Bu paradigma değişikliği konusunda bir fikir edinmenin daha iyi yollarında biri, bakirelerin ve bekâretin popüler kültürde nerede, ne zaman ve nasıl ortaya çıktığına bakmaktır. 20. yüzyılın bekâretle ilgili popüler kültürü, kolaylıkla bir sürü kitap cildini doldurabilir ama bir program dörtlemesini -T h e Rocky H onor Picture Show ile Little Darlings ve uluslararası ün kaznan televizyon dizileri Beverly Hills 90210 ile Bııffy the VampireS layer- ele almak, kültür olarak bekâret hakkında gitgide daha da çok düşünme eğilimimiz dahil olmak üzere, “devrimci"
1960'lardan bu yana bekâretin başına gelen bazı şeyleri görmemizi sağlayacaktır.
1973’te Londra’da sahnelenen bir müzikal olarak ilk ortaya çıktığı günden sonra (sonunda yaklaşık üç bin kere sahnelenmiştir), Richard O’Brien’ın The Rocky Horror Show (Rocky
Korku Gösterisi) adlı eseri 1975’te, başrollerini Susan Sarandon ve Tim Curry’nin paylaştığı filme uyarlandığında, The Rocky Horror Picture Show’a (Rocky Korku Sinema Gösterisi)
dönüşmüştür. 1950’lerin ve 1960’lann korku ve bilim-kurgu filmlerine özgü basmakalıp ifadelerin gülünç taklitlerini sunan
Rocky Horror filmi, cinsel devrimin getirdiği kültür çatışmaları üzerine kurulmuş yapmacık, abartılı bir tezdir. Filmde tümüyle bakire ve cinsellikleri gülünç derecede bastırılmış bir çift
olan Brad Majors (Barry Bostwick) ile Janet Weiss (Susan Sarandon), arkadaşlarının düğününden sonra nişanlanır ama
düğünden eve dönerken bir ormanda kaybolurlar. Tam da Rocfe/nin dalga geçtiği düşük bütçeli korku filmlerinin geleneklerine uyacak şekilde karanlık ve fırtınalı gecede kendilerini, ahlâksız ve seks manyağı, travesti, deli bilimadamı Dr. Frank N. Furter’ın (Tim Curry) tüyler ürpertici Gotik şatosunun kapısında bulurlar.Olaylar gelişirken, yaşam ilkeleri, “kendini mutlak zevke teslim et” ile “hayalini kurma, kendisi ol" olan Frank, Brad’i
de Janet’ı da baştan çıkanr ama Brad’le Janet, yaşadıkları seks deneyimine çok farklı şekilde tepki verirler. Brad sinirli vegergin olmaya ve filmin başında desteklediği tutucu ahlâk de-
ğerlerini savunmaya devam ederken, Janet “bakireden sürtüğe” klişesini canlandırır. Sonunda, Dr. Frank N. Furter’m iri
kaslı, san saçlı “Frankenştayn’ın canavarı” olan Rocky’yle (Peter Hinwood) gizli bir randevu ayarlar. Rocky’ye söylediği,
“Touch-a Touch-a Touch Me” (Dokun Dokun Dokun Bana) adlı şarkıda Janet, “daha önceleri sadece öpüşmekle yetinen”
ve şiddetli okşamanın sonuçlarından korkan bir kız olduğunu anlatır ve sonra hiç gecikmeden, Rocky’yi kendisini yatağa atmaya davet ederek, bekâretini kaybettiğinde her şeyin değişti-
ğini ilan eder. “Kanın tadını aldım ve daha fazlasını isliyorum,” diye şarkıya devam edenjanet'ın bu sözleri, kapalı dev-
re televizyon aracılığıyla bütün olan biteni dikizleyen evin iki kadın hizmetçisi tarafından, “Daha fazla! Daha fazla! Daha
fazla!” teranesiyle tekrarlanır.
