“Ben bu korkunç kâbusu arkamda bırakmış olsam bile, bu satırları yazarken başkalarının aynı ızdırapları çekmekte olduklarını ve bu iğrenç savaşın hâlâ devam ettiğini bilmem de ayrıca yüreğimi sızlatıyor. Gene de bildiklerimi anlatmak zorundayım. Bu, “ortadan yok olan” Audin’e, işkence gören ötekilere ve hâlâ cesaretle mücadelelerine devam edenlere karşı ödenmesi gerekli bir borç. Ülkelerinin özgürlüğü için her gün hayatlarını verenlere karşı ödenmesi gerekli bir borç bu. Bu satırları paraşütçülerden ayrıldıktan dört ay sonra, Cezayir sivil hapishanesinin 72 numaralı hücresinde yazıyorum. Daha birkaç gün önce üç Cezayirli delikanlının kanları hapishane avlusunda kendilerinden önce canlarını verenlerinkine katıldı. Cellatların, mahkûmları almaya gittikleri anda bütün hücrelerden yükselen acı çığlık ve bunun ardından gelen derin ve yürek tırmalayıcı sessizlik koca Cezayir ülkesini kökünden sarsıyordu. Zifiri karanlıkta parıldayan gözyaşları demirli penceremin camlarına yapıştı. Gardiyanlar her yeri sıkı sıkıya kapadıkları halde mahkûmlardan birinin ağzı tıkanmadan önce, “Tahia El Cezayir! (Yaşasın Cezayir!)” diye haykırdığını duyduk. Ve üç mahkûmdan ilki darağacına çekildiği anda kadınlar kısmından özgür Cezayir’in milli marşı yükseldi tek bir ses halinde:
“Dövüşen koca erkeklerin
Yurdumuza bağımsızlık isteyen
Gür sesleri yükseliyor.
Vatanım, sevgili vatanım
Sana feda hayatım
Sana feda her şeyim.”
Beni okuyan Fransızlara söyleyeceğim işte bunlar. Cezayirlilerin, kendilerinden pek çok şey öğrendikleri ve dostlukları gerçekten kıymetli[…]”