Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Kimileri laik sözünü dinsiz anlamına alırlar. Oysa «laik» sözü «papaz» sözünün tam karşıtıdır. Papazlık olmasaydı laiklik olmazdı. Laik sözü latince laicus (layikus) ve Helencede de halk anlamına gelen «Laos» sözündendir. «Laik» papaz olmayan ve halktan olan demektir. Papaz takımına genel olarak «klerje» ya da «eklesiyastik» denir ki bu da kilise mensubu icazetli papaz takımı demektir. Laik halktan yani papaz olmayan demek olduğuna göre hiç de dinsiz anlamına gelmez. Papazlar —yani kutsal adamlar— taifesi, Hıristiyanlığın küçük bir azınlığıdır. Bunların mesleği dindir. Yani nasıl ki bir yargıcın mesleği yasaları bilmekse, bir doktorun mesleği de hastayı iyi etmekse papazın da mesleği, dindir. Papaz din adamıdır. Ama İslamda din meslek değildir bir inançtır. Bir adam ya müslümandır, ya değildir, ama hiç bir zaman, «din adamı», «kutsal adam» değildir, çünkü papaz değildir. Papazdan başka ne kadar hıristiyan varsa hepsi laiktir, örneğin bir kilisede, papazdan başka bütün cemaat hıristiyandır. Dini âyini yalnız papaz yapar, cemaattan biri dini âyini yapamaz. islamdan gayri bütün dinlerde papaz —yani kutsal adam— vardır. İslamda kutsal adam yani papaz olmadığına göre müslüman zaten laiktir, örneğin papazların altın ve gümüş yaldızlı tepelikleri ve cafcafalı özel giyimleri vardır. Bir müslümanın ister imam ister müezzin kutsal ve özel bir tepeliği ve giyimi yoktur. Sarık ya da agel Arapların İslamlıktan önce, putperest iken de doğal olarak giydikleri tepelikdi. O sıcak iklimde gösteriş olsun diye başlarına bir koyun postu geçirecek değildiler ya. Softa cübbesine gelince Fatih Bizansı aldığı zaman Ortadoks papazlarına bir cemile olsun diye, o cübbenin giyilmesini ferman buyurdu. Ad takmayı yani vaftizi ancak papaz yapar. Vaftizsiz insan hıristiyan sayılmaz. Oysa bir çocuğa herhangi bir müslüman ad takar. Nikâhı mutlaka papaz kıyar (laik devletlerde sivil evlenme ayrıdır) ama islamda herkes nikâh kıyabilir. Nikâhlanacakların iki şahit önünde birbirlerini karşılıklı kabul etmeleriyle nikâh oldu demektir. İmam nikâhı yoktur. İmam bu nikâh eyleminde herhangi bir insan gibidir ve bir dinsel özelliği yoktur. Anlatırlar a, mahallede çapkının biri, bir kadınla odaya kapanmış, bunu duyan mahallelinin bu olay namusuna dokunmuş cümbürcemaat kadının evini basmışlar. Çapkın pencereyi açmış, erkeğin kadına, kadının da erkeğe vardığını ikisi de bağırmışlar, «siz de şahitsiniz,» demişler. Nikâh olup bittiği için toplananların hepsi de tanık diye süt dökmüş kedi gibi dağılmışlar. Hoca, imam, müezzin, molla, şeyh denilenlerin hiçbiri papaz değildir, topu da laikdir. Bunların yerine herhangi bir müslüman geçebilir ve âyini idare edebilir. Cemaatta âyinle erkânı bilen olmayabilir de kolaylık olsun diye imam ve müezzin tayin edilir, yoksa cemaattan biri imamet eder. Zaten birinci cemaattan sonra, bir İkincisi olursa, cemaatten biri imamlık eder. Yani dinsel eylemlerin ve eylemleri yapanların hepsi de laiktir. Ne eylem ne de aylemi yapan kişi kutsaldır. Bunlar bilinen ve bilinmiyorsa öğrenilmesi gereken temel konulardır, tekrarı gerekmez. Bir papaz bir hıristiyanı