Gönderi

VÂL NURETTİN veERCÜMENT EKREM TALU İnsan yüreği bu, hatır gönül kırmak istemiyor. Tüm boğuntular, yorulmalar arasında,unutulmuş, benim tanıdığım ölüler var mı diye düşünmekten ve yazmaktan kendimialamıyorum: Vâlâ Nurettin geldi aklıma birden. Bu Dünyadan Nâzım Geçti [1965] iliştikitaplıkta gözüme. Evet, bu dünyadan kocaman bir adam geçti. Nâzım Hikmet’in Bursa Hapishanesi’nden bana gönderdiği o ufacık pusula geçti aklımdan. “Şiirlerini seviyorumtebrik ederim. O kısa şiirlerini yazmaya devam et, gözlerini öperim” diyordu.Vâlâ Nurettin’le gazete sütunlarında çalışmıştık ilk. Yeni şiire karşıydı o günler. Yazıpduruyordu, atıp tutuyordu. Yeni-eski savaşında yenilere cephe almıştı. Nâzım’dan bu yanakimseyi tutmuyor, veriştiriyor da veriştiriyordu. Öyle ki “Saz kalemle modern şiir yazanşair” diye yüklenmişti bana, Akşam gazetesindeki yerinden. Ben de ona Tan’da cevapvermiştim. Bu tartışmamız bir süre sürmüştü.Kara listeler yayımlıyorduk o sıralar şiir üstüne, Uyanış ve S.E.S. dergilerinde. Edebiyatdünyamız ikiye ayrılmıştı: “Eskiler” ve “Yeniler”. “Yeniler” kazandı sonunda mücadeleyi,kendini kabul ettirdi, sanatımızı bugüne getirdi: Romanda, hikâyede, şiirde, resimde, heykelde, seramikte.Vâ-Nû ile çatışmamız, tartışmamız Adalet Cimcoz’un evinde tanıştığımız güne kadar sürdü. Her hafta tertiplenen bu içkili toplantılarda eşi Müzehher Hanım’la beraberdi.Müzehher Hanım yeniyi ve benim şiirleri tutuyordu. Birini de ezbere okumuştu şiirlerimin: Her yerde aynı hava, aynı koku, aynı dert Korkuyorum. Sen de kaçma bu şehirden Yalnız bırakma beni Gökler bile değişiyor lahzada, Ardımdan geliyor bak Güneşiyle bulutuyla gökyüzü Bütün şehir, bütün deniz, yeryüzü. Sen de kaçma bu şehirden Yalnız bırakma beni, Ben fakir bir sahilin Kahır yüklü çocuğu, Korkuyorum Vâlâ Nurettin etkilenmişti. Belki Müzehher Hanım’ın etkisiydi bu, belki de “Korkuyorum”şiirimin. Sonra gittik geldik evlerine, ahbap olduk. Şiirlerimi okumaya, dinlemeye başladı.“Yeni şiir var mı?” diye sorardı her karşılaşmamızda.Sonra aralıklar, uzaklıklar girdi araya. Benim çöküntülerim, onun hastalıkları.Yaratıcı değildi Vâlâ Nurettin. Sanatçı yapıcılığı yoktu, benim açımdan. İyi bir gazeteciydiherhalde. Yazdığı romanların ve piyeslerin kalacağını sanmıyorum. Hoşsohbetti, yumuşakadamdı. Tüm inkârlarına rağmen “yeni şiir”i kabullenmişti sonra. Ataç’a yakın savunucusuolmuştu, yeni şiirin ve yeni sanatın. O kadar ki, aynı sütunlarda kötülediği şairleri, aynısütunlarda övmüş, göklere çıkarmıştı: Orhan Veli’leri, Oktay Rifat’ları, Melih Cevdet’leri,Rıfat Ilgaz’ları, A. Kadir’leri, Sabahattin Kudret’leri vb. (tevazuya lüzum yok) şiiri bugüne vardıran hepimizi.Sabahattin Ali’nin ölümünden sonra hiç görmedim kendisini.Müzehher Hanım romanlarını başka isimle yayımlardı. Gene yazıyor mu acaba?Büyük mizah yazarı, fıkracı, hikâyeci ve edebiyat hocam Ercüment Ekrem Talu. Butoplumun acılarını, yaralarını deşmiş, canlı tipler yaratmış bir güzel adam. Yenizenginlerin, mirasyedilerin sahteliklerini, mert mahalle külhanbeylerini, harpvurguncularının, azınlıkların gülünçlüklerini açık seçik ortaya dökmüş, kişiliği olan yazar,kişiliği olan hoca. Derse girişlerinde, geçmiş acı günlere dair hatıralar anlatırdı önce. İşgalyıllarına dair, Atatürk’e dair, yazar dostlarına dair. Ağzımız açık dinlerdik. Gözlerimiz doluncaya kadar anlatırdı. Bütün sınıf ağlamaya başlar başlamaz da gülünçlü bir hikâyeye geçerdi. Gülmekten kırılırdık hikâyesini bitirdiğinde. Edebiyat derslerini o alışılmış,klişeleşmiş havadan çıkarır, yepyeni bir türe sokardı. Onun Meşhedi’si Nasreddin Hoca’ydı bir bakıma.Hiçbir edebiyat imtihanına sokmamıştır beni, hocam olduğu süre. Mümeyizler kim olursaolsun imtihanlarda, “hors concours” derdi benim için. Aruzu, heceyi didik didik ettirmişti. Serbest şiirin de tadını, özelliklerini bilirdi. Fransız romancılarına düşkündü.