Gönderi

Zevî Avn Sülalesi Krallıktaki Haşimî ailesinin atası olan bu Avn, daha önce bahsi geçen Abdullah oğlu Muhsin oğlu Avn’dır. Neslinden üç ayrı sülale gelmiştir: Devleti idare eden Muhammed sülalesi, Hüza sülalesi ve Nâsır sülalesi.Muhammed ve Hüzâ‘, Abdullah oğlu Muhsin oğlu Avn oğlu Abdülmuîn’in çocuklarıdır. Nâsır ise Avn’ın oğlu Fev- vâz’ın çocuğudur. Şeriflik Zevî Avn sülalesinde olduğu için Taif in yönetimini bunlar almıştır. Avn sülalesinin şerifleri ise Muhammed b. Abdülmuîn’in çocuklarıdır. Mekke ve Sayfiyesi Mekke-i Mükerreme İslâm dünyasının başkenti ve Al­lah’ın güvenli harem bölgesidir. Taif buranın sayfiyesidir. Bü­tün Müslümanlar hac mevsiminde Mekke’de toplanırlar. Bu­rası hacıların yeme içme, konaklama ve ticarî işleri için ağır­landığı yerdir.Taif Mekke’nin sayfiyesidir. Kafilelerle Taife gitmek ne hoştur! Develerin hevdeçleri ince pamuklu kumaşlarla ve gü­zelim İran halılarıyla süslenir. Bu yolculukta konak yerleri ve çadırlarda bir araya gelmenin tadına doyum olmaz!Mekke’den Taife gidileceği zaman genellikle güneş battık­tan sonra, ilk durak yeri olan Zeymâ veya Sevle’ye doğru yola çıkılır. Böylece gecenin serinliğinden istifade edilir. Güneş doğduktan hemen sonra Zeymâ veya Sevle’ye varılır. Burada yeşil halılar gibi otlakların ortasında, kaynak sularının yanın­da çadırlar kurulur. Yedi saat kadar mola verilir ve öğleden sonra üç saat daha yol alınarak ikinci konak yeri olan Âme’ye gelinir. Burası bugün Seyl adıyla bilinen Zâtu Irk bölgesidir. Bu konak yeri es-Serat [sıradağlarının] kenarında yer alır ve hava­sı ile suyu, sıcağı ile soğuğu aynen oraya benzer. Gün doğarken Şeyle varılır. Seyl’de hiç kesilmeyen küçük bir çay akar. Burada bir müddet istirahat edilir ve develer dinlendirilip yemlenir, öğleden hemen sonra yeniden yola çıkılır ve sabah olmadan Taife varılır. Yol boyunca en uzun mesafe burada alınır.Taiften Mekke’ye dönerken ise kuşluk vakti yola çıkılır, böylece iki günlük bir yolculuktan sonra Mekke’ye gece yarı­sı girilmiş olur.Yolculuk boyunca çocuklar çok eğlenir. Yolda birçok bine­ğe binme fırsatı bulurlar. Kimi zaman zarif hevdeçler taşıyan bedevi develerine, kimi zaman çevik katırlara veya soylu atla­ra binerler. Bazen de uysal Umman develerine yahut huysuz­luk eden başıboş bineklere binerler. Ama hepsinden önemli­si, yolculuk boyunca ders diye bir şey yoktur!1309 [1892] yılına kadar hayatımız bu şekilde, ilkokul dersleri ve keyifli yolculuklarla geçti. O yıl babam, amcası Mekke emiri rahmetli Avnürrefik b. Muhammed’le araların­da çıkan bir anlaşmazlık hakkında görüşmek üzere İstanbul’a çağırıldı. Böylece ben ve kardeşlerim için eşsiz ve aziz vata­nımızda geçirdiğimiz ilk günler bitmiş oldu. Artık OsmanlI­ların başkenti İstanbul’da eğitim görecektik. İstanbul Yolunda 1309 [1892] yılı Şubat ayının 17. günü, İzzeddin vapu­ruyla Cidde limanından ayrıldık. Bu alelade bir vapur değil, iki