aforoz ederek Hıristiyanlıktan çıkarabilir. Müslümanım diyen bir imam ya da hocanın haddine mi düşmüş ki (en ufak kılını bile yaramadığı düşünen bir insanı) kendisine Tanrı payesi vererek Müslümanlıktan çıkarsın! Din ve imanın ruhu olan şu âyet vardır: «Ene inde zanne abdı bih,» yani «ben kulumun zanni katmdayım », ya da, «kulum benim ne olduğumu zannediyorsa ben oyum», diyor Tanrı. Bu âyet kesindir, şu ya da bu yolda tefsir edilemez. Buna göre Tanrı ile kul arasına girilemez. Birisi Tanrıya değin fikrini başkasına bildirebilir, ama bu fikrini başkasına zorlayamaz. «Mutlaka böyle düşüneceksin, böyle inanacaksın» diyemez ve öyle düşünmediği için suçlayamaz. Çünkü insana yaradanınca verilmiş olan bir hakkı inkâr etmiş olur. Bu âyetle «Tanrıyı iyidir ya da kötüdür deme, sakalı ya da bıyığı vardır demek gibi olur», der. Bu işte icmai ümmet de olmaz. Softalar İslam düşüncesinin bu hürlüğünü hasır altı ederek âyinlere değin yüzeydeki mekanik hareketleri (erkanı) dinin temel doğma’ları sayarlar. Böylece içtihat kapısının hep açık olduğuna ve Tanrıyla kul arasına girilmeyeceğine dair sözler hep boş laftan ibaret kalır. Tanrı kulun zannı katında olunca insan düşüncesi dar ve toparlak sınırlı bir kadrana hapis olmuş sanki, oradan kurtulma çabasıyla ibresi titrer durur. Şimdi vahdeti vücut dedikleri panteizm ucuna gider; kozmosu, yani evreni inkâr eder ve akozmist olur. Sonra öteki uca fırlar, bu kez varlığı salt kozmos sayarak akozmistin karşıtı ateist olur. Bu çabasında us hangi uca gitse, gene de bir temel realiteye inanır. Varlığı inkâr etmez. Çünkü Tanrı «kulum beni ne sanıyorsa ben o’yum» demektedir. Buna kimse karışamaz. Bu olayda ussun bir çabası bir araması vardır. Ussun bu davranışı onun diriliğinden, canlılığındandır. Ölü davranamaz; yokluk yani inkâr budur. Ussun ölümüdür. İnsan ussuyla yaşar, işkembesiyle değil. Ümran sûresinin birinci âyetinde, «Allahu la ilahe hu elhey elkayyum», denir. Yani tanrı sonsuz yaşantıdır. (Thales’in, «Madde ebedîdir ve canlıdır» sözü bu âyete ne kadar benzer) yaşayan arayan inanç, imandır. Ama din adamları denenler kendilerine papazlık (çünkü papaz kendisini halktan, yani laik saymaz. Kendisini kutsal hemen hemen tanrısal sayar) süsü verenler, inancın —yaşayan imanın— canına okurlar ve onu eski ve ölü bir anane sayarak salamuraya yatırırlar. «Hu el hay el kayum», nerede kalır? Yukarıya geçirilen âyetlerin dinin ruhu olduğu yazıldı. Bunların üzerinde pek durulmadığı ya da âyetlerin kesinlikleri bir sürü tefsirlerle gürültüye getirilerek hasır altı edildikleri de yazıldı. Ve yazıldı ki bütün önem dinin yüzeyinde olan âyinlere, dinin erkanı, yani direkleri denilen mekanik evza’ına verilir. Örneğin namaz aslında bir saygı duruşudur. Hayat bir mucizedir. Olmayabilirdi. insanın en değerli şeyi hayatıdır. Yaşadıkça insanın yüklendiği sorumu anlamasıdır. Hayati değerlenmesi haksızlıkları ortadan kaldırmaya çabalaması örneğin tütün yetiştiricilerin kazıklanmamasına uğraşması, çirkinliklerin giderilmesi, güzelliklere güzellik katılması gerektir, insanın, varlığın ortasında, varlığın bir parçası olan kendisinin ve varlığın haysiyetini bilmesi ve koruması içindir