türk insanı idi. Dündar sevimli adamdı da. O Güney insanlannın sıcaklığı vardır her hâline. Hafif tertip Anteplilik, Türkmenlik gurur ve şuuru da vardı. Türkmenlerin Anadolu'ya yerleşmesini, yaşayışlannı, maceralarını çok iyi biliyordu. Destanlannı, koşmalannı, varsağılarını zevkle okurdu. Amma bencileyin her şeyin bir püf noktasını bulur, alaya alırdı. Bazen kendisi de kendi istihzasından kurtulamazdı: İşler nasıl kumandan? İktidara geliyoruz... Az kaldı... Yani kaç santim? Kızlık zarı kadar bir şey mi? Yaşadık öyleyse. Yaşasın 100 milyonluk Türkiye. İşte böyle... Yazı hayatına gelince... Dündar'ın yazı hayatı yenidir. O çoktan beri aranan, bir türlü bulunamayan, fakat bir gün bir yerden fışkırıveren petrol gibiydi. Öyle çıkmıştı ortaya... Siyasî İçtimaî bir deprem 27 Mayıs'ta ortaya Dündar'ı da çıkarmıştı. Dündar düşünen, okuyan, güzel konuşan adamdı. Bir gün ona “Yazı yazsana..” dedim. Nasıl yazarım alışkın değilim.. Yazmaz gibi yaz. Konuşur gibi... İşte böyle... Kısa, canlı... Nefes alır verir gibi... Sıcak... Kısa ve askerce... Emriyevmî gibi, dedim ve ilâve ettim: Türkçenin kuvveti kadar zaafı da var: "rek”, “rak”, “ile”, “dir”, “dır” mümkün mertebe bunlardan kaçınacaksın. Hele uzun cümle... Türk'ün uzun beklemeye tahammülü yok. Kısa, kat'i... Canlı, sivri... Buluşlar olacak... Gevelemek yok... Çok güzel, bir deniyeyim, dedi. Denedi, yazdı, az zamanda kuvvetli bir yazar oldu. Fakat alnının yazısı da yazıldı. Kısa zamanda yazıldı... Kader... Birgün “gazete çıkaramadık, olmadı, olmuyor” diye dertlenip duruyorduk. Dündar sesini yükselterek: Hiç merak etmeyin demişti. Az bir zaman sonra bütün gazetelerin başmakalelerini telefonla ben yazdıracağım. Ayrı bir gazeteye lüzum yok. Gençler ne kadar ümitlenmiş, sevinmişlerdi.. Ben içimden “Dündar kendi kendini de, bizi de matrağa almaya başladı” demiştim. Her insanın bir sürü zaafı, yenik yeri olur. Şüphesiz Dündar da bir insandı. Onun da zayıf, yufka yerleri vardı. Meselâ hakikatle hayali karıştırması... Daha doğrusu barıştırması. Çocuksu nikbinliği... Çoğu zaman ciddîlikten kaçması. Bu tarafı Dündar'a ve ekibine çok şey kaybettikmişti. (Kendisi anlatırdı.) Bir de 27 Mayıs zaafı vardı. Her sözüne, tarihçilerin Milâttan evvel, Milâttan sonra diye başlaması gibi 27 Mayıs'la başlardı. 27 Mayıs'ı gözünde çok büyütürdü. Kısa bir zaman için milletin kaderine hükmetmiş olmaları, kendilerini ebediyen milletin mütevellisi gibi görmelerine sebep olmuştu. Dündar da kendisini bu zaaftan kurtaramıyordu. “Türkiye'de bizim haberimiz olmadan, hatta muvafakatimiz alınmadan (olmadan) askerî bir darbe olamaz” diyordu ciddî ciddî. Hatta ben dayanamadım yüzüne karşı: Yahu siz kendinizi ne sanıyorsunuz? Milletin kader terazisinde sizin yeriniz kaldı mı? Terazinin ipi çoktan koptu. Siz düştünüz. Hâlâ... Eh, dedi, öyle oldu. Biz de o teraziyi bıraktık... Üç hilâli aldık. (Partinin işareti evvelce terazi idi.) Kumandan siz derken yalnız sizi değil, bütün Millî Birlikçileri kastediyorum. Darılmadı, kırılmadı. Amma rahmetli Dündar'ın Milâdı İsâ'sı (yine de) 27 Mayıs idi. Sonra Millî Birlikçileri teker teker ele aldı. Karakterlerini çizdi. Hepsini bir ipliğe dizdi. Şuraya astı... Ne güzel, ne yaman, buluşlar... Ne güzel karikatürize ediyordu onları. Hele Madanoğlu'nu falan... İşte Taşer bu anlattıklarımın içindedir. Amma neresindedir? Hangi tarafı ağır basar, bilinmez. Tıpkı yemeğin içindeki lezzet gibi... (Yemeği gösterebilirsiniz de lezzet denilen şeyi asla) Dündar çok tatlı, lezzetli adamdı. Anlatılamaz... Yaşanır, dinlenir, konuşulur... Öyle bir lezzet verirdi ki insana dayanamazdınız da. (Eğer tesadüfse) Ne aksi tesadüf.. Ne berbat kaza... Adamakıllı trafik kazası bile değil... Şaka gibi. Zannedersiniz ki rahmetli bu oyunu kendi hazırladı. Bana hiç ölmemiş gibi geliyor. Gülen gözleriyle gözlerimin içine bakıyor. Nerden kumandan, diye soruyorum. O: Şuradan geliyordum. Bir ekmekçi arabası geri geri geliyordu. Biz de gericiyiz ya, arabanın gerisinde idim. Bana çarptı araba. Hayır ben ona çarptım, işte böyle... Demek ekmeğe hürmetinden ekmek arabasının gerisindeydin ha? Evet.. Sen bilmez misin, “Ekmeği ikram ediniz, hürmet ediniz” diye bir hadisi şerif var. Var... Bu şakaların, bu zavallı ekmek arabasının ardında bir ölüm olacağını nereden bilelim? Büyük bir ölüm... Hem de Dündar Taşer'in ölümü... Bir ışığın sönüşü, bir dağın yerinden oynayışı, bir fırtınanın dinişi gibi bir ölüm. Bizim kumandanımız, sevgili arkadaşımız, ağabeyimiz, binbaşımız Dündar Taşer... Bağrımıza taş basıp susuyoruz. Huzurunda hürmetle eğiliyoruz. Cenabıhak sana gani gani rahmet eylesin.
·
430 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.