Filmin sonunda, kendisini “azat edilmiş” gibi hissettiğini ve “zihninin genişlediğini” şarkıya döken Janet, neşeli bir çapkına dönüşmüştür. Aynı şarkı içerisinde buna paralel oluşturan
bir kıtadaysa Brad, “Anneciğim, yardım et bana/ Göreceksin, iyi birisi olacağım / bu rüyayı al götür” diye şarkı söylemektedir. Brad ancak filmin son dakikalarında, Dr. Frank N. Furier’m sihirli cinsel aşırılık bölgesine teslim olur. Dr. Frank N. Furter, “yaşam tarzı fazla aşırıya kaçlığı” için sonunda kendi
uzaylı ahbapları tarafından öldürülürken, Brad’le Janet kurtulur. Korseler, file çoraplar ve ince topuklu parlak deriden ayakkabılar giymiş bir halde, bekâretleri çoktan gitmiş, duyar-
lılıkları tamamıyla değişmiş olan Brad ve Janet bir başlarına eşeleye eşeleye, Dr. Frank N. Furter’m yerle bir olmuş malikâ-
nesinin enkazından çıkarlar.Bekâret ve bekâret kaybı, Rocky H onor için böylesine büyük
bir önem taşırken, filmin geniş seyirci alt kültürünün bu konuyu benimsemesi çok da şaşırtıcı değildir. Filmin düzenli
olarak gösterildiği yerlerin çoğunda (genellikle haftasonu bir gün, geceyarısında, kostümler içinde rol yapma, şarkı söyleme, dans etme ve filmi düzinelerce, hatla yüzlerce kez izlemiş
olan sadık hayran topluluklanndan oluşan çeşit çeşit seyircikatılımı eşliğinde), tecrübesiz “bakireler” özel muamele görmek üzere kenara ayrılmıştır. Ayrıntılar değişiklik gösterse de
Rocky H onor “bakireleri,” bekâret konumlarını ilan eden isim kanları takmaya zorlanmış, yanaklanna ve alınlanna rujla V5
harfi çizilmiş, müstehcen pandomim oyunlarına katılmaya teşvik edilmiş ya da sadece seyirciler arasındaki daha deneyimli üyelerin önünde tören alayı şeklinde yürütülmüş ve
böylece bir sonraki haftanın “bakire” hasadını başlatan sevinçli kalabalığa katılmışlardır.
Bekâretle ilgili olan bundan çok farklı bir başka akran basksı türü, Ronald Maxwell'in yönettiği 1980 yapımı Little Darlings adlı filmin konusunu oluşturur. Ergen kızlar için yatılı
bir yaz kampında geçen bu film, zengin bir ailenin sosyetik kızı Ferris’i (Ta tu m O’Neal), tek ebeveynin geçindirdiği bir işçi
sınıfı ailesinden gelen, çetin ceviz, hayatı sokaklarda öğrenmiş Angel’a (Kristy McNichol) karşı bir konuma yerleştirir. Kamptaki bazı gençler arasında geçen ergenliğe özgü tahmin edilebilecek cazgırlık ve aşağılama saldırılan sonunda, bekâret hakkında alttan alta rekabetçi bir muhabbete yol açar. Kızların çoğu göz göre göre yalan söylüyor olsa da, aynı kulübede kalan üyelerin ikisi dışında hepsi cinsel deneyim sahibi olduklarını ileri sürerler. Bakire olduklarını itiraf edenlerse Ferris’le Angel’dır. İki kızdan hangisinin o yaz bekâretini ilk önce kaybet-
meyi becereceği konusunda derhal bir bahis başlatılır.Bekâret kaybını, ölüm-kalım gibi ciddi bir bahis meselesine çevirmek, uzun kurgu tarihinde hiç de yeni bir şey değildir.
Fransız yazar ve askeri görevli Pierre Ambroise Choderlos de Laclos nuıı 1782 tarihli, Les liaisons dangereuses adlı kitabı, bu
tür bir iddianın klasik ve çirkin bir örneğini sünar. Little Darlings filmini bu kadar çarpıcı yapansa, bahsin, ergenlik çağında olan iki kızı kapsaması ve bu kızların kaybetmeyi planladığı bekâretlerin kendilerine ait olmasıdır. Filmde bekâret kay-
bını, sadece yetişkinliğin değil, havalı olmanın da simgesi olarak görürüz: Bekâretlerini kaybettikleri konusunda yalan söyleyen genç kadınlar bu yalanı söylemekledir çünkü akranlarının toplumsal beğenisini kazanamamaktan ödleri kopmakta-
dır. Bu film, cinsel devrimin çocukları olacak yaştaki kadınlar için, bekâretin ne demek olduğunu ve ne gerektirdiğini olağa-
nüstü bir şekilde ortaya koymaktadır.
