Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

424 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
10 günde okudu
Kültür ve İktidar (Pierre Bourdieu'nün Sosyolojisi) kitabı; Bourdieu ve onun teorileri üzerine yazılmış en kapsamlı eser niteliğindedir. Peki Bourdieu sosyolojisinin 'cazibesi', bir akademisyene 424 sayfalık kitap yazdıracak 'çekiciliği' nereden gelmektedir? Bourdieu sosyolojisinin çekiciliğinin akla ‘makul’ olmasından kaynaklandığı kanaatindeyim. Makul olan; her bakış açısının(ya da kuramın) pozitif açıklama kabiliyetlerine eklektize edilmesidir. Bourdieu salt kuramsal anlamda değil pratikte ve teoride, yöntemde ve düzeyde büyük çeşitlilik sergilemiştir. Sosyal gerçekliğin bölünmez bütünlüğü içerisinde kalarak sosyoloji yapmak söylemde kolay ve çekici, uygulamada özellikle de büyük teorik yaklaşımlarda hayli zordur. Dolayısıyla akla makul olan, teoride hayli güçlüklerle doludur. Ayrıca Bourdieu kuramı basit bir eklektizm olarak da kabul edilemez. Olgular arasındaki her bağıntı, en ince ayrıntısına kadar nedenselliklerle bağlamına kavuşturulmuştur. İncelemeye konu kitap ve okuduğumuz bir çok ikincil kaynakta ya da genel kuramsal özetlerde Bourdieu sosyolojisi -dikkatimizi çeker biçimde- kapsayıcılığı vurgusunda ve eklektik biçimde ele alınmıştır. Gerçekten de Bourdieu sosyolojisi hiçbir yaklaşıma hapsedilemeyecek bir çeşitliliğe sahiptir. ( X kuramını takiben a,b,c yaklaşımları-Y kuramını takiben d,e,f yaklaşımları ve bunlara ek olarak X ve Y'yi aynı ölçüde dikkate alan eksiklerini eleştiren a,b,c,d,e,f yaklaşımlarına da aynı paralellikte yaklaşan bir sosyoloji.) Bourdieu; anti pozitivist ve parçalayıcı post-modern dalganın hüküm sürdüğü bir zamanda şüphesiz ilgi çekicidir. Fakat onun başarısının temel nedeni; sosyal bilimlere armağan ettiği epistemoloji deryasıdır. (Bu kısımdan sonrası; Bourdieu sosyolojisi ve Bourdieu'nun yaratmış olduğu, 'habitus', ''alan' ve 'kültürel sermaye' gibi kavramların açıklaması ve benim bu kavramlardan ne anladığımın özeti niteliğindedir. Dolayısıyla kısmen 'alıntılar' içerir.) Fransızca ‘da genel anlamda 'alışkanlık' anlamına gelen 'habitus' Latince bir kelime olarak ; vücudun her zamanki veya tipik durumu veya duruşu anlamına gelmektedir. Bourdieu habitusu alışkanlık anlamından kurtarmak için Latince olarak kullanmıştır. Habitus Hegel, Husserl, Weber, Durkheim, ve Mauss gibi düşünürlerin daha önceden kullandıkları bir terimdir. Antropolojide ilk defa Marcel Mauss tarafından kullanılmıştır. Bourdieu ise; Aristotales’ten (Aquinolu Aziz Tommaso ve sanat tarihçisi Erwin Panofsky aracılığıyla ) gelen, daha esnek “habitus” kavramını önemsemiştir. Burada habitus, “etmen – aktörlerin sonsuz değişkenlikteki durumlara uyarlanabilecek sonsuz sayıda uygulamalar üretmelerine elveren şemalar” diye tanımlanır. Bunun özü Altbert Lord’un incelediği sözlü şairlerin formüllerini ve temalarını anımsatan bir biçimde, bir çeşit “düzenlenmiş doğaçlama”dır. Habitus ; algıladığımız, değerlendirdiğimiz ve içinde hareket ettiğimiz dünya aracılığıyla oluşan kalıcı ve aktarılabilen bir eğilimler sistemini anlatır. Dışsal kısıtlamalar ve imkanlar içselleştirilir. Bu nedenle "bireyler; ulusallık, sınıf, cinsiyet vb. konularda kendilerini 'evde' gibi hissederler" der Bourdieu. “Yapısallaşmış bir yapıdır Habitus” Geçmiştekiler ve mevcut uyaranlar arasında dolayımlanan habitus, aynı anda kendini üreten kalıplaşmış toplumsal güçlere göre ‘yapılanır ve yapılaştırır'. Yapılanma ve yapılaştırma kavramları habitusun araçsal özünü oluşturur. Bir örnek üzerinden yapılanmayı ve yapılaştırmayı anlatacak olursak; söz gelimi olgusal olarak bir cemaat , formel olarak bir dernek ya da sınırları belirgin olamayan informal bekar odaları bunların her biri kendi habituslarını yaratır ve yapılanır. Yapılanma dışsal kısıtlamaların içselleştirilmesidir. Habitus bir kere yapılandığında eş zamanlı yapılaştırma süreci de başlamış olur. Bir