Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

MEZHEPSİZLER ARADAN ÇEKİLMELİDİR...
- " (...) Müslüman cemiyetin hiçbir polemiğe-tartışmaya girmeden Kur’an, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet ve Kıyas ölçü ve hikmetlerinin kesin emir-tâlimatlarını; üzerlerine vazife olan farz, vâcip ve sünnet gibi görevleri dahi gereği gibi yerine getiremedikleri, herkesin mâlûmudur. Hatta, bazı fert ve toplulukların “farz, vâcip ve sünnet” istidat-anlayış ve yorumlarının yanlış olduğu iddiasıyla, binyılların dinamikleri olan ehl-i sünnet anlayışını takbih ederek kendi anlayış ve yorumlarını Müslümanlara dayatmaya kalkan fert ve bölük-pörçük fırkaların herhangi bir birlik-beraberlik içinde olamadıkları da herkesin mâlûmudur. (insanlar, kahvehanede okey oynamak için de, piknikte şiş-kebap çevirmek için de birlikte olur. Birlikten kastımız mâlûm.) Bu zümre ve şahıslar, şunlardır-bunlardır vesaire yeri geldiğinde tek tek işaretliyoruz, geçelim. Müslüman cemiyetin içinde bulunduğu dağ gibi müşkül meseleler karşısında kayıtsız kalan, hiçbir çözüm önerisi sunamayan, tatbik-uygulamaya dayalı hiçbir taktik ve strateji geliştiremeyen fakat, medya desteğiyle sürekli bir şekilde bir taraftan gelip-geçmiş Teymiyye, Efgani, Abduh vesaire gibi atalarını taklit eden, diğer taraftan da sun’i meseleler icad ederek taklit zincirine yeni halkalar oluşturan, böylece ilerlediğini sanan; satılmış ve ahmak soya nispet edilen “mezhepsizlik” ve “telfikçilik” akımının ne denli tutarsız ve realiteden uzak bir hazımsızlık olduğu, on yılların bizlere bıraktığı ağır (çirkin) bir mirastan gayet rahat bir şekilde anlaşılır. Fitne ateşi tutuşturan Bel’âmlar ve sömürge aydınları tarafından aziz milletimize dayatılan bu çirkin mirasa karşı koymak da, “Ehl-i sünnet ve’l-cemaat”in izini adım adım tâkip eden Müslümanların harcıdır. Ehl-i sünnet ve’l-cemaat olmak demek, kuru kuruya taklidi değil, bizzat intisap-ittiba etmeyi ve daha sonra ince tahkik’i gerektirir. Daha da ötesi, kendine has ve husûsî terkibi bir hüküm sahibi olmayı, bir ibda san’atı ortaya koymayı gerekli kılar. (Lügatte ibda’nın bir anlamı; şimdiye kadar misli-benzeri görülmemiş; taklid olmayan bir eser inşa etmek, bir eser sahibi olmaktır.) Eser, müessire nispet edilir. Müessirin eseri-tavrı, vâkıalar karşısında en ufkî fikir ve aksiyon hamlelerine nisbetle şahsiyet bulur. Bu çerçevede; Ehl-i sünnet ve’l-cemaat mensubu her fert, ruhî-fikrî faaliyetlerle birlikte en ufkî aksiyon hamlelerinde bulunarak küfre-emperyalizme karşı kanının son damlasına kadar mücadele etmeyi “olmazsa olmaz!” bir ilke-prensip olarak kabul eder. Diğeri, yarım-yamalak bilgi kırıntılarıyla, ilim ehli havasına yatıp, “kuru-kuru kurbanın olayım” lâkırdılarıyla, kavga kaçkınlığına mâzeret aranarak, ehl-i sünnet ve’l-cemaat mensubu filân olunmaz! Peki! Nasıl olunur?; “Çölde susuz nasıl yürürse suya / öylesine bir akıştır bizim ki…” diye, istikâmet sahibi olunarak… Meâlen; “Ahir zamanda