Film sanayisinin bekârete gösterdiği ilgi çoğu zaman “erkektir ne yapsa yeridir” diyen çapkınlık kutlamalarıyla sınırlı
kalmış olsa da (Porky’s [19821, Losin’ It [Bekâreti Kaybetmek]
[1983] ve The Last American Virgin [Amerika’nın Son Bakiri) [1982] gibi filmler), bazı komedi filmleri (Animal House [Hayvanlar Evi| [1978] bunun bir örneğidir), bir miktar meme şa-
kasının yarn sıra, tutucu bekâret ideolojisine karşı ikna edici eleştiriler yöneltmeyi başarmıştır. Bunların yanı sıra konuyu
ciddi olarak ele alan bazı filmler, de yapılmıştır. Spike Lee’nin 1988 yapımı School D aze (Okul Yılları) adlı filmi ve John Hughes’un 1985 yapımı The Breakfast Club (Kahvaltı Kulübü)
adlı filmi, bekâreti genç yetişkinler arasındaki karmaşık toplumsal ve duygusal ilişkilere dair bir konu olarak incelemiştir.
Her iki film de, bekâret ve toplumda kabul görme arasındaki ilişkiye sert bir bakış açısıyla bakmıştır.
1970’lerden bu yana televizyon da bekâret anlatılarıyla meşgul olmuştur. Televizyondaki bekâretle ilgili hikâyelerin çoğunluğu, lise çağındaki izleyicileri hedef alan ve benzer yaş diliminde olan karakterlerin, yanın saatlik hızla geçen tek bir
bölümde, önce bekâret kaybı olasılığıyla yüzleşip sonra da bunun sonuçlanyla uğraşmaya geçtiği, bölümlük basit paketler
halinde olma eğilimi gösterir. Bu, en azından yaş dilimi bakımından, gerçeğin nispeten doğru bir yansımasıdır: 1970’lerden bu yana Amerika’da bekâret kaybı yaşı, yaklaşık on altıyla
on sekiz arasında asılı kalmıştır. Yaş meselesini bir tarafa bırakırsak, Slate televizyon kanalı eleştirmeni Kate Aurthur’un
“Çok Özel Bekâret bölümü” dediği şey, bekâretin televizyon programlarına konu olduğu otuz yıl boyunca tutarlı özellikler
sergilemiştir. Bunların arasında, bekâret kaybının her zaman ciddi sonuçlan olduğuna dair tekrarlanan iddia vardır.
Bunun güzel bir ömeği, 1990’dan 2000 yılma kadar devameden ve en çok televizyon izlenen saatlerde yayımlanan Beverly Hills 90210 adlı olağanüstü derecede uzun ömürlü pem-
be dizidir. Başlangıçta, Beverly Hills’e taşınan Minnesotalı bir
ailenin öyküsü olan dizi, ailenin lise çağındaki ikizleri olan ve Amerika’nın en zengin ailelerinin yaşadığı yerleşim yerlerinden birinde ergenlik çağma giren Brandon ile Brenda üzerine
yoğunlaşmıştır. Gençlere yönelik dizilerden beklendiği üzere, daha ilk sezonun hemen başında bir bekâret kaybı hikâyesi
vardır. Her ne kadar bunu yapana kadar ilk sezonun çoğu geçmiş olsa da, başroldeki ailenin kızı Brenda (Shannen Doherty)
bekâretini Porsche kullanan kötü-çocuk Dylan’la (Luke Perry) kaybeder. Brenda’yla Dylan'ın cinsel ilişkisi, o seneki olaylar
dizisinin daha en başında ima edilmiştir bile ama cinsel yolla bulaşan hastalık kapma olasılığından korkan Brenda, sezonun
sondan bir önceki bölümüne kadar olayı erteleıııiştir. Bu da geriye, baştan sona heyecan verici sonuçlarla dolu (bu örnekte, hamilelik korkusu ve Brenda’yla Dylan’ın ayrılığı) bir bö-
lüm bırakmıştır. Sezon böylece, dizinin hayranlarını, Brenda’nın aslında hamile olmadığı haberini öğrenmek için iki ay
beklemek zorunda bırakarak sona ermiştir.
90210'da on sezon boyunca yer alan sayısız kızlık bozulması
olayı arasında basında en fazla köşe yazısı toplayan olay, dizinin yapımcısının oyuncu kızı Tori Spelling’in canlandırdığı
“iyi Katolik kız” karakteri Donna’ııın bekâret kaybıdır. Dizinin
başından beri ana karakterler arasında açık bir tartışma konusu olan Donna’nın bekâreti, neredeyse dizinin kendisi kadar
uzun sürmüştür. Her ne kadar Donna ilk sezondan itibaren
başrol oyuncuları arasında olsa ve ikinci sezonda David karakteriyle aşk ilişkisi yaşamaya başlasa da, sonunda gerçek aşk ol-
duğu görülecek bu ilişki (en azından Hollywood’un anlayışına
göre), hiç de pürüzsüz geçmemiştir. 90210 karakterlerinin fazlasıyla yatkın olduğu çılgın kızışma dönemleri düşünüldüğün-
de, Donna’nm dizinin yedinci senesinde üniversiteyi bitirene
kadar bekâretine sıkı sıkıya tutunması oldukça olağandışıdır.