zenginler kulübünde kadehin nasıl tutulacağından ne şekilde içileceğine kadar her şey yapılanmıştır ve birey her defasında davranışlarıyla yeniden yapılaştırır. Habitus pratiği içeriden biçimlendirirken, bir ‘alan' da eylem ve yapıyı dışarıdan yapılandırır. Yapılanma salt içsel değil dışsal anlamda farklılıklar da yaratır; ‘’üye olmayan giremez’’. Sadece formel anlamda değil esnek yapılarda da sınırlar yapılandırılmıştır. Habitus geçmiş tecrübelere dayalı strateji üretici bir ilkedir ve faillere çeşitli görevleri yerine getirmek ve değişen durumların üstesinden gelebilmek için belirli bir mizaç ve eğilim kazandırır . Habitus, ne tam anlamıyla bireyseldir, ne de davranışları tek başına belirleyebilir. Eyleyicilerin içinde işleyen yapılandırıcı bir mekanizmadır. Çok çeşitli durumlarla başa çıkmayı sağlayan bir strateji üretme ilkesidir. Başka bir söylemle habitus; ‘’toplumsal eyleyicilerin, tam anlamıyla akılcı olmadan, yani davranışlarını sahip oldukları araçların verimliliğini azamiye çıkartacak şekilde düzenlemeden ya da daha basiti, hesap yapmadan, hedeflerini açıkça ortaya koymadan ve bunlara ulaşmak için sahip oldukları araçları açıkça birleştirmeden, kısacası planlar, tasarılar yapmadan, makul olduklarını, deli olmadıklarını, çılgınlıklar yapmadıklarını açıklamak için varsaymak gereken şeydir. Bu anlamda habitus bir eyleyici için kader değil, karşılaşılan yeni deneyimlerle sürekli gelişen/değişen bir yatkınlıklar bütünüdür. Habitus kavramı; üzerinde sayfalarca açıklama yapılacak kadar geniş bir epistemolojiye sahiptir ve Türkçeleştirilmesi de aynı ölçüde kısıtlayıcı olacağından kavram Latince olarak kullanılmaktadır. Habitusun özet anlatımında; Bourdieu’nun habitus kavramı temelde “biz” ve “çevremizdeki dünya” arasındaki ilişkilere işaret etmekte ve sadece hareketlerimiz ve konuşmalarımız değil, aynı zamanda düşünme tarzımız, eşyayı tasnif şeklimiz, dünya görüşümüz duygularımız da etkilenmektedir. Belki bilinçaltımızda yer edindiği için de “tabii” olarak algılanmakta ve üzerinde hiç durulmamaktadır. Bireylerin habitusu aile içindeki sosyalleşme, eğitim sistemi ve arkadaş çevresi tarafından şekillenir. Dolayısıyla, sınıfların ve milletlerin kendilerine özgü habitusları olması, onların neden farklı davrandıklarını açıklamaktadır. Ama bireysel tecrübenin habitus üzerinde etkisi de kaçınılmaz olacağından kavram cinsiyet, millet, sınıf ve aile yapısı ile karmaşık bir yapı arz etmektedir. Üstelik habitus kişisel kararlar ile genel değerler arasında bir ilişkiye işaret etmekte ve belki de bu iki alan arasında bir gri kesişme alanı yaratmaktadır. İşte bu alan, kişinin hareketlerinden giyim tarzına hatta yiyecek zevkine kadar hemen hemen bütün seçeneklerini etkilemektedir. Fakat Bourdieu’ye göre bu seçeneklerin kendileri de birer habitustur. Yani bizim dışımızdaki gerçekliği yansıtamamakta, tam tersine onları oluşturmaktadır. Bu noktada kavramın hür iradeye bir kısıtlama getirdiği iddia edilebilir . Zira herhangi bir habitus içerisinde seçenekler sonsuz olmayıp kişi belirli yatkınlıklar kabul etmeye zorlanmaktadır. Belki de bu sebeple kişinin içinde bulunduğu habitusta milyonlarca seçenek olabilir, ama kişi hemen hemen her zaman bu kadar çok seçeneği düşünemediği için sanki bunların varlığından habersiz gibi hareket ederek sadece kendilerine sunulu olanı dar bir çerçeve içerisinde ihtimaller dahilinde eylemlerini meydana getirmektedir. Dolayısıyla ilişkisel sosyoloji; salt habitus değil, "alan + habitus" şeklinde formülize edilmelidir. Alan kavramı Bourdieu’de 1960’lı yıllardaki Markiszm ve yapısalcılık tartışmaları ve bu tartışmalar neticesinde geliştirdiği kültürel sermaye, habitus, strateji ve pratik gibi kavramlar sonucunda belirginleşmiştir. Bu süreçte alan mevhumu Bourdieu sosyolojisinin meta-teorik tartışmalar içerisinde bir yerde konumlanırken, klasik sosyoloji okumaları ve saha çalışmalarının sonucunda kavramsal ve pratik düzeyde