Gönderi

Dostlar yakınlaşırken demokrasi ve özgürlükler ABD liderliğindeki Batı cephesinde Soğuk Savaş ideolojisi yeniden inşa edilirken antikomünizm temelli bir anlayışla demokrasi ve özgürlüklerin sınırları da yeniden çizilmeye başlandı. Bu durum düşünce hayatından sanat ve bilim pratiğine kadar her alanı derinden etkiledi. Bu koşullar altında Türkiye’deki düşün ve sanat faaliyetlerinin, ABD’nin Avrupa’yı gölgede bırakan etkisinden, genel olarak Anglosakson felsefesinden ve Soğuk Savaş ideolojisinin düşünsel ve sanatsal üretim alanında yarattığı tahribattan etkilenmemesi düşünülemezdi. Üstelik modernleşme sürecinin başından itibaren Türkiye düşünce dünyası, Avrupa’yla sürekli bir etkileşim içerisinde olmuş, buradaki yeni eğilimler çok geçmeden Türkiye’ye taşınmıştır. Savaş sonrasında da bu düşünce alışverişi sürdü. Nitekim bu yıllarda düşünce dünyasında etkili olmaya başlayan yeni kuşak aydınlar eskilere nazaran ABD’yi daha iyi tanımaktaydı. Gittikçe artan sayıda kişi, Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemi aydınları gibi yabancı dil olarak Fransızca ya da Almanca yerine İngilizce öğrenmeye başlamıştı. Bu kuşağın entelektüel gıdasını Anglosakson geleneğinden ve fikir hayatından almaya başlaması yeni bir aydın kuşağının doğuşuna da işaret etmekteydi. Bu doğuş, ideolojik düzlemde Amerikan etkisine aracılık eden bir kesimin ortaya çıkması bağlamında önem taşımaktaydı. Aydınların içinde soluk alıp verdiği fikir atmosferinin kimyasını değiştiren Soğuk Savaş mücadelelerinin yoğunlaştığı başlıklardan biri “demokrasi” meselesiydi. Bu başlık Türkiye’yi sadece düşünsel düzeyde değil, daha somut siyasi düzlemde de yakından ilgilendirmekteydi. Bilindiği gibi ABD’yle dostluğun altın çağı olarak nitelenebilecek 1945’lerin sonu ve 1950’liler, siyasal sistemin Batılı anlamda çok partili bir demokrasi olarak yeniden inşa edildiği bir dönemdi. Dolayısıyla bu yıllarda Türkiye “demokrasi”nin ne olduğu, sınırlarının nasıl genişletilebileceği gibi tartışmalara daha fazla ilgi göstermekteydi. Bu siyasi yeniden yapılanma döneminde Türkiye’de sürdürülen “demokrasi” tartışmasında “Hür Dünya” devletlerinin demokrasi adına neyi hoş gördüğü veya neyi gayrimeşru ilan ettiği bir referans noktası oluşturmaktaydı. Türkiye’de çok partili hayata geçişin nedenleri üzerine üretilen yazın, Türkiye’nin iç koşullarıyla birlikte dış ortamdan kaynaklanan nedenler üzerinde de durur. Savaşı, Sovyetler Birliği, ABD ve İngiltere’nin öncülüğündeki “demokrasi cephesi”nin kazanmasından sonraki dünya koşullarında, özellikle savaşın son yıllarında Almanya’yla geliştirdiği ilişkiler nedeniyle Türkiye’nin itibarı epey zedelenmiş bulunmaktaydı. Savaş sonrası ortama uyum sağlamak ve oluşturulmakta olan uluslararası teşkilatlara katılmak isteyen Türkiye’nin faşizmden fazlasıyla esinlenen siyasi yapısı üzerinde oynama yapması bir bakıma ülkenin itibarını yeniden kazanmasını sağlayacak bir adım olarak tasarlanmıştı. Kuşkusuz bu kaygının çok partili hayata geçişte iç dinamiklerin etkisini önemsizleştirecek bir ağırlık taşıdığı söylenemez ancak önemli faktörlerden biri olarak dikkate alınması gerekir. Öte yandan aynı dış koşullar demokrasinin sınırlarının oldukça dar tutulmasında da pay sahibidir. Çünkü ABD başta olmak üzere Batı’da faşizme karşı ortak mücadelenin yerini, çok geçmeden komünizme karşı kutsal savaş almıştı. Dolayısıyla Türkiye’nin solu dışarıda tutarak emek hareketini sınırlandırarak kurmaya çalıştığı demokrasi idaresi, dışarıda önceliğin sistemin istikrarına verilmesi ve antikomünizmin demokrasi anlayışını