Donna nihayet David’le yattığındaysa olay ekranda görülmeden gerçekleşmiştir ve bunun hafif sonuçlan olmuş olsa da(örneğin, bu haberi Katolik annesine söylemek zorunda kal-
mıştır) karşılığında cezalandırılmamıştır. Sonuç itibariyle ve doruğa çıkan heyecanın gülünç denecek kadar düşüşe geçmesiyle, Donna ve David karakterleri evlenmiştir.
Seyircilerin ve eleştirmenlerin, Donna’nın fazlasıyla uzun süren bekâretine (gerçek dünyanın ölçü sistemine göre pek
öyle olmasa da Hollywood standartlarına göre fazla uzun) verdiği anlamlar büyük değişiklik göstermiştir. Bazıları bunun,
gençler arasında geleneksel cinsellik kurallarına yeniden (ve
uzun zamandır kendisini hissettiren, epey geç kalmış) dönü-
şün bir kanıtı olduğunu müjdelerken, başkaları, Donna’nın
yıllarca süren bekâret tartışmalarını ve gösterişlerini sinir bozucu ve aptalca bulmuştur. Tarihsel önem bakımından, Donna'nın fazlaca tartışılan bekâreti, hem bunların hiçbirisidir
hem de ikisi birdendir.
Brenda da Donna da aynı anda, 90210 çağının cinsellik kültüründe anlamlı olan akımları yansıtmışlardır. 1980’lerin ortalarına gelindiğinde, on beş ve on dokuz yaşlan arasındaki evli
olmayan kadınların yaklaşık yansı, araştırmacıların örtmece
yoluyla “cinsel açıdan etkin” dediği durumdaydı, yani araştırmaların çoğunda kendilerini en az bir kere eşli seks yaşamış
olarak tanımlamışlardı, tıpkı Brenda gibi.6 Ve yine Brenda’mn
durumunda olduğu gibi asıl konu, kişinin bakire olup olmadığı değil, cinsel etkinliğin getirdiği sonuçlann, kişinin orta sınıf
başarısına ulaşma olasılığını tehlikeye atıp atmadığıydı. Cinsel
yolla bulaşan hastalıklar ve özellikle de istenmeyen hamilelik
ler, “daha iyisini bilecek yaşa gelmiş” kadınlar arasında çoğu
zaman eleştirel özdenetim eksikliğini gözler önüne seren şeyler olarak görülmektedir. Brenda’nın yaşadığı hamilelik korku-
su bu yüzden uyan niteliği taşıyan bir hikâyedir, oysa Donna
evlilik öncesi seksi “doğru bir şekilde” idare etme konusunda
başarılı olmuştur.
Uzun süre ekranlarda kalan (1997 bahar sezonundan 2003
yazma kadar) bir başka gençlik dizisi, Bujjy the Vampire Slay er da, Buffy’nin yaratıcısı Joss Whedon bekâret konusuna
başka bir bakış açısıyla yaklaşır: Kişisel ve cinsel yönden güçlü
olan genç kadının bakış açısıyla. Bu genç kadın, yani Bu Uy
Summers (Sarah Michelle Gellar), gündüzleri aklı bir karış havada olan Califomialı bir lise öğrencisi, geceleriyse vampirlerle ve başka doğaüstü tehlikelerle savaşan, kutsal güçler tarafından seçilmiş bir avcıdır. “Gözetmeni” olan, akıl hocası ve
baba figürü Giles’m (Anthony Stewart Head) ve birbirine sıkıca bağlı arkadaş topluluğunun yardımıyla Buffy, görevi,
Sunnydale adlı küçük “cehennemağzı”7 kasabalarında ikide
birde ortaya çıkan kötü güçlerle savaşmak olan yetenekli bir
savaşçıya dönüşür.