Babasız Hak Peygamber Meryemoğlu İsa (a.s), Mehdi Resûl ile birlikte zuhur edecek ve Mutlak Müçtehid olan imamların fürû (dallar, ayrıntılar, teferruat) meselelerde olan ihtilaflarının hepsini hâlledecek; Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkaracak, ona göre amel edecektir vb.” rivâyetler, mâlûm... (Yanlış anlaşılmaya sebebiyet vermesin! Böyle bir şey kesinlikle, Mutlak Müçtehidlerin Kur’an ve Sünnet dışı hüküm çıkardığı ve amêl ettiği anlamına gelmez, gelmez de istidat-anlayışlarının ve kendilerine ulaşan rivâyetlerin çeşitli ve farklı (rahmet olan ihtilaf) olduğundan dolayı değişik içtihadlarda bulunduğu anlamına gelir. Ehl-i sünnet mensupları şunu gayet iyi bilir ki; “En Büyük veli, en küçük sahabînin atının burnundaki toz dahi olamaz!” Bu ölçü, (sahabîler dahil) insanların hiçbirisinin herhangi bir Peygamberin seviyesine ulaşamayacaklarının da ihtarıdır.) Bu kısa çerçevede: Ahir zamanda Meryemoğlu İsa (a.s)’nın ve Mehdi Resûl’ün zuhur edeceğine inanmayan mezhepsizler ve telfikçiler, içinde bulundukları esarete, dolayısıyla cüce cüsselerine ve işledikleri cürümlere bakmadan, Meryemoğlu İsa (a.s)’nın (veya Mehdi Resûl’ün) yapacağı göreve tâlip oluyorlar. Bir taraftan mezhepleri reddeden, diğer taraftan telfikçilik gayreti güden; bir taraftan, “ari kaynağa; Kur’an’a dönmeliyiz” deyip diğer taraftan tonlarca eser-ler karalayan; bir taraftan, “müçtehidlerin içtihadları Kur’an-ı değil, kendilerini bağlar” deyip diğer taraftan, “içtihad yapalım!” diye tepinen; bir taraftan, “şunun-bunun ne dediği önemli değil” deyip diğer taraftan her meselede ahkâm kesen, kısaca, “Biz, atalar veya şunun-bunun İslâm'ına değil, Kur’an İslâm'ına bakarız…” dedikten sonra, “şu-bu” diyen şunun-bunun adamları, her şeyden önce kendi diyalektiklerine göre, “aradan çekilmeli”, Müslümanları Kur’an’la baş başa bırakmalı; kalemlerini kırmalı, ağızlarını kapatmalıdırlar. Çünkü, mantaliteleri gereği söyledikleri her şey, “Kur’an İslâm'ı” değil, kendi “şunun-bunun” İslâm'ı olur… Bu tipler, “Kur’an-ı tezvir tuzağı yapan” tiplerdir. (Tezvir; Ara bozma; yalanı süsleyip, gerçek diye yutturma gayretkeşliği.) Nefsin tuzağına düşen ve şeytanın iğvasına aldanan mezhepsizler ve telfikçiler geçmiş ve şimdilerde, “taklitçiliğe hayır, mezhepler bölüp-parçalıyor, gelenekten kopmak lazım, mezhepçi değil İslâmcı olunuz…” gibi aslı-astarı olmayan; iç yüzü fâsid-bâtıl olan hükümler döktürüyor, bunun yanı sıra da geçmişlerinde dur-durak tanımadan, “kıyam, inkılâbî İran, tevhidi İran vs.” diye tepiniyorlardı. Şimdilerde ise neredeyse tamamına yakını ikinci tırnak içinde belirttiğimiz hasletlerinden vazgeçmekle birlikte, birinci tırnak içinde belirttiğimiz şeyleri, diyanetin ilmihâl kitaplarına taşıyacak kadar cozuttular. Cozuttular zira, geçmişte bu adamların ekseriyeti ve taklitçilerine göre, “diyanet imam-hatibi olarak câmilerde imamlık yapmak dahi küfür” olduğu gibi, “bu imamların arkasında namaz kılmak câiz değildi”. Şimdilerde