Gönderi

İkindi üstü Ayasofya meydanından geçiyordum. Şadırvan avlusundan bölük bölük çıkan cemâat bende evvelâ bir hâtıra, sonra birçok hayal, daha sonra birçok temenni, birçok ümîd uyandırdı: Namık Kemal Bey merhum birgün arkadaşlarından Nuri Bey'le beraber yine bu meydandan geçiyormuş. Oğle namazını kılarak câmiin muhtelif kapılarından muhtelif semtlere dağılan halkı nazar-ı im'ân ile süzdükten sonra demiş ki: "Nuri! Bu milet ne zaman adam olur bilir misin?" "Hayır." "Ne zaman, bu câmilerden şu dizlikli, poturlu hamallarla, küfecilerle beraber, senin benim gibi yakalıklı, bastonlu beyler çıkarsa." Nuri Bey bu vak'ayı tanıdıklarından birine söylemiş; ben o adamdan duydum. Düşünülürse söz ne kadar doğru, ne kadar mânâlıdır! Kemal Bey merhum bu temmennîsiyle tabiî avâmın ibâdetini istihfaf etmiyor; ancak abdestte, namazda, câmide, cemâatte ne azîm hikmetler, ne ince dakîkalar bulunduğunu kimseden işitip bellemeyen bu zavallıların içinde kendilerini irşâd edecek, uyandıracak adamlar bulunmasını istiyor. Câmiler efkâr-ı milleti tenvîr için ne müsâid yerlerdir! Ağzı düzgün bir zat kürsüye çıkar da Kur'ân nâmina, hadis nâmina hangi hakikati cemâate telkin edemez? İhtirâsâtının bir çoğunu câmi kapısının dışında bırakarak temiz, âsûde bir kalb ile Allah'ın evine giren şu binlerce halktan niçin istifâde etmemeli? Niçin onları cemiyet-i İslâmiye için müfid bir hâle getirmemeli? Yazıklar olsun ki elimizdeki nimetlerden, vâsitalardan istifâde etmenin hiç yolunu bilmiyoruz? Daha doğrusu bilerek bilmeyerek o yolları kâmilen kapıyoruz.? (SM, c. 4. no. 95, 30 Haziran 1910.)
Sayfa 230 - Yazılarından Seçmeler
··
6 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.