Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

İstanbul Sözleşmesini Okudum -1- İstanbul Sözleşmesi üzerinden ciddi bir tartışma var. Özellikle Pınar Gültekin’in vahşice katledilmesinden sonra “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” sloganı ile sözleşme karşıtlarına karşı ciddi bir kampanya yürütülmekte. Aslında İstanbul Sözleşmesi artık tamamen siyasi bir mecraya çekilmeye çalışılıyor. Bağırmadan, çağırmadan, kavga etmeden delillere dayalı olarak konuşmak gerekirken bir kısım çevrelerce siyasi bir takım menfaatler uğruna kutuplaştırma çabasına gidiliyor. Bu kutuplaştırma çabaları artık öyle bir noktaya geldi ki: sözleşme karşıtlarının asla sözleşmeyi okumadıkları yalanını bayraklaştırıp asıl hedefin sözleşmeden çıktıktan sonra rahatlıkla kadınlara şiddet uygulamak olduğu iftirasını atabiliyorlar. Bunu yaparken zerrece yüzleri kızarmıyor. Çünkü bunu bir dava addetmiş durumdalar. Yanlış anlaşılmasın dava derken kadın cinayetlerini engelleme davası değil; her hal ve şartta İslam’ı ve müslümanları suçlu gösterme davasıdır bu. Eğer öyle olmasaydı Pınar Gültekin’i katleden cani, bir bar işlettiği halde Pınar’ın katledilmesinden İslam sorumlu tutulur muydu? Biz kimseyi ve hiçbir kesimi toptan temize çıkarma ya da toptan karalama derdinde değiliz. Söz konusu insansa her şeyin mümkün olabileceğinin farkındayız. Bundan dolayı kimseye kefil olmak gibi bir gaflete düşmeyiz. İstanbul Sözleşmesi bu kutuplaştırma siyasetinden tamamen ayrı olarak ele alınmalıdır. Eğer gerçekten kadın cinayetleri ve kadın şiddetinin bitirilmesi konusunda samimiysek algı operasyonlarına takılmadan ilgili uzmanlardan bu konuyu öğrenmeliyiz. Ben bir psikolojik danışman olarak sözleşmeyi defalarca okudum, sayısız uzmanla görüş alışverişinde bulundum. Konu ile alakalı sayısız bilimsel kitap, makale, araştırma okudum ve bunların üzerinde çalıştım. Resmi kaynaklardan, istatistiklerden faydalandım ve sonuç olarak psikolojik açıdan bu sözleşmenin ciddi problemler taşıdığına kanaat getirdim. Bir hukukçu olmadığım için işin hukuki boyutuna değil; psikolojik boyutuna dikkat çekeceğim. Şimdi, sözleşmeyi destekleyenlerin dayandıkları genel argümanları ve ardından sözleşmede bir uzman nelere itiraz ediyorum bakalım. İstanbul Sözleşmesi Karşıtları Sözleşmeyi Okumuyor! mu? Aslında çok büyük bir algı operasyonu içeren bu iddia temelde malum çevrelerin müslümanlar hakkındaki “yobaz, cahil, gerici” gibi etiketlerinden kaynaklanıyor. Çünkü İstanbul Sözleşmesi’ni iptal talebiyle Türkiye gündemine taşıyan aydın dindar kesimdi. Durum bu olunca malum çevrenin yıllanmış önyargıları devreye girerek “bu yobaz cahiller sözleşmeyi okumadan konuşuyor!” düşüncesiyle böyle bir tezvirata başladılar. Bu tezviratı destekleyen bir gazete İstanbul Sözleşmesini savunurken bir karikatür yayınladı. Bu karikatürde cübbeli, sakallı, şalvarlı bir adamın eline bıçak ve sopa verilmiş “Seni yeneceğim İstanbul Sözleşmesi!” diye bağırdığı tasvir ediliyordu. Bu karikatür açıkça müslümanlarla özdeşleşen bir giyim tarzının ön plana çıkarılması ve eldeki bıçak ve sopayla da “yobaz müslüman şiddet yanlısıdır” algısını oluşturmaya çalışmaktadır. Oysa aynı gazete, karikatürün