ise bu mezhepsiz ve telfikçiler, global esintinin gayr-i insanî câzibesiyle put adamları iltifat ve takdise koyuldular… Bu adamların rehberlerinden bir tanesi de İranlı Şii Ali Şeriati’dir ki: “Ebu Bekir, Ali’yi siyaset sahnesinden alaşağı ederek hilâfete geçtiği gün, Ebu Zer endişe ve korkuya düştü… Ali’nin yalnızlığı ve siyasi hizipleşme; hilâfet binasının temel taşının yanlış konulmasına neden oldu. Ebu Bekir’in Ömer’i kendisine halife seçmesiyle İslâmî yönetime ikinci darbe de indirilmiş oldu… Ömer de gidince, yaşlı, sofu ve yönetim için yetersiz bir adam olan Osman hükümeti eline aldı. İslâm hükümeti sarsılmaya başladı... Muhammed’in binası kökten viran oldu. Onun zamanında hilâfet, saltanata; İslâmî hâkimiyet kulübesi, Şah’ın sarayına; sadelik ve şatafatlı teşrifata; Muaviye’nin ve Osman’ın yeme içme sarayına dönüştü… Ebu Zer… inanılmaz bir yiğitlikle başkaldırdı… bütün İslâm memleketleri baştan başa Osman’ın aleyhine ayağa kalktı… Ebuzer, İslâm’ı çaresizlerin ve yoksul halkın kurtuluşu olarak görüyordu. Oysa Osman, onu burjuvazinin çıkarlarının muhafazasına âlet ediyordu… O günün toplumunda, Ebuzer’in yoksul sınıfların taraftarı olarak yükselttiği bu sesi hemen kesildi. Bu ses, öyle bir yanar dağın ilk patlamasıydı ki, kıvılcımları bin yıl sonra, 18. ve 19. yüzyılda Avrupa’da pek çok ülkenin eteğini tutuşturdu…şimdi bu hareketler yeniden tekrarlanarak hayat bulmaktadır… onları Yeşil Saray’da ve Osman’ın kirli sarayında yaşayanların aleyhine kışkırtırken görmekteyiz.” gibi, aslı-astarı olmayan hezeyenlar döktürür. Görüldüğü gibi Ali Şeriati kılına kadar şii olduğunu her fırsatta yırtınırcasına haykırmasına rağmen, mezhepsizler ve telfikçiler Şeriati’yi “rehber” olarak izlemekten ve cemiyete takdim etmekten hayâ etmezler. En sıkı tev’illeri ise, “Ali Şeriati’nin Şialığı, Pehlevi Hanedanının Şialığı değil, Ali Şialığıdır!” şeklindedir. Sanki Hz. Ali (r.a) Efendimiz, kendinden önceki üç halîfeye isyan bayrağı açarak, kılıç ve kalem çekmiş gibi! Değil, bu hâdiselerin böyle olması, “Cemel ve Sıffın” vak’alarında dahi Hz. Ali (r.a), kılıçlarını bırakan herkese sonsuz merhamet göstermiş, hatta “Cemel Vak’ası”nda Hârici tayfasının, “ganimeti paylaşalım!” türü çirkefliğine karşı, “Hz. Aişe kime düşecek!” ihtarıyla, Hârici tayfasının çirkef teklifini kan ve can pahası reddetmiştir. Daha sonraki gelişmelerde, bagî-isyancı Hâricilerin ekseriyetinin kellesinin Hz. Ali’nin kılıç darbeleriyle uçurulduğu, hemen hiç kimsenin inkâr edemeyeceği tarihi bir argümandır. Şeriati’ye aid olan satırların benzerleri tarih boyunca ehl-i sünnet âlimleri tarafından şiddetle tenkid edilmiştir yâni diğer sapık fırkalara karşı yazılan reddiyelerle birlikte Şiaya karşı yazılan reddiye kitapları, (Makaalât, Fırak veya Milel ve Nihâl) hakikaten kütüphane raflarını çökertecek kadar fazladır. Burada sâdece şuna dikkat çekmek istiyoruz; “Avrupa’da işçi sınıfının mücadelesini, Ebuzer’in tutuşturduğu bir yanar dağın ilk