Gönderi

SUAVİ TEDÜ SAHNE DIŞINDA KARİKATÜR ÇİZER, RESİM YAPARDI Suavi Tedü (1915-1959) Aktör mezarlığı. Kimi çorap fabrikasına benzetirdi Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nu, kimi un fabrikasına. Kimi kurt yeniği, kararmış tahta, büyük bir tabuta. Kimi aktör mezarlığına. Kimi de paslı bir belediye dubasına. Bu belediye dubasına yapışmış nice midyelerdi oyuncular. Memuruyla, oyuncusuyla, paslı bir belediye dubası. Bu belediye dubasına yapışmış büyük midyeler, küçük midyeler. Aylık makineleri, aylıklı makineler. Biz küçük yoksul oyuncular, sebepsiz heyecanlar, korkular, bekleyişler içinde yaşıyorduk. Güneşli günlerimizi dertleşmek için, biraz gülebilmek için açık hava kahvelerinde geçirirdik. Biz kendimizi olduğumuzdan üstün gören, başarılar ve zaferler için yaratıldığımıza inanan insanlardık. Oysa aynı mezara gömülmüş ölüler gibi yaşıyor, yaşatılıyorduk. Bir katakombun her koridoruna, her hücresine dağılmış bu yarı ölü, yarı diri insanlar sabahın saat onunda prova için sahnede buluşurlardı. Hepsinin gözleri dertli, hiçbirinin yüzü gülmez. Üç saat provadan sonra biz küçük oyuncular, tiyatro fedaileri, öğleden sonraları “Şark hizmeti” adını verdiğimiz Çocuk Tiyatrosu’nun koşumlarını koşunurduk. Akşam saat 7.30’da büyük ölülerimizle tekrar buluşurduk. Yıllar pisi pisine, sözde yaşanıyordu. Meşhur aktör, meçhul aktör, meczup aktör, espiyon aktör, yan yana odalarda soyunuyorduk. Kadınlar kısmı o yanda, erkekler kısmı bu yanda. Biz figüranız, yıllardır balta tutarız, mızrak tutarız, bayrak tutarız, şamdan yakarız, mektup getiririz, yemediğimiz halt kalmaz sahnede. Yeter ki başrolü oynayan oynasın, ona kul köle olalım, ama oynayabilsin. Göze girememişler, sözden dönmüşler, biz figüranlar hep merdiven başındaki kalorifer sıcaklığında toplanırdık. Suavi –bizimle yaşıttı– temiz arkadaştı, rol oynadım diye (şimdiki bazı züppeler gibi) ne oldum delisi olmadı. Burnu kaf dağına çıkmadı, bizden selamını kesmedi. Alınırız, üzülürüz korkusuyla eğildikçe eğildi, sokuldukça sokuldu, bizlerle daha da canciğer oldu. Tiyatroya onunla aynı yılda girmiştik. Arzularımızın renk renk koklaştığı günlerde sahnenin sokak kapısı önünde, yağmurun aynı boy damlaları altında göz göze gülüşmüştük. Rolün büyüğü küçüğü olmaz, rol roldür, iş oynamakta, derler. İş oynamaktadır ama, rolün bal gibi büyüğü de vardır, küçüğü de. Denizin, dalganın büyüğü küçüğü olur da, rolün büyüğü küçüğü olmaz mı? Lokmanın büyüğü küçüğü olur da, rolün olmaz mı? Zihni Rona o günler “jön” oynayamadığı için Muhsin Bey’e lanetler okuyordu. Talât Artemel’i kıskanıyordu. Bir gün beni yanına çağırdı, Suavi’yi göstererek: – Şunu görüyor musun, şunu? Bu da tiyatroda tutunacak, ama sen, benim gibi çürüyeceksin, dedi. Biri yaşarken çürüdü, biri öldü çürüdü. Çürüyen aktör kabuğundan çürümez. Elma gibi için için içinden çürür. Biri içinden çürüdü, biri dışından. Biri mezarında, biri aktör mezarlığında. Ben çürüyen aktörleri sayar, onlara sevgi duyardım. Oysa tiyatroda sevgi yoktur, tiyatroda dertle alay edilir, tuluatcı hor görülür, okumuşa dudak bükülür, tiyatroda kurt kuzuyu parçalar. Suavi resim yapardı, karikatür çizerdi. Bakırköyü’ndeki evine yaya gidip, yaya gelirdi ilk tiyatro günlerinde. Karda, kışta da. Sonra verem dediler. Ciğerlerinden dediler, sonra gırtlaktan dediler. Ciğerdendi benim bildiğim. Onun oynadığı rolleri hangi oyuncu ele geçirebilmiştir bugüne dek? Ve bu fırsatların hiçbirinden istifade edemedi o. Bir tek rolünü bile iyi oynayamadı, yazık. Çok severdi tiyatroyu, ama kötü aktördü. Son zamanlarında bunu kendi de anlamıştı. Mise en scène’e [mizansen] vermişti kendini. İyi şeyler de yapmaya başlamıştı. Yaşasaydı iyi olurdu, günümüz rejisörlerini aşardı da. Bir gece kulübünden döndüklerinde ölmüş evinde, kan kusarak. Ve acıyarak sevdiklerim, dostlar arasında mağrur bir horoza benzerdi o. Tiyatro insanları arasında eli sıkılacak bir arkadaşımdı o. Derdimi paylaştıklarım, kahır yüklü insanlar, dekoratörler, elektrikçiler, terziler, 􀄕güranlar, pano taşıyıcıları, yardımcılar, perdeci tüm tiyatrocular arasında. Ama birdenbire ölüverdi. Yalansız ölüverdi. Sahneye koyduğu bir piyesin son provalarında. Sahne ince hastalık gibi, verem gibidir. İnsanın içine bir yapışmasın, insanı erite erite kemire kemire götürür. Kan kusturur, uğraştırır da uğraştırır. Sahne oyuncuya karşı, denizciyle uğraşan deniz gibidir. Genç olsun yaşlı olsun bir gün oyuncunun bedenini bir ceset gibi, bir tiyatro leşi gibi bir kıyıya atıverir. – Suavi Tedü kim? diye sorsam bugünkü tiyatro kuşağından herhangi birine, alacağım cevabı biliyorum: – Bilmiyorum, olacaktır. Bilmeyene mi yazık, bilinmeyene mi? Bir tren sesi ağlatır beni Boşu boşuna, Pisi pisine, Bir tren sesi ağlatır beni, Otuz yıllık aktörüm Susmuş dilleri Susmuş gözleri Boşu boşuna, Pisi pisine, Haydarpaşa’da niçin ağladım Şimdi anladım Boşu boşuna, Pisi pisine, Boşu boşuna, Pisi pisine. Bu şiiri senin için de yazmış olabilirim, kendim için de, bu kuşak için de. 1917’de doğmuş. 1950’de öldü. 48 yaşında. Akşam, 24.7.1968, s. 5
25 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.