hemen yanında Pınar Gültekin’in fotoğrafını koymuştu. Ne trajiktir ki Pınar’ı öldüren cani, sakalsız, seküler bir hayat tarzını benimsemiş, bar işleten biriydi yani gazetenin ideolojisine göre gayet medeniydi! Hakikat bu olmasına rağmen suçlu yine sünnet üzere giyinen müslümandı. Bir kısım modernist yönelimli müslümanlar da onların bu sinsi oyununa bilerek ve ya bilmeyerek alet oluyorlar. Oysa sözleşmenin iptal talebi birçok uzman ve akademisyen tarafından ciddi deliller üzerine bina edilerek Türkiye gündemine taşındı. Bahsi geçen uzmanların aidiyetleri ya da dünyaya bakış açıları önemli değil. Çünkü objektif deliller ortada. Çürütebilen varsa buyursun çürütsün. Zaten bu kara propaganda ve iftiraların nedeni de budur. Çürütemeyince saldırganlaşıyorlar ve karakter suikastine kalkışıyorlar. Keşke size sunduğumuz delillerin yarısını bize karşı sunabilseydiniz. İşte o zaman medeni şekilde tartışabilirdik. Oysa şuan elinizde süslü slogan ve bol miktarda ajitasyon malzemesinden başka bir şey yok. Biran sözleşme karşıtlarının hiç birinin sözleşmeyi okumadığını düşünelim. Peki sözleşmeyi destekleyenlerin hepsi istisnasız olarak sözleşmenin her bir maddesini okudu mu? Bu garantiyi kim verebilir? İstanbul Sözleşmesi 24 Kasım 2011 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 5. oturumunda gündeme alındı. Görüşmeler 22.50’de başladı, 23.16’da bitti. Tam adı “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan Sözleşme; tüm partilerin uzlaşmasıyla 26 dakikada mecliste onaylandı. O dönem milletvekili olan ve sözleşmeye evet oyu veren Sayın Mehmet Metiner kısa bir süre önce açık yüreklilikle İstanbul Sözleşmesi oylaması için aynen şu ifadeleri kullandı: “Eminim ki oy veren vekil arkadaşlarımızın kahir ekseriyeti neye oy verdiklerini bilmeden el kaldırdılar. Sırf parti grup başkanvekilleri el kaldırdıkları için.(…) Kendi adıma itirafta bulunuyorum, yanlış yaptık.” Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere bırakın sözleşmeyi savunan herkesin okumasını, meclis gibi en kritik noktada görev alan milletvekillerimiz bile sözleşmeyi okumadan onaylamışlar. Bu açık gerçeklere rağmen hala kimin okuyup kimin okumadığının çetelesini tutmaya kalkarsanız zararlı çıkacak olanın kim olduğu ortada değil mi? İstanbul Sözleşmesi Yaşatır! mı? Sözleşmeyi canhıraş savunan çevrelerin sosyal medya sloganı haline gelen bu cümle aslında hiçbir delile dayanmayan bir slogan. Zira Özgecan Aslan, Şule Çet, Emine Bulut, Pınar Gültekin ve daha nice kadınımız vahşice katledilirken İstanbul Sözleşmesi yürürlükteydi. Yani burada ciddi bir manipülasyon var. Bu fikri savunanlara İstanbul Sözleşmesi’nin yaşattığına yani kadın cinayetlerini azalttığına dair tek bir istatistik verin dediğimizde ortaya bir tek istatistik bile koyamıyorlar. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun akıllara zarar bir grafiği var. Bu grafikte sözleşmenin kabul edildiği 2011 yılında 121 kadınımız cinayete kurban giderken bu sayı her yıl artarak 2019 yılında 474 oluyor. Mezkûr platform bu tabloyu “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” ve “İstanbul Sözleşmesi şart” tagları altında sözleşmeyi savunmak adına paylaşıyor. Oysa bu tablo “İstanbul Sözleşmesi öldürür” tagı altında paylaşılmış olsa ortada çelişki olmayacaktı. İnsanların akıllarıyla dalga geçmek işte bu kadar basit! Halkımız bu zevata prim vermemeli daima aklıselime uymalı ve delille konuşanları dinlemeli. Sürekli bağırmak delilsizliğin en büyük göstergesidir. İstanbul Sözleşmesini Okudum -2: Kadınlara Rahatça Şiddet Uygulamak İçin Sözleşmeye Karşılar(!) İstanbul Sözleşmesi’ni savunan bir kesimin iddiası da bu. Öyle bir algı oluşturuyorlar ki sözleşmenin gündeme geldiği 2011 yılından önce şiddet uygulamak suç değilmiş de İstanbul Sözleşmesi ile suç olmuş gibi propaganda yapıyorlar. Kaldı ki İstanbul Sözleşmesi yürürlüğe girdiğinden beri kadın cinayetlerinin arttığına dair rakamları bir önceki yazımızda vermiştik. Konunun biraz daha net anlaşılması adına İstanbul Sözleşmesi’ni imzalayan ve çok katı şekilde uygulayan İskandinav Ülkelerindeki duruma bakalım. İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanma durumunu denetleyen GREVIO adlı bir kurul var. Bu kurul belli aralıklarla sözleşmeye imza atan ülkelerin sözleşmeyi uygulama durumlarını denetleyip rapor yazar. Bu kurula göre İstanbul Sözleşmesinin temel ilkelerini en iyi uygulayan ülkelerin başında İskandinav Ülkeleri geliyor. Peki, İstanbul Sözleşmesi’ni en iyi şekilde uygulayan ve toplumsal cinsiyet kavramına hayati önem atfeden bu ülkelerde kadına yönelik şiddet ne durumda bir göz atalım. Amnesty Interntional’ın (Uluslararası Af Örgütü) 3 Nisan 2019’da yayınladığı raporu Euro News şu şekilde haberleştirdi: “Cinsiyet Eşitliğinde Zirvedeki İskandinav Ülkelerinde Tecavüz Oranları Korkutucu Seviyede” Rapora göre, sadece Finlandiya’da her yıl yaklaşık 50 bin (elli bin) kadın tecavüze uğruyor. Danimarka’da sadece 2017’de tecavüze uğrayan ya da tecavüz girişiminde bulunulmuş kadın sayısı 24 bin. Dahası, bunların 890’ı polise bildirilmiş ve bunların sadece 94’ü mahkûmiyetle sonuçlanmış! Finlandiya’da ise bu rakam sadece 209. 50 bin tecavüz ama 209 mahkûmiyet! Uluslararası Af Örgütü’nden Kumi Naidoo, bu dehşet verici tabloyu şu sözlerle yorumluyor: “Cinsiyet eşitliğini sürdüren güçlü kayıtlara sahip İskandinav ülkelerinin şoke edici derecede yüksek tecavüz oranlarına sahip olmaları bir paradoks.” İstanbul Sözleşmesi’nin temelini oluşturan toplumsal cinsiyet eşitliği ideolojisinin yasal anlamda en iyi uygulandığı ülkeler, kadına yönelik şiddette başı çeken ülkeler. Temel Haklar İçin Avrupa Birliği Ajansı’nın (European Union Agency for Fundamental Rights/FRA) 28 AB üyesi ülkede yaptığı araştırmanın sonuçları bunu doğruluyor. Araştırma o güne kadarki en kapsamlı araştırma olması sebebiyle kritik. Toplamda 42 bin kadınla yüz yüze görüşülmüş. Araştırmanın sonuçlarına göre şiddetin en çok görüldüğü ülkeler arasında % 52 ile ilk sırada yer alan Danimarka’yı, % 47 ile Finlandiya, % 46 ile İsveç takip ediyor. Demek ki İstanbul Sözleşmesi çok güçlü şekilde uygulansa da şiddet yine oluyor. Bundan anlayacağımız şey açıktır: İstanbul Sözleşmesi’nin kapağında her ne kadar kadına karşı şiddeti önleme ismi taşısa da bu sözleşme, amacına hizmet etmiyor. Artık bu hakikati görmemiz şart! “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” diyenlerin