namaz. Bütün bu saygı duruşunun düşündürdükleri ve duyurdukları bir yana atılır. Namazda nasıl durulacak: eller sallanacak mı, bir sallayıp iki mi yatılacak, bir yatıp iki mi bağlanacak eller, işte bunlar ve bunlar gibi şeyler imanın önemli konuları sayılarak dinin erkanı (direkleri) yerine geçer. Direğin ne olduğunu da herkes bilir. Bu halin münasebetsiz sonuçlarına bakındı şimdi. Hazreti Muhammet zamanında namazın nasıl kılındığını bilinmemektedir. Bilinseydi İmamı Hanbeli, Şafii, Maliki ve Hanefiye lüzum kalmazdı. Her halde putlara nasıl kılınıyorsa öyle kılınırdı. Hazreti Muhammet etiket ve protokol mütehassısı değildi. Saygı duruşu o zaman nasılsa yine öyle bırakıldı. Yalnız önceleri putlara sonraları aynı tarzda Tanrıya saygı durulurdu. Yukarıda sayılan dört imamın her biri ve onlara uyan cemaatlar namazı başka başka türlü kılarlar. Şam’daki koskoca Emevi camisinde dört cemaat birbirinden kırk elli metre uzakta aynı namaza dururlar. Bir cemaatta kılanların çoğu daha öteki cemaatta gidip aynı namazı dört ayrı biçimde kılarlar. Öyle ya adam hangi cemaatın doğru kıldığını ne bilsin? Dördünden biri doğrudur. Dördünü de tabana kuvvet kıldım mıydı, doğrusu dördün içindedir. O zaman cenneti sağlama bağladım demektir. Amaç saygı duruşu değil sevap istif etmektir. Eh adamın dünyalığı varsa dünya bankasına para yatırır cennet bankasına da sevap yatırımı yapar. İki cihanda da keyfi kekâ olur. Bu konuda dört imamın dördü de hak sayılır. Bu onların bileceği iştir. Asıl fenası bu dört imamla içtihad kapısı kapanır. Ne hakla? Tanrının, «kulum beni ne sanırsa oyum», demesi nerede kalır? Tanrının böylece sonsuzluğu sınırlanıp budanmış olur ve Tanrı Nasrettin Hocanın kuşuna benzetilerek kafese konur. Bu olay, birçok bunun gibi dinsel eylemlere örnek olarak verildi. Bunun nedeni İslamlığa değin ne varsa Arapça olması zorunudur. Oysa Tanrı Araplara Fransızca konuşacak değildi ya! Arapçada ısrar edilince yobazlar Tanrıyı diledikleri gibi inhisarlarına alırlar. Aydınlar meşgul oldukları yüksek konulardan eğilip yobazların sahtekârlıklarına itiraz etmezse yobazlar meydanı boş bulurlar. Çıkarları için masum yurttaşlara tecvidi Karabaş yöntemiyle ıdgami malı gunne ve galgale gibi bir takım gırtlak hokkabazlıklarını iman diye yuttururlar. Bunu yaparken yobazlar papazlıkla kalmazlar, en eski putperestlik çağının büyücülerini ve kâhinlerini tatarağası gibi yaya bırakırlar. Örneğin güya yasin sûresini okuyup onu tulumlara üflerler. Tulumlar yasinlerle şişirilince tulumların ağızlarını bağlarlar. Tulumları köylere taşırlar. Tulumların bağlarını çözerek hastaların suratlarına puh puf beşer liralık yasin üfletirler. Din diye yapılan bu sahtekârlık koca bir yalandır. Bu çeşit yalanla gerçeğin karşıtı (hiç ikisi biri yok) kesin olarak cehennem ve cennet karşıtı ile anlatılabilir. Eski Kudüs (Yurselim) kentinin varoşlarında, şehir çöp ve pisliğinin atıldığı ve sıcakta leş gibi koktuğu için çöplerin yakıldığı «cehennem » adlı bir yer vardı. Cehennem sözcüğü o yerin adıdır. Böyle yalanlan ve sahtekârlıkları yayanlar üstelik masum halka cartcurtlayarak böbürlenirler.
·
162 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.