yanında çarkları olan güzel ve muntazam bir gemiydi.Biz üç kardeş, Ali (Melik Ali), ben ve Faysal (Melik Fay­sal) babaannemiz Bezmicihan m ve Mekke emiri meşhur Şe­rif Abdülilah b. Muhammed’in hanımının gözetimindeydik. Ailede otuz iki hanım ve yardımcıları vardı. Gemi ayın yirmisinde Süveyş’e vardı. Bu hayatımdaki ilk deniz yolculuğuydu. Deniz mutedil dalgalıydı ve ilk gün her­kesle baş dönmesi olmuştu, ancak sonradan duruma alıştık. Süveyş Kanalı gerçekten görülmeye değerdi. Diğer yandan hepimiz, yol azığı olarak beyaz ekmek yemekten usanmıştık. Mecbur olmasak hiçbirimiz herhalde ekmek yemezdik.Geceyi İsmailiyye yakınlarındaki bir gölde geçirdik. Ar­dından Port Said’e doğru yola çıktık. Orada yeni bir durumla karşılaşmıştık: Karşımızda yolculuk yapan Hristiyan kadınlar vardı. Gemi limana demir attı ve yakıt ikmali yaptı. Biz Hicaz- lılar da kışlık kalın elbiseler temin ettik. Gece yarısı olunca ge­mi İzmir’e doğru hareket etti. Deniz bu defa çok dalgalıydı ve aşırı yağmur yağıyordu. Dağ gibi dalgalar arasında ilerlerken insanın yürümesine yahut ayakta durmasına imkân yoktu. Bu yüzden gemi Kıbrıs’taki Limasol limanına sığınmak zorunda kaldı. Oraya bile ancak yetmiş iki saat sonra varabilmiştik.LimasoPda on beş saat bekledikten sonra fırtına dindi ve İzmir’e doğru yola çıktık. Ancak Rodos Adası civarına geldi­ğimizde yeniden fırtına çıkınca Marmaris limanına sığındık. Bu yolculuk boyunca gördüğüm en güzel yer Marmaris’ti. Li­man, yüksek dağlar ve güzel köylerle kuşatılmıştı. Gemi lima­na demir atınca şehirden gelen sandallar etrafımızı kuşattı. Marmarisliler bal, tereyağı, elma ve fındık fıstık satıyorlardı.Ertesi gün yeniden yola çıktık. İzmir’de mola vermeden yola devam ettik ve Çanakkale limanında durduk. Hicaz’dan İzmir’e sürülen bazı kişiler burada indiler. Ardından yine yo­la devam ettik ve [Mart] ayının yedisinde İstanbul’a varıp Kumkapı açıklarında demir attık.Tan yeri ağarırken gemi tekrar harekete geçti ve Topkapı Sarayının önündeki limana demir attı. Orada, bizi Boğaz’daki Emirgân köyünde bulunan saraya götürmek üzere bekleyen küçük bir gemi vardı. Gemide bizi, babamın küçük amcası rahmetli Şerif Abdülilah b. Muhammed’in özel kalem müdü­rü Abdülaziz Efendi karşıladı. Bir saat sonra eve ulaştık. Ba­bamla buluşmamız çok duygulu oldu. Babam bizi derhal yu­kalem müdürü Seyyid Haşan Arnûs bize refakat ediyordu.Yanma vardığımızda amcam harem dairesinden çıkmış, se­lamlığa doğru gidiyordu. Orta boylu, mütevazı, hafifçe öne eğik, geniş alınlı, köse, hafif mağrur burunlu biriydi. Demirden bir çerçeveyle burnuna oturtulmuş bir gözlük takıyordu. Hepi­mizi teker teker öptü. Vatan hasretinden dolayı bir süre sonra gözleri doldu ve ağlamaya başladı. O sırada garip bir soru so­rarak gülmesine sebep olmuştum. Odadaki sobaya işaret edip “Efendimiz! Şu düzgünce kesilmiş ve süslenmiş odunları ne di­ye sandığın içine koymuşlar?” demiştim. Amcam