tutunacak tek bir sağlam delili yok. Yukarıda İskandinav Ülkelerine ait verdiğimiz istatistikler aynı zamanda “İstanbul Sözleşmesi yeterince iyi uygulanmıyor” iddiasında olanlara da cevap niteliğindedir. Zira en iyi uygulayan ülkelerin hali de ortadadır. İstanbul Sözleşmesine Göre Şiddetin Kaynağı Sözleşmeyi savunanların belli başlı argümanlarına cevap verdikten sonra İstanbul Sözleşmesi’nde nelere itiraz ettiğimizi anlatmaya çalışalım. Tam adı “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan bu sözleşme isminden anlaşılacağı üzere kadına karşı her türlü şiddeti engellemeyi amaçlamaktadır. Buna herhangi bir itiraz olamaz. Ancak sözleşmenin giriş kısmında şiddetin kaynağı aynen şu sözlerle aktarılmaktadır. “Kadına karşı şiddetin yapısal özelliğinin toplumsal cinsiyete dayandığını ve kadına karşı şiddetin, kadınların erkeklere nazaran daha ast bir konuma zorlandıkları en önemli sosyal mekanizmalardan biri olduğunun bilincinde olarak (…)” Açıkça görülüyor ki İstanbul Sözleşmesi, kadına karşı şiddetin tek kaynağını toplumsal cinsiyet kavramı olarak görüyor. Sözleşmenin tümünü okuduğumuzda da bunu açıkça görebiliyoruz. Toplumsal cinsiyetin tanımını yine İstanbul Sözleşmesinden aktaralım: “Toplumsal cinsiyet, herhangi bir toplumun kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özelliklerdir.” Tanımdan açıkça anlaşılan şey, kültürümüzün kadınsı ve erkeksi olarak kodladığı her şeyin bu kavram içine girdiğidir. Sözleşme, kadına yönelik tüm şiddetin işte bu toplumsal cinsiyet kavramından kaynaklı olduğunu savunuyor. Yani kadınlarımızın gördüğü tüm şiddetten dinin, geleneğin, kültürün, tecrübenin şekillendirdiği toplumsal cinsiyet sorumlu tutuluyor. Oysa kadına karşı şiddetin en fazla alkolün etkisi altındayken gerçekleştiği yıllardır yapılan araştırmalarda ispatlandığı halde, sözleşmenin hiçbir yerinde alkolün şiddet üzerindeki rolüne en ufak bir atıf yok. Tüm şiddetten toplumsal cinsiyet rolleri sorumlu tutuluyor. Cinsiyet rollerimizin tamamen problemsiz olduğunu iddia etmiyorum. Sonraki yazılarımızda buna da değineceğiz. Bizim itirazımız, toplumda hayati öneme haiz olan bu rollerin kökünden kazınmaya çalışılmasınadır. Sözleşmenin bu yönü de LGBT lobisine koz veriyor. Toplumsal cinsiyet kavramının psikoloji literatüründe tanınması 1968 yılında ABD’li psikanalist Robert Stoller’in “Sex and Gender” kitabıyla oluyor. Kitabında aslında tek cinsiyet tanımının değil; iki cinsiyet tanımının olduğunu savunmaktadır. Cinsiyetin biyolojik cinsiyet (sex) ve toplumsal cinsiyet (gender) olarak ikiye ayrıldığını yazar. Yani erkek/kadın olarak doğabilirsiniz (sex) ama erkekliği/kadınlığı(gender) toplum size dayatır ve öğrenirsiniz. Toplumsal cinsiyet, “işte bu dayatmadan dolayı problemli bir kavramdır ve toplumun kadın ve erkek rolleri yıkılmalıdır” demek ister Robert Stoller. İşte bu tarihten itibaren hayatımıza girmeye başlayan bu kavram, o günden bu yana bilim camiasında büyük tartışmalara neden oldu. Yani hala üzerinde ittifak edilebilmiş bir kavram değil. Yani bu kavramı zemin yapıp üzerine uluslararası bir hukuk metni inşa etmeniz kesinlikle doğru değil. Çünkü her anlamda ispatlanmaya muhtaç yönleri var bu