daha da geliştirilerek sonraki eserlerinde çokça işlenmeye başlamıştır. Alan kavramının ortaya çıkışı 1960’lı yılların sonuna doğru Bourdieu’nun sanat sosyolojisini Weber’in din sosyolojisi ile ilişkilendirerek incelediği bir sürece rastlar. Bourdieu, gerek Durkheim’ın gerekse Levi-Strauss’un yaklaşımlarını fazla katı ve mekanik diye eleştirmiştir. Kendisi bir “alan” ya da alanlar dizisi (dinsel alan, yazınsal alan, ekonomik alan vb) olarak daha esnek bir yapı kavramını yeğlemektedir. Daha öz olarak bir alan, bazı iktidar (ya da sermaye) biçimlerine gömülü konumlar arasındaki tarihsel nesnel bağıntılar bütününden ibarettir. Bir alan tıpkı manyetik bir alan gibi, nesnel kuvvetlerin yapılanmış bir sistemidir; buraya dahil olan bütün eyleyici ve nesnelere dayatabildiği özgül bir ağırlık merkeziyle donanmıştır. Bir alan aynı zamanda bir çatışma ve rekabet mekanıdır, bu bir savaş alanı analojisidir, bu savaşa katılanlar, bu alanda etkili olan özgül sermaye türü -sanatsal alanda kültürel yetke, bilimsel alanda bilimsel yetke, dinsel alanda papazların yetkesi vs.- üzerinde tekel kurma ve iktidar alanında farklı yetke biçimleri arasındaki “dönüşüm oranlarına” ve karar verme gücünü elde etme amacıyla birbirleriyle rekabet etmektedirler. Sosyal alanlar içinde yaratılan etkiler, ne rastgele eylemlerin aritmetik toplamı ne de ortak bir planın bütünleşmiş sonucudur. Bourdieu, alan kavramının daha iyi anlaşılabilmesi için oyun metaforunu kullanır. Bir oyunda; oyuncular, onların yatırımları, çıkar amaçları, stratejileri, açıkça ifade edilmeyen kurallar (doxa), herkesin sahip olduğu kartlar vardır. Oyuncular, toplumdaki eyleyiciler, yani genel anlamda toplumdur. Yatırımları, oyun sonundaki beklentilerini (illusio, yani çıkarlarını) sağlamaya yönelik olarak riske attıkları sermaye parçalarıdır. Asıl sermaye ise, her oyuncunun ellerinde bulundurdukları kartlarıdır. Alan bu oyunun oynandığı yerdir ve kişilerin sermayesine göre alandaki güç ağırlığı, kazanma/kaybetme şansı farklılık gösterir. Oyun sırasında oyuncuların geliştirdikleri stratejiler ise habitus kavramına denk düşer. Bu stratejiler, başarıya götüren belli formüller değil, süreç içerisinde şekillenen yatkınlıklardır. Bourdieu, alan içerisindeki hakimiyet çabası sırasında elde edilmeye çalışılan sermaye tiplerini belirler. Sermaye Marksist anlamda salt ekonomik olarak ele alınmaz. Sermayeler ekonomik, toplumsal, kültürel ve simgesel olmak üzere 4 farklı başlıkta ele alınırlar. Öz olarak ekonomik sermaye, ekonomik kaynaklar anlamına gelir. Toplumsal sermaye, toplum içerisindeki ilişkiler bütününü yansıtır. Kültürel sermaye ise eğitim yoluyla öğrenilmiş tüm kabulleri, davranış kalıplarını, kısacası toplumun özünü içerir. Simgesel sermaye; her sermayenin içerisinde görülebilecek, sahip olunan simgesel değerler bütünüdür. Bourdieu’nün çalışmalarında çok temel bir yeri olan kültürel sermaye, bir alanda gücü elinde bulunduranların (bugünkü anlamıyla devletin) eğitim yoluyla ailelere ve dolayısıyla bireylere aşıladığı yapıdır. Bu anlamda Bourdieu okulları çok başat bir konuma yerleştirir. Eğitim sistemi çoğunlukla seçkinlerin başarılı olduğu bir düzen dayatır, seçkin olmayan aileler ise bu eğitim sisteminde başarının şart olduğuna inanmış olarak (yani habitus edinmiş olarak) süreçte yer alır ve sistemin yeniden üretimini sağlarlar. Ailelerin çocuklarına miras bıraktığı, (habitusu şekillendiren) bu kabuller, o toplumun kültürel sermayesi haline gelmiştir. Bu doğrultuda 'elit' okullarının toplumsal hiyerarşi meşrulaştırma aracı alarak kilisenin yerini aldığı gelişmiş toplumlarda, yöneticiler ve siyasiler sürekli (sözde) akla ve (sözde) bilime başvururlar. Entelektüeller buna karşı çıkmalıdır. Onlar en başta ve her zaman “Evrenselin Birliği’’ ilkesini savunmalıdır.
Kültür ve İktidar
Kültür ve İktidarDavid Swartz · İletişim Yayınları · 201333 okunma
··
201 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.