Durgun Don, ilk cildinde Don Kazaklarının yaşayışlarını bir portre gibi gözlerimizin önüne seriyor. Melehov ailesinden başlayan ve yavaş yavaş genişleyen hikâyede, Don Nehrinin buz gibi sularında onlarla birlikte balık tutuyor, tarlalarını sürüyor, sevinçlerine, üzüntülerine, utançlarına, utanmazlıklarına tanık oluyoruz. Bozkırın yakıcı güneşini, dondurucu soğuğunu, nehrin bütün güzelliğini, köy yaşamının ağır koşullarını, köyün bir üyesiymiş gibi hissediyorsunuz, orada yaşıyorsunuz okurken.
Sonra bir gün tarlalarını sürerken savaş patlak veriyor ve ne için savaştıklarını bile bilmeden ölümün soğuk yüzüyle karşılaşıyor insanlar.
“Aslında olanlar neydi? Henüz hemcinslerini öldürmekte ustalık kazanamamış insanlar, ölüm meydanlarına itilmiş ve bu insancıklar, çevrelerini saran ölüm korkusu içinde hücuma kalkmış, gözleri dönmüş bir halde ve ne yaptıklarının farkında bile olmaksızın birbirlerini vurmuş, birbirlerini kesmiş biçmiş, atlarıyla birlikte sakatlanmış ve içlerinden birinin vurulup ölmesi üzerine de dönüp kaçmıştı. Maneviyatları kırılmış olarak, ruhen çökmüş olarak kaçmışlardı.
İşte kahramanlık destanı denilen şey!”
Sahneler o kadar canlı ki, hep görmek istediğim o bölgelerde ben de Don Kazaklarıyla birlikte yaşadım, bazen kızdım kapattım kitabımın kapağını, bazen dehşete düştüm, bazen güldüm, bazen üzüldüm. Ancak son cümleyi de okuyunca kendi dünyama döndüm.
Şimdi yakınlardan yazıyorum size. Güzel bir kaç cümle daha bırakıp ikinci ciltle Don Bölgesine dönmek için sabırsızlanıyorum.
“Yaşam ana yatağından çıktı mı, birçok kollara ayrılır. Aldatıcı, dolambaçlı gidişi içinde bir daha hangi yatağa yerleşeceğini önceden kestirmek güçtür. Bugün kumlu bir yatak üzerinde, dibi görünecek kadar sığ, minicik bir dere halinde akar, yarın kabarır, yatağını doldurur.”