Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Yeni Osmanlıların mücadelesini verdikleri müesseseler, parlamento ve anayasa idi. Bu unsurları içeren meşruti bir reformun önündeki en önemli engel olarak gördükleri Ali ve Fuat paşaları, Avrupa karşısında acze dayalı bir siyaset izlemekle ve Batılılaşmayı geleneksel değerlerin reddi bir “Avrupai yaşam” olarak gören yanlış ve taklitçi siyaset gütmekle suçlamaktaydılar.6 Tunaya’ya göre bu gelenekçi modernizmleri Alman romantizminden gelen tesirin neticesiydi. Eleştiriler sadece sözü edilen çevrelerle sınırlı kalmadı. Cevdet Paşa gibi önemli isimler bu konuda Yeni Osmanlılar’dan daha sert bir tavır takınan gelenekselci kesimin temsilcileri gibi hareket etti. Aslında modernleşme sürecinin muhafazakâr ve dinsel bir tepki ürettiği ilk kez görülmüyordu. Ancak Tanzimat ve özellikle de Islahat fermanlarıyla çerçevesi çizilen yeni düzende daha önce var olan tepkiler güçlendi ve belirli fikir adamları tarafından daha sistematik biçimde ifade edilerek fikir akımlarına dönüşmeye başladı. Yukarıda bahsedilen çelişkinin bir diğer göstergesi olarak şu duruma dikkat çekilebilir: Yeni Osmanlılar, Tanzimat bürokratlarına Batı’yla ilişkiler konusunda yönelttikleri sert eleştirilere rağmen kendilerinin ve hamilerinin Avrupa güçleriyle ilişkileri de tartışmalıydı. Bu kesim arasında meşrutiyetçi projelerini Babıâli’ye kabul ettirmek için Düvel-i Muazzama’nın desteğini almaya çalışanlar ya da imparatorluğu kurtarmak üzere hazırladığı projesini sunmak üzere Paris’te İmparator Napoléon’un huzuruna çıkan Yeni Osmanlı finansörlerinden Mustafa Fazıl Paşa gibileri vardı. Babıâli’nin baskısı üzerine yurtdışına kaçmak zorunda kalan Ali Suâvi, Namık Kemal, Ziya Paşa’nın kaçışları sırasında Yeni Osmanlılar grubuyla temasta olan Fransız Büyükelçiliği’nin desteğinin alınmış olmasıysa bir başka örnekti. Osmanlı aydınının Batı karşısında geliştirdiği bir başka tutum, Cumhuriyet döneminde de etkisi hissedilen bir süreklilik arz etti. Bu tutumun kaynağında Avrupa’yı gittikçe daha fazla tanıyan ve kısmi “tanzimat” girişimlerinin Osmanlı’yı Avrupalı güçlere eşit kılmaya yetmediğini kısa sürede öğrenen Osmanlı aydınının, “Batı’yı aynı zamanda güçlü olmaya prim veren bir uygarlık” olarak görmesi yatıyordu. İmparatorluğun, reformlara rağmen Avrupalı güçler karşısında tutunduğu mevzileri her alanda hızla kaybetmesi, Avrupa karşısındaki zayıflığın imparatorluğun sonunu getirmekte olduğunu gözlemleyen aydınlar arasında “güç ideolojisi”nin etkisini artırmaktaydı. Mardin’e göre özellikle Harbiye, Mülkiye, Tıbbiye gibi modern eğitim kurumlarının öğrencileri, aldıkları eğitimin etkisi altında müspet bilimlerin Batı’nın esas güç kaynağını oluşturduğunu görüyordu. Müspet bilime duyulan hayranlık, Mardin’in öne sürdüğü gibi, dinsel değerlerin ancak milli gücü artırdıkları oranda önemli olduğu kanısını yerleştirmiş olabilir. Öte yandan II. Abdülhamit’in İslamcı ideolojisi karşısında Jöntürk muhalefetinin “bilimci” bir ideolojik içerik taşıması şaşırtıcı değildi. Abdullah Cevdet gibi tek medeniyetin Batı medeniyeti olduğunu öne süren Batıcılara rağmen, Şükrü Hanioğlu’nun Jöntürk ideolojisini esas olarak “dine karşı müspet bilim” eksenine oturtan yaklaşımı abartılı görünmektedir. Jöntürklerin bu konuda kendi aralarında yaklaşım farklılıkları olduğu gibi, bu konu sistemli olarak tartışılmamıştı. Mardin’in vurgusuna geri dönecek olursak Jöntürklerin “güce” verdikleri önem, Batı’nın bilim ve teknik alanındaki üstünlüğüne büyük hayranlık duymalarına yol açmaktaydı. Ancak bu Batıcı Jöntürklere özgü bir tavır değildi; aralarında İslamcıların da olduğu kesimlerin “Batı’nın kültürünü değil, tekniğini almak” şeklinde formüle ettikleri kısmi Batıcılık, Batı bilim ve tekniğine duyulan hayranlığa ve bilim teknik iktibasının Batı seviyesine ulaşmanın kilit aracı olduğu ön kabulüne dayanmaktaydı. Özellikle Ziya Gökalp’in ele aldığı şekliyle neredeyse resmileşen bu söylem, aynı zamanda Osmanlı düşünce dünyasının önemli niteliklerinden birine işaret etmekteydi. Söz konusu nitelik, sorunların tespit ve çözümünde iradeye yapılan aşırı vurgu ve yapısal analiz yoksunluğu olarak özetlenebilir. Yeni Osmanlılardan Jöntürklere, Osmanlı’nın aydın kuşakları büyük oranda siyasi alandaki mücadelelerle meşgul olmuş; imparatorluğun sorunlarının kökeninde “yanlış idarecilik”, “beceriksizlik” ya da “bilime önem vermeme” gibi yönetim sorunları görmüşlerdi. Böyle bir eğilimin belirleyici olmasının arkasında, gerek yıkım sürecinin aydınları tarihsel ve teorik incelemeleri öteleyen bir acil çıkış arayışına itmesi, gerekse İslam idare geleneğinin yöneticinin ehil olmak gibi niteliklerine yaptığı aşırı vurgu yatmaktaydı. Bu eğilim daha yapısal bir analizle gelişmelere yaklaşılmasını; bu bağlamda, Osmanlı İmparatorluğu’nun pazar ve hammadde mücadelesinin belirlediği yeni bir dünya sistemi içerisinde yer aldığını ve iktisadi sosyal yapı değişikliğinin bir siyasi form olarak “imparatorlukların” sonunu getirdiğini kavramaktan uzaklaştırmıştı.
·
3 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.