Bu sırada da, genç yaştaki kadın kahramanların geleneksel
olarak başına gelen şey olur ve Buffy büyük bir tutkuyla âşık
olur. Ama âşık olduğu adam, vampir arkadaşlarının Angelus
olarak tanıdığı Angel (David Boreanaz) adlı bir vampirdir. Angel, kendisine ruhunu ve dolayısıyla vicdanını geri veren bir
çingene laneti altında yaşayan tuhaf bir yaratıktır. Bu lanet,
suçluluk duygusuyla yanıp tutuşan bu yaratığın mükemmel mutluluğu tadacağı belirsiz bir zamana kadar onunla birlikte
kalacaktır. Yani dizinin başında Angel tam bir rara avis,8 vampirlerden nefret eden ve karanlığın güçleriyle savaşan bir vam-
pirdir. Dizinin ikinci senesinin ilk yarısı boyunca, Buffy’yle Angel arasındaki aşk iyice yoğunlaşır. Nihayet ikinci sezonun
tam ortasına denk gelen ve ikiye bölünen bölümün ilk yansında, Buffy'nin on yedinci doğum günü gelir ve Buffy, Angel’la
aralarında gittikçe artan tutkuya teslim olur. Buffy bekâretini son derece erotik, ama pomo gibi açık saçık olmayan, parlak
cilt tonları ve zengin kumaş kıvrımları arasında, aşkla yoğun
tenselliğin karışımı içinde görsel bir sahneyle kaybeder.Ciddi sonuçların gelmesi çok sürmez. Buffy uyandığında
Angcl'ın gitmiş olduğunu fark eder ve Buffy’yle yatmanın, Angel’ı ruhla donatan lanetin bozulması için gereken mükemmel
mutluluk olayı olduğu hızla açıklık kazanır. Çelişki fazla abartılmıştır ama işe yarar: Buffy’yle Angel’ın duygularındaki sami-
miyet, Angelin tam bir iblise dönüşmesiyle kanıtlanır. Buffy’ye
mecazi anlamda sahip olan Angel artık diğer anlamda da ona
sahip olmaya kararlıdır. Ruhsuz Angel, bir ruha sahip olmanın
görünüşe göre güçsüzleşıirici kısıtlamalarına katlanmaya zorlanmasının öcünü almaya çalışırken Buffy’nin hayatı (ailesinin
ve arkadaşlarının hayatı da) tehlikededir. BufTy için öyle sıradan bir hamilelik korkusu söz konusu değildir.
İkinci sezonun ikinci yarısının tamamı, Buffy’nin sadece Angel’ın oluşturduğu tehditle değil, kaybettiği âşığının ve iliş-
kisinin değerli hatıralarıyla da baş etmeye çalışmasını gösterir.
Her ne kadar ilk başta ne olup bittiğini anlamasa da ve Angelin bir anda ortaya çıkan acımasızlığı için kendisini suçlamaya başlasa da Buffy kısa zamanda, Angel’daki değişikliğin,
çiftleşme sonrası ihanetinden çok daha büyük bir sorana işa-
ret ettiğini fark eder. Buffy hızla, Angel’m oluşturduğu sorunun iki çözümü olduğu sonucuna varır: Ya laneti yenilemenin
bir yolunu bulup Angelin ruhunu geri getir ya da Angel’ı öldür. Sonunda arkadaşlarının yardımıyla Buffy ikisini birden
yapar. Gözleri yaşlı bir halde Angela gözlerini kapamasını
söyler, onu son bir kez öper ve kılıcı kalbine saplayarak Angel’ı cehenneme yollar.
Buffy'nin bekâret hikâyesi, aslında öteki dünyaya ait olsa da,
temelde günah ve cezayla değil, zor bir durum karşısında olgunlaşmayla ilgilidir. Buffy'nin bekâretini Angela verme kararının sonuçlan vardır ama bu sonuçlar tek başına cinsel ilişki-
nin sonuçlan değildir. Angel hissettiği duygunun gücü yüzünden ruhunu kaybeder, yaşadığı orgazmın gücü yüzünden değil. Whedon romantik aşkı kürsüye çıkarır ama sadece sonradan kürsüyü altından çekip almak için. Whedon’in kurguladı-
ğı evrende, kültürel açıdan en kusursuz romantik bekâret anlatısı bile, bir kızı kadına dönüştürmek için yeterli değildir. Bir
genç kadının gerçekten kendi kendisinin sahibesi olabilmesi
için seksten fazlasını yapabiliyor olması gerekir. Buffy the Vampire Slayer dünyasında (Whedon’in ima ettiğine göre bizim
dünyamızda da), bir kadının gerçek değeri bekâretinde ya da
cinsel olarak sevilebilme becerisinde değil; sevme, sevilebilme
ve aynı zamanda “bas kıçına tekmeyi, al elinden ismini” tarzında düşmanın hakkından gelme ve ne kadar zor olursa olsun yapılması gerekeni yapma becerisinde yatmaktadır.