patlaması” olarak değerlendiren-gören Ali Şeriati’nin bu görüşü onun, Marx, Engels, Sımon, Proudhon ve Bakûnin gibi adamları ne kadar tanı-ma-dığını gösterir. Bunların hepsi, “Allah’sız, kitapsız” fikir adamlarıdır, nereden Ebuzer’i tanıyacak, nereden onun bayrağını taşıyacaklar? Bunlar, değil Ebuzer’i, İslâm’ı ve İslâm’ın Peygamberini bile asliyetiyle tanımazlar. Sâdece bu çerçevede; Şeriati’nin, Ebuzer’in onlara benzemediğini ifade etmesinin hiçbir hakikati yoktur. Hz. Ebuzer, hakikaten takvâ ehli ve aynı zamanda yiğit olan sahabelerin başında yer alır. Kendisi, Şiaların elinde âlet olmayacak kadar da basiret sahibidir. Fakat neylersin, insanoğlu bu! Yahudilerin Hz. Musa (a.s.)’a sığınarak, Hz. İsa (a.s.)’ı reddetmesi veya Hristiyanların Hz. İsa’ya sığınarak son Peygamber Resûlü Ekrem (sa.v.)’i reddetmesi gibi bunlar da, Hz. Ebuzer ve Hz. Ali gibi yüce insanların arkasına sığınarak, onların yârenleri olan Hz. Ebubekir, Hz.Ömer ve Hz. Osman gibi yüce insanlara saldırmaktan hayâ etmezler… Herhangi bir şeyi muhakeme ederken, muhakemenin hangi hususta yapıldığının bile izaha ihtiyaç duyulduğu bir hakikat… Genel olarak cibilliyetsiz, serkeş ve başıbozuk sürülerin, özel olarak da Müslüman cemiyetlerde bir kısım fertlerin “kimlik buhranı” na gark olduğu bir hakikat. Bu çerçevede; bir kısım zümrenin, kendileri dışında olan cemaatleri dolaylı-dolaysız “tekfir” ettikleri, diğer taraftan da, “Tevhid-i Müslüman!” sıfatıyla cemiyetin nazarında arz-ı endam ettikleri de bir hakikat. Yine bazı zübüklerin, hiçbir cemaate mensup olmadıklarını, bununla birlikte hiçbir cemaati “tekfir” etmediklerini fakat, kendilerinin sâdece Müslüman cemaate mensup olduklarını gubara gubara deklare ettikleri de bir hakikat. En son zikrettiğimiz tiplere; “Peki! Cemaatler üstü müsünüz?” diye bir soru sorduğunuzda ise, apışıp kaldıkları, ezilip-büzülerek kıvırttıkları da bir hakikat, ilânihaye… Bunların tamamı birbirlerine zıd görüntü sergilemeleri ve birbirlerine zıd olmalarına rağmen, bizim zıddımızdır. Nasıl mı? Kısaca; Kapitalizm ve Komünizm veya Materyalizm ve Taoizm nasıl birbirlerinin zıddı gibi görünmeleri veya olmalarına rağmen, “bizim zıddımız olmama!” gibi bir durumda olmuyorlarsa, bunlar da misâlen, “işte ele birşey” diyelim!.. Bu adamlar, Ebu Hanife’ye taş atar, Muhyiddin Arabî’yi tekfir eder, Yavuz Sultan Selim Hana kafa (!) tutarlar. Diğer taraftan Homeyni’ye alkış tutup şahsına kıytırık bey’at’ta bulunur, Mısır’ın İngiliz işgalci Vâlisi Lord Cromer’in taltif edip “Ezher Şeyhliği ve İstinaf Mahkeme Reisliği” ile onurlandırdığı (!) Efgani taklitçisi Abduh’u baş tâcı eder, yine İngilizler tarafından kendisine verilen “Sîr” unvanını lütfen cebine indiren ve ayrıca Hilâfetin kaldırılmasına alkış tutan M. İkbâl bozmasının mısralarını terennüm ederler. Bu arada da İngilizler tarafından onurlandırılıp “Sîr” unvanına lâyık (!) görülen Pakistanlı modern sapık Seyyid Ahmed Han’ın “İngiliz uşağı” olduğunu keşfettiklerini söylemeyi de ihmâl etmezler. Hani bizde, “bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu!” diye veciz bir söz var ya! Bunlar; “İşte ele bir şey!”. Şuydu-buydu velhâsıl, mezhepsizler ve telfikçiler şu şekilde özetlenebilir: Mâliki olamadıkları ve hiçbir zaman da mâliki olamayacakları fikir ve aksiyonun cakasını satan; sapıklıklar hâriç, mâziyi bir çırpıda silen, silemediklerini kirletmeye yeltenen; istikbâle sarkmak bir yana, hâli dahi yaşamayan; yalan çemberinde debelenen, korkak ve aynı zamanda hain, dolar ve makam düşkünü satılmış; selim akıldan yana sakat fakat, şeytanî zekânın baş tâcı; dâva ahlâkından mahrum, şahsiyet yoksunu bir alay taklitçi; “nato mermer kafa”; “düğünde zurnaya, hamamda kurnaya âşık olan”; “meyhaneyi görünce istavroz çıkaran, kiliseyi görünce taşlayan” ilânihaye… sınıf-sınıfların ta kendileridir. Her malın bir müşterisi vardır. Meselâ, şirâzesi kaymış Batı toplumunda çeşitli adlar altında her yıl şatafatlı partiler düzenlenir. Bu partilerden en bâtıl ve hurafe içerikli olanlardan bir tanesi de, “Cadılar Partisi”dir ve bu Partiye milyonlar akın eder. Batı’yı, “Çağdaş-Uygar ve İlerici” olarak kabul eden ve dolayısıyla Batı insanı tarafından tatbik-uygulamaya koyulan her şey, “Çağdaş-Uygar ve İlerici” olmanın vazgeçilmez bir gerekliliği olarak taklitçi maymunlar tarafından anında ülkemize ithâl edilir. Sanki, Batının abesleriyle iştigal etmek, milletimizin temel ihtiyacıymış gibi… Aynen bunun gibi, kâfir-emperyalistlerin tahakküm ve esareti altında hayat bulan mezhepsizlik ve telfikçilik cereyanının belâlı (!) elebaşlarının fikir ve kanaatlerinden atmasyon içtihadlarına kadar; söyledikleri ve işledikleri her türlü sapıklıkların bir kısım insanlar tarafından kabul görmesi, Batı’da “cadılar partisi”nin kabul görmesi kadar abestir; bâtıl ve hurafedir. Batılıya, Batılılaşana, Batılı gibi düşünene, hatta Batılı gibi düşünen, yaşayan, kıvırtan fakat, bunun farkında olmayan ahmak sürüsüne göre değil tabii ki. Sapık fikir ve kanaatlerinden başka, “kendine has ve hususi” (!) bir fikir ve kanaati olmayan satılık kalemlere de sözümüz yok!.. Asırlardır Müslüman fertleri aydınlatmış, cemiyete büyük hizmetleri dokunmuş, doğru yola sevk etmiş ve müreffeh bir istikâmet tâyin etmiş, hakkı-hukuku-adâleti gözeterek Müslim ve gayr-i Müslim insan cemiyetlerini gerek ayrı mahâlde, gerekse bir arada idare etmiş, edilmesine vesile olmuş, bilhassa da Umerâ-yöneticiye itaatin ancak, “İslâm Hukuku’nu tatbik ettikleri sürece zorunlu olduğu”nu vurgulamış olan çerağlara; Mutlak Müçtehidlere, Müçtehidlere, Sıddıklara, Âlimlere, Şehidlere vesaire salya-kuduz saldıran adamlar; daha gecekondularını idare etmekten âciz olan mezhepsizler ve telfikçiler adam mı? Adam olamayanlar lütfen aradan çekilsinler! Çünkü: “Batıyla hesaplaşma” çetin olacak. (Sedat Bulut, Ehl-i Sünnet Mezhebi Hakkında Bir Mülâhaza, 28 Kasım 2018, sedatbulut.blogspot.com)
·
177 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.