bunun üzeri­ne “Onlar yakacak odun” diye cevap vermişti. Bunu duyunca ben “Ama Hicazdaki yakacaklar böyle değil, onlar eğri büğrü ve incecik oluyor, sağdan soldan toplanıyor” dedim. Amcam bir yandan ağlıyor, bir yandan da gülerek beni kucaklıyordu.Biz küçüklerin en çok dikkatini çeken şey, evleriyle ve ağaçlarla kaplı tepeleriyle Boğaz’dı. Ayrıca Boğaz’daki köyler­den İstanbul’a ve denize, oradan da Boğaz’ın sonuna kadar yolcu taşıyan ve sahil boyundaki her köye uğrayıp kiminde demirleyen kiminden yolcu alan Şirket-i Hayriye vapurları da çok dikkatimizi çekiyordu.İstanbul’un güzellikleri anlatmakla bitmez. O her mev­simde ayrı bir güzeldir.İstanbul’daki ikametimiz, bize çok şeyler öğreten zorunlu bir ikametti. Babam İstanbul’a geldiği gün Sultan II. Abdülha- mid kendisiyle görüşmüş ve onu İstanbul’da çalışması ve dev­lete hizmet etmesi maksadıyla çağırdığını söylemişti. Ayrıca babamı Şura-yı Devlet azası yapmış ve Boğaz’da kendisi için bir ev tahsis etmişti. Bütün bu itibara rağmen babamın İstanbul’a sürgüne gönderildiğini biliyorduk. Çünkü Hicaz’da uygulanan baskı ve şiddet siyasetine ve hacıların mallarının çeşitli hileler­le ellerinden alınmasına karşı çıkmıştı. Bütün bunları yapan da Hicaz’daki valiler ve Emir Avnürrefık’ti. Ayrıca babam İstan­bul’a çağırıldıktan hemen sonra aşağıdaki ilim adamları Hi­caz’dan çıkartılıp sürgüne gönderildi: Mekke başmüftüsü Şeyh Mekke Şafiî müftüsü Seyyid Abdullah ez-Zevâvî. Ayrıca, Ka­be’nin anahtarını korumakla görevli Şeyh Abdurrahman eş- Şeybi de el-Hüdâ’da zorunlu ikamete mecbur edildi.Bu olaylardan sonra mukaddes bölgelerdeki zulüm iyice arttı. Çeşitli dolaplar çevrilerek hacıların mallarına el koyuldu ve güvenlik diye bir şey kalmadı. Ama bütün bu uygulamalar zalimleri büyük külfet altına itti ve yaptıklarından hiçbir fay­da görmediler. En sonunda hem kendileri hem nesilleri dört bir yana dağılıp perişan oldu ve Sultanın devleti yıkıldı gitti.Allah Teala Kâbe hakkında “Kim orada bozgun çıkarır ve­ya zulüm işlerse kendisini acı veren bir azaba mahkûm ede­riz” [Hac 22/25] buyurmaktadır. Mukaddes bölgelere hizmet­le yükümlü her yöneticinin bunu dikkate alması gerekir. Ora­da yapılan iyilik de kötülük de karşılığını kat kat bulur.Bize gelince; üç kardeş (Ali, Faysal ve ben) hususî hocalar­dan Arapça ve Türkçe öğrendik, askerî eğitim aldık.İstanbul’da bulunduğumuz sırada, tarih sahnesinde şu de­ğişiklikler ve uzun savaşlar olmuştu: Çin-Japon savaşında Japonlar galip geldi. Habeşistan-İtalya savaşında Necaşi [II.] Menlîk [1842-1913] galip geldi. İspanya-Amerika savaşında Amerika galip geldi ve Havana ile Filipin adalarına el koydu. Türk-Yunan savaşmda Osmanlı Sultanı galip geldi. Yemen’de baskıcı bir rejim vardı ve İmam [Yahya] başarılı bir direniş sonunda Sanayi ele geçirdi [1904],Ardından İttihat ve Terakki Cemiyeti yönetime geldi ve Meşrutiyet ilan edildi. Mekke emiri Şerif Ali