“Meşhedi” ile yaşar, Gün Batarken’i [1922] severdi. Kopuk [1922] en sevdiğimeserlerimden biri demişti bana. Toplumun haksızlıklarına, kalleşliklerine, kancıklıklarınameydan okuyan Kopuk. Eski yazı ufak bir kitaptı hatırladığıma göre. Bugünkü filmcilerimiz,iyi bir rejisör eğilse üstüne, dört başı mamur bir film olur sanırım.Rauf Yener adında bir müdürümüz vardı Cebeci Konserva-tuvarı’nda. İsmet İnönü’nün sınıf arkadaşıymış Mekteb-i Harbiye’de. Yarbaylıktan veya albaylıktan tekaüt oluncaKonservatuvar Müdürlüğü’ne atanmış. İsmet İnönü başbakandı o zaman. Yarının sahne sanatçıları olacak gençlerin kız-erkek ilişkilerini aklı almıyordu bu asker müdürün. Ritmikjimnastik derslerinde kız erkek bir arada? Hem de mayolarla? Nasıl olurdu bu? Kızlar arkada yapsın, diyordu, bu dersi; erkekler önde. Kızları mayolu görmemeleri için. Oysamüzikli bir jimnastik dersiydi bu, bale gibi bir ders. Önü arkası olmazdı bu dersin; çeşitçeşit hareketleri, yana öne geriye gidiş gelişleri vardı. Sıçramalar, eğilmeler, bükülmeler.Müzikli bir dans dersi. İsveçli genç güzel bir kadındı, “ritmik jimnastik” hocamız. Sonra bu müdürümüze göre, tüm derslerde erkekler önde, kızlar arkada oturmalıydı. Aşna fişneolmaması için derslerde. Ama sahne dersleri vardı, karşılıklı sarılmalar, el ele diz dize, gözgöze konuşmalar. Yarının tiyatrocuları, operacıları yetişecekti bu okuldan. İşte böyle bir müdürdü o günkü müdürümüz.Ercüment Ekrem Talu çarptı bir gün müdürün kapısını, bastı istifayı: “Böylekonservatuvar olmaz, konservatuvarda böyle müdür olmaz!” diye.Sonra, Degüstasyon akşamlarında, çoğu zaman, kızı Esin’le [Talu] caddeye bakanpencere kenarında otururdu. Ya da pasaja. Tokatlıyan Oteli’nde kalıyorlardı, devamlı.Hastaydı artık, yorgundu, hüzünlüydü. Bir iki kadehten fazlasını yasak etmişti doktorlar.Bu bir iki kadehi de uzun aralıklarla, zamanı öldürerek yudumluyordu. Mizahedebiyatımızın en büyüklerinden biri gülen gözlerle bakamıyordu artık dünyaya.Bir akşamüstü onu Çiçek Pasajı’nda Lüks Birahanesi önünde, bir masada tek başınaotururken gördüm. Herkes yağmurdan kaçışıyor, içiciler birahane içlerine öbekleniyordu.Sevinmişti beni görünce.– Yalnız mısınız hocam? dedim.– Esin bir işim için Ankara’ya gitti. Otur otur, bir tek kadehe indirdi doktorlar içkimi. Songünlerimi dolduruyorum artık evladım, dedi.Öleceğini biliyordu. Hem de yakın günlerde öleceğini. Umutlarını yitirmişti. Pekgöstermek istemiyordu ama, insanlara küsmüştü. Dünyadan elini ayağını çekmekistiyordu bir an önce. Eğilmeden, boyun eğmeden insanoğluna.– İçkisiz de tadı yok bu dünyanın, çekilmez! Getir bakalım bir duble daha! demişti.Güzel Çiçek Pasajı’nda, açıkta, bir o vardı, bir de ben.Yağan yağmura dalmıştık. Akşam, 17.7.1968, s. 51 Ahmet İhsan’ın kurduğu ve yönettiği dergi Servet-i Fünun, Cumhuriyet döneminde Servetifünun-Uyanış (1940’lar) olarakyayınına devam etti.
·
50 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.