dar sınırlar içine hapsetmesi nedeniyle uluslararası meşruiyet sıkıntısı çekmedi. Taner Timur, Türkiye’de hâkim hale gelen ABD yanlısı politikanın asıl dayanağı, “Bir yandan savaş içinde palazlanan egemen sınıfların çok partili hayatın getireceği ‘tehlikeli’ fikirlere karşı korkuları, öte yandan da ufukta beliren Amerikan sermayesine aracılık özlemleridir,” demektedir. Nitekim biçimselliği öne çıkan, halkın genel çıkarlarının azınlıktaki sermaye çevrelerinin çıkarlarına kurban edildiği bir demokrasinin inşasına böylece girişildi. Demokrasi gibi özgürlükler de Soğuk Savaş ortamında gerek ABD’de gerekse Türkiye’de ağır yara almaktaydı. Türkiye’de bir yandan ABD’ye komünizm tehlikesi olduğunu ispatlama gayretiyle girişilen baskı hareketleri, diğer yandan antikomünizmi sabit bir demokrasi kavrayışı, boğucu bir ortam yarattı. Böyle bir ortamda, 1945 sonlarında hükümetin teşviki ve güvenlik kuvvetlerinin hoşgörüsüyle yürütülen ve ABD’deki McCarthy’ciliğe benzeyen uygulamalar, döneme damgasını vuran bir cereyan halini aldı. Bu aşamada iki noktaya dikkat çekmek gerekir. Birincisi, II. Dünya Savaşı’nın bitişini takip eden yıllarda ABD’de –her ne kadar devlet katında komünizme karşı mücadelenin ilk işaretleri belirmişse de– geniş kesimler açısından Sovyetler Birliği’nin dost bir ülke olarak algılanmasıydı. Faşizme karşı ortak mücadelenin kazanılması, ABD’de hem genel bir iyimserlik havası yaratmış hem de Sovyetler Birliği’ne karşı olumlu duygular beslenmesini sağlamıştı. Dolayısıyla ABD’nin antikomünist mücadelenin liderliğine soyunması sürecinde, içeride bu sempatinin yerini korku ve düşmanlığın alması için güçlü bir antikomünist kampanya yürütülmesi gerekti. ABD için dönüm noktası 1947 yılıydı. Truman Doktrini bu dönüm noktasının dış ilişkilerdeki en önemli çıktısı oldu. Yine de yukarıda da bahsedildiği gibi, ABD’deki gelişmeler incelendiğinde Türkiye’yle eşzamanlı bir antisovyetik politikadan bahsedilemeyeceği ortaya çıkar. İkincisi, “Türkiye’nin McCarthy’ciliği” antikomünizmin tarihsel kökleri ve içerideki siyasal dengeler düşünüldüğünde öncelikle “yerli” karakterliydi. Diğer bir deyişle esin kaynağının ABD’deki uygulamalar olduğunu söylemek en azından başlangıç safhası için tam olarak doğru değildir. 1945’in Aralık ayında Tan gazetesi başta olmak üzere ilerici yayınlara yönelik saldırı, henüz ABD cephesinden komünizme karşı topyekûn bir savaşa girilmeden gerçekleştirilmiş; böylece yeni kurulan çok partili siyasal yapıda muhalefetin solla ilişkisi başlamadan kesilmişti. Ancak demokrasi adına, işçi sınıfına dair, sola dair her şeye yasak konulmasında ABD örneğinin cesaret verici olduğu, zaman içerisinde bu ülkedeki uygulamalardan daha açık bir biçimde esinlenildiği söylenebilir. Nitekim 1948’de DTCF’den Behice Boran, Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav’ın atılmasına neden olan tasfiye girişimi, ABD’de üniversite öğretim üyelerine karşı yürütülen tasfiye operasyonlarının bir benzeriydi.70 Ancak bu örnekte bile doğrudan bir etkileşimden bahsedilip bahsedilemeyeceğini tartışacak verilere sahip değiliz. Zamanla yürütülen kampanyaların benzerlikleri arttı. Türkiye’de de tıpkı ABD’de olduğu gibi antikomünist cadı avı çığrından çıktı, olur olmaz her şeyin altında komünistlerin arandığı komplocu bir zihniyet günlük siyasete hâkim hale geldi. Bir uç örnek olarak, Türkiye’deki irtica hareketlerini bile komünistlerin imal ettiği ileri sürülebilmişti. Soğuk Savaş Türkiye’si bu tür uç örneklerin istisna olmadığı bir ülkeydi.
·
7 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.