b. Abdullah, ya­nında bulunan Sultanın görevlileri ve vezirleriyle birlikte va­zifeden alındı ve yerine Şerif Abdülilah b. Muhammed Mek­ke emiri olarak atandı. Ancak görev yerine ulaşamadan vefat etti. Bunun üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti Şerif Ali Hay­dar b. Cabir b. Abdülmuttalib’i Mekke emiri yapmak istedi.Ben de büyük uğraşlar sonunda, emirlik hakkını talep et­mesi için babamı ikna ettim. Çünkü sülalenin en büyüğü sı­fatıyla bunu o hak ediyordu. Babam, Sadrazam Kamil Paşa vasıtasıyla Padişaha ulaştırılmak üzere konuya dair bir dilek­çe kaleme aldı. Dilekçede şunları ifade ediyordu:Amcam Şerif Ali b. Abdullah b. Muhammed’in görevden alınması üzerine göreve getirilen amcam Mekke emiri Şerif Abdülilah b. Mu­hammed’in vefatı ile şu an boş bulunan emirlik makamına, Haşimî ailesinin en büyüğü ve babadan oğula geçen bu makamı en fazla hak eden kişi olmam hasebiyle atanmamı ve Sultan hazretlerinin hakkımı vermesini istirham ediyorum. Kendilerine olan sadakat ve bağlılığım malûmâne-i şahaneleridir.Dilekçeyi Sadrazam Kamil Paşaya bizzat götürüp verdim. Dilekçeyi okuduktan sonra bana “Şerif Hüseyin’in en büyük oğlu siz misiniz?” diye sordu. “Hayır, ben ikinci büyüğüm. En büyüğümüz Şerif Ali b. Hüseyin’dir” diye cevap verdim. Paşa “O halde dilekçeyi niçin kendisi getirmedi?” diye sordu. Ben “Ağabeyim hâlâ büyük amcası ve kayınpederi Emir Abdüli- lah’ın yasını tutmakla meşgul” dedim. Paşa “Babanızın elle­rinden öperim. Kendisine hakkının zayi olmayacağını bildi­riniz” dedi. Teşekkür edip yanından ayrıldım ama söyledikle­rine tam olarak inanmamıştım. Bu yüzden saltanat makamı­na şöyle bir telgraf çektim:Şu an için münhal bulunan Mekke emirliğine, hak sahibi olmam hasebiyle Sultan hazretlerinin lütuflarıyla atanmayı ve babalarımın hakkı olan bu makamdan mahrum bırakılmamayı umuyorum.Telgrafın Sultana ulaşması için üç ayrı adrese gönderdim: Sadaret makamı, Meşihat makamı ve Saray başkatipliği ma­kamı.Telgraf metnini alıp eve getirdim. Babama “Sadrazam el­lerinizden öpüyor ve ‘İnşallah hakkınız zayi olmayacak’ di­yor” dedim ve ayrıca Sultana ulaşması için yukarıdaki adres­lere telgraf çekmeyi uygun bulduğumu söyledim. Telgrafları çektiğim o gece, Saray başkatibinden şöyle bir cevap aldım: “Yarın gurub saatiyle sabah üçte Sultan hazretleri görüşmek üzere babanızı bekliyor.” Ertesi gün kararlaştırılan zamanda rahmetli babam saraya gitti ve Mekke emirliğine atandı. Öğleden sonra geri geldiğin­de artık babalarının makamında oturuyordu. İttihat ve Te­rakki Partisi yöneticileri, bu tayin yüzünden babama kızmış­lardı ve bu olay, babamla bütün İttihat ve Terakki hükümetle­ri arasındaki çekişmenin başlangıcı oldu. Bu çekişme, en so­nunda babamın Birinci Dünya Savaşı sırasında gerçekleşen Arap Ayaklanmasının başına geçmesiyle sonuçlandı. İleride bunu tekrar ele alacağım.
·
120 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.