kavramın. Üstelik son yıllarda toplumsal cinsiyet ve biyolojik cinsiyet ayrımını çürüten deneysel araştırmalar ciddi şekilde çoğalmış durumda. Burada birkaç gün önce Polonya Adalet Bakanı Zbigniew Ziobro’nun Polonya’nın İstanbul Sözleşmesi’nden çekileceklerini açıklarken zikrettiği bir cümleyi hatırlamakta fayda var. Sözleşmede bazı maddelerin ideolojik unsurlara sahip olduğunu savunan Ziobro, sözleşme ile “biyolojik cinsiyete karşı sosyo-kültürel cinsiyetin(toplumsal cinsiyet)” inşa edilmeye çalışıldığını söylerken tam da bu noktaya işaret ediyordu. Çünkü şu haliyle toplumsal cinsiyet kavramı bilimsel olarak tartışmalı olmakla birlikte feminist ve LGBT lobilerinin dayanak noktası olarak hizmet veriyor. Sonuç olarak İstanbul Sözleşmesi, şiddetin yegâne kaynağını toplumsal cinsiyet kavramı olarak görür. Birçok bilimsel çalışmada şiddetin asıl kaynakları (başta alkol olmak üzere) açıkça ortada olmasına rağmen tüm fatura bilimsel olarak son derece tartışmalı olan toplumsal cinsiyet kavramına kesiliyor ve diğer şiddet faktörlerine en ufak bir yaptırım teklifinde bile bulunulmuyor. Yani daha olup olmadığı bile belli olmayan bir kavramı siz tüm şiddetin sorumlusu olarak ilan ediyorsunuz. Kaldı ki bu kavramın içine cinsiyet rollerini de dahil ederek onları da öcü gibi gösteriyorsunuz. Durum bu olunca sözleşmenin amacının kadına karşı şiddeti önlemek olduğu iddiasının içi boşalmış oluyor. Devam edecek… Geçmiş Kurban bayramımız mübarek olsun. Dua İle… Feyzullah Akdağ
··
272 görüntüleme
fem okurunun profil resmi
kime ait metin acaba?
Muhammed Ali okurunun profil resmi
Psikolojik Danisman Feyzullah Akdağ'a ait.
4 sonraki yanıtı göster
Baransel Yıldırım okurunun profil resmi
Bahsedilen haberde bu da değinilmiş: "Sosyal damgalanma endişesi ve adalet sistemine karşı olan güvensizlik kadınların seslerini yükseltmesine engel oluyor. Tecavüz mağdurlarının karşı karşıya kaldığı sorunlar dört İskandinav ülkesinde tamamen aynı olmasa da hukuk sistemlerinin yetersizliği ve sistemdeki boşluklar açısından paralellik gösteriyor. (...) Tüm İskandinav ülkeleri tarafından kabul edilen bir insan hakları sözleşmesi olan İstanbul Anlaşması'na göre; tecavüz ve cinsel nitelikteki tüm rıza dışı eylemler suç olarak sınıflandırılmalı. Ancak Finlandiya, Norveç ve Danimarka hala rıza dışı cinsel ilişkiyi tecavüz olarak tanımlamıyor. Bunun yerine fiziksel şiddet, tehdit, zorlama olup olmadığına veya mağdurun uyku, ağır sarhoşluk gibi durumlar sebebiyle direnemediği tespitine dayanan bir tanımı kullanmaktalar. (Yani Sözleşme uygulanmıyor.)" ama komik şekilde hiçbir cümlede değinilmemiş. Ayrıca, kavga etmeden, kanıtlarla yapmalıyız deyip sadece tek tarafın argümanlarına [LGBT'lileri lobicilikle suçlayıp toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtlarının hiç lobiciliklerine değinilmemesi (sanki lobicilik de her zaman kötüdür(!))] çok riyakarca. Sonuçta sözleşme detaylıca bunu-şunu yapacaksın demiyor çoğunlukla soyut amaçlara değiniliyor. İskandinav ülkelerindeki cinayetlerin suçlusunun Sözleşme olduğuna dair bir kanıt görmedim yani kaldırılması için bir neden de yok. Bu olsa olsa devletlerin eksikleri araştırması gerektiği anlamına gelir.
Hazar İnce okurunun profil resmi
Yani ne desem bilemedim Teşekkür ederim kendi adıma
Muhammed Ali okurunun profil resmi
Yazı serimizin üçüncü ve son yazısına başlarken aslında İstanbul Sözleşmesi ve ilgili mevzuatla ilgili yazılabilecek daha nice analizler olduğunu belirtmekte fayda var. Ancak köşeme taşıdığım üç analiz yazımın sözleşmeye neden karşı olduğumu anlatmaya yetecek mahiyette olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar son zamanlarda sözleşme üzerindeki tartışmalar bir takım çevrelerce siyasi hesaplaşmaya dönüştürülmeye çalışılıyor olsa da uzun süre tabu haline getirilip eleştirilemeyen sözleşmenin bugün özgürce eleştirilebilir olması olumlu bir gelişmedir. Sözleşmeye itiraz noktalarımızı yazmaya devam edelim. Sözleşmede Şiddet Kavramının Sınırı Yok! Sözleşmenin 3. maddesi tanımlamalar bölümüdür. Burada şiddetin dört tür olarak tanımlandığını görüyoruz. Bu şiddet türleri fiziksel, cinsel, psikolojik, ve ekonomik olarak ifade edilmiştir. Sözleşme tanımladığı dört şiddet türünün hepsini de aynı gözle görmektedir. Yani aralarında herhangi bir ayrıma gitmeyip kadına yönelik fiziksel şiddeti de psikolojik şiddeti de aynı şiddet olarak görür ve dolaylı olarak ikisine de aynı cezanın öngörülmesini istemiş oluyor aslında. Peki, “sözleşme dört tane olarak saydığı bu şiddet türlerinin açık ve sınırları net olarak çizilmiş tanımlarını yapmış mı?” Diye sorduğumuzda karşımıza sözleşmenin hiçbir yerinde böyle bir tanım yapılmadığı gerçeği çıkıyor. Bu gerçeğe İstanbul Sözleşmesi’ne dayanarak çıkartılan 6284 nolu Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’daki “koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaz(…) (Madde 8/3)” gerçeğini de eklersek ortaya, tanımı ve sınırları yapılmamış dört şiddet türünde de beyanın esas olmasının yeterli olması faciası çıkıyor. Bu fecaat, yıllardır nice ailenin dağılmasına nice erkeğin haksız şekilde evinden uzaklaştırılmasına nice erkeğe iftira atılmasına sebep oldu. Sözleşmeyi hazırlayanlara ve can siperane savunanlara bir kaç soru soralım. Psikolojik şiddet nedir; sınırları nerede başlayıp nerede biter? Ekonomik şiddet nedir, sınırları nerede başlayıp nerede biter? Cinsel şiddet nedir, sınırları nerede başlayıp nerede biter? Bu sorular “beyanın esaslığı” ile birlikte okununca ortaya çıkan tablo ürkütücü. Adalet Bakanlığı Adli Sicil İstatistik Genel Müdürlüğü’nden elde edilen resmi rakamlara göre son 5 yılda 1 milyon 973 bin erkek evden uzaklaştırma tedbir kararına maruz kaldı. Buna göre; 2015 yılında 270 bin 218, 2016’da 320 bin 280, 2017’de 413 bin 790, 2018’de 521 bin 434, 2019’da 447 bin 893 kişi için önleyici tedbir ve evden uzaklaştırma cezası verildi. Hızla artan boşanma sayılarını saymıyorum bile. Tanımlanan şiddet türlerinden “beyanın esaslığı” sadece fiziksel şiddet için söz konusu olabilir. Zira bir şiddet varsa bunun gözle ya da belli bir muayane sistemiyle ortaya çıkarılması mümkündür. Bu haliyle beyanın esaslığı sadece fiziksel şiddet için savunulabilir. Ancak fiziksel şiddetin kimin uyguladığı konusunda “beyanın esas” tutulması şiddetin kimin uyguladığı konusunda iftiralara kapı açmaktadır. Bu noktayı da vurgulamakta fayda var. Fiziksel şiddet dışındaki diğer tüm şiddet türlerinde “beyanın esas” tutulması iftiralara, keyfiliğe, şantaja tam anlamıyla ortam hazırlamaktadır. Üstelik fiziksel şiddet ile aynı yaptırımların öngörülmesi hakkaniyete de sığmamaktadır. Geçtiğimiz günlerde bir üniversitemizde hoca olan akademisyenimizin açıklamaları herkesi şok etmiştir. Hocamız, dersinden kalan bir kız öğrencisinin kendisini dersten geçirmezse cinsel ve psikolojik şiddet uyguladığı şikâyetiyle suç duyurusunda bulunacağını söyleyerek tehdit ettiğini açıkladı. Hocamız mecburen o öğrenciyi dersten geçirmek zorunda kaldığını ifade etti. Kanun kadınlara o kadar geniş ve sınırsız bir hak tanıyor ki kötü niyetli bir kadın bunