Gönderi

Nikos Kazancakis [18 Şubat 1883-1957]
...ölüm bazen hayatımızın içine, baş döndüren bir koku gibi akar; hele de ıssız bir yerde olup, ay ışığı ve derin bir sessizlik varken, insanın vücudu yeni yıkanmış, hafifçecikken ve ruhun karşısına aşırı engeller çıkmazken, yani uykuda. İşte o vakit, bir an için hayatla ölüm arasındaki yarım duvar saydamlaşır, insan onun arkasında, toprakların altında neler olduğunu görür. Bu ıssızlıkta, böyle bir hafifleme ânında Zorba uykuma girdi. Nasıl olduğunu, ne dediğini, nereden geldiğini hiç hatırlamıyorum. Uyandığımda, yüreğim yerinden kopacak gibiydi ve birden, nasıl olduğunu bilmiyorum, gözlerim yaşlarla doluverdi. Aynı anda, ikimizin Girit kıyısında yaşadığımız hayatı yeniden kurma; belleğimi zorlayıp Zorba'nın bütün dağınık konuşmalarını, bağırmalarını, el hareketlerini, gülüşlerini, ağlayışlarını, bütün rakslarını hatırlama ve onları kurtarma yolunda güçlü bir istek -istek değil, zorunluluk- içimi sardı. O kadar güçlü ve aniydi ki bu, o günlerde dünyanın herhangi bir yerinde, Zorba'nın can çekişmekte olduğundan korktum. Çünkü hayatımı onun hayatıyla o kadar birleşmiş duymaktaydım ki, biri ölürken ötekinin sarsılıp bağırmamasına olasılık tanımıyordum. Zorbanın belleğimdeki bütün izlerini toparlayıp söz olarak formüle etmekte bir an için kararsızlık gösterdim. îçimi çocukça bir korku aldı. Şöyle diyordum: «Eğer bunu yaparsam, Zorba gerçekten tehlikede demektir; elimi iten ele karşı koymalıyım...» İki gün, üç gün, bir hafta karşı koydum; kendimi başka yazılara verdim; gezintiler yapıyor, okuyordum. Görünmeyen varoluşu bu gibi düzenlerle aldatmaya çabalamaktaydım. Ama, bütün aklım, huzursuz, ve olanca ağırlığıyla Zorba'nın üzerinde toplanmıştı. Birgün Eğin'de, deniz kıyısındaki evimin taraçasında oturuyordum. Öğle üzeriydi. Çok güneş vardı. Karşımdaki güzel, çıplak Salamin yamaçlarına bakıyordum. Birden, hiç düşünmediğim halde, kâğıt aldım, taraçanın kızgın taşları üzerine uzandım ve Zorba'ya ait olan bu masalı yazmaya başladım. Aceleyle ve heyecan içinde yazıyor, geçmişleri sabırsızca canlandırıyor, Zorba'yı eksiksiz hatırlayıp tamamlamaya çalışıyordum. Sanki yok olursa, bütün sorumluluk benim olacakmış gibi, onun, «Yeronda» yüzünü tam olarak belirlemek için gece gündüz çalışıyordum. Mağaraların içinde, düşlerinde gördükleri atalarının resmini çizen ve ruhun, yüzünü tanıyıp geri dönebilmesi için, onu ellerinden geldiği kadar sadık bir biçimde çizmeye çabalayan vahşi Afrika kabilelerinin büyücüleri gibi çalışmaktaydım. Masal birkaç hafta içinde bitti. Bittiği gün, yine akşam üzeri taraçada oturmuş, denize bakıyordum. El yazım, dizlerimin üstünde duruyordu. Üzerimden bir ağırlık gitmiş gibi, ne sevinç, ne hafiflemeydi o!.. Doğum yapan ve şimdi de, yeni doğmuş çocuğunu koynunda taşıyan bir kadın gibi... O zaman artık güneşin çekildiği bir sıradaydı, kentten mektuplarımı getiren Sula adındaki küçük kız, taraçaya çıktı; tombalak, çıplak ayaklı, hayat dolu bir kızdı bu! Bana bir mektup bıraktı ve koşarak kaçtı. Anladım. Anladım gibime geldi; çünkü açıp okuduğum zaman ayağa fırlayıp bağırmadım, şaşırmadım. Biliyordum. Tam bu anda, böyle el yazılarımı dizlerimde tutup batan güneşi seyrederken bu mektubu alacağımı biliyordum. Sakin sakin, ağlamaksızın okudum; Sırbistan'ın Üsküp kentine yakın bir köyden geliyordu; çata pata bir Almancayla yazılmıştı: çevrilmişini veriyorum. «Ben köyün öğretmeniyim. Burada bir mermer yatağı olan Aleksi Zorba'nın, geçen pazar günü, saat altıda öldüğü yolundaki acı haberi size bildirmek için yazıyorum. Can çekişirken bana şöyle bağırmıştı: «Gel buraya öğretmen, demişti, Yunanistan'da filânca dostum var; öldüğüm zaman ona öldüğümü ve son ânıma kadar aklımın tamamıyla başımda olup kendisini hatırladığımı yaz. Ne yapmışsam pişman olmadığımı da... Sağ olmasını dilediğimi ve artık akıllanması zamanının geldiğini de söyle ona. Eğer, herhangi bir papaz, günahımı çıkarmaya ve beni kutsamaya gelirse, ona defolup gitmesini ve lanetinin üzerimde olmasını istediğimi söyle! Hayatımda yaptım, yaptım, yaptım ve yine de az yaptım. Benim gibi adamların bin yıl yaşaması gerekirdi. Hayırlı geceler!» «Son sözleri bunlardı; birden yastığından doğruldu, çarşafları attı, ayağa kalkmak istedi. Karısı Liuba, ben ve eline sağlam birkaç komşu, onu tutmak üzere koştuk; ama o bizi geriye itti, karyoladan indi, pencereye gitti. Orada pervaza tutundu, uzaklara, dağlara doğru baktı,gözlerini alabildiğince açtı, önce gülmeye, sonra at gibi kişnemeye başladı, ölüm onu böyle dimdik, ayakta, tırnakları pencereye geçmiş halde buldu: «Karısı Liuba size selâm ettiğini ve merhumun kendisine sık sık efendiliğinizden söz ettiğini, santurunu öldüğü zaman, kendisini hatırlamanız için size teslim etmemizi vasiyet ettiğini yazmamı da tembihliyor. «Onun için dul kadın, uygun düşer de köye uğrarsanız, evine buyurup orada kalmanızı ve hayırlısıyla gideceğiniz ertesi sabah da santuru almanızı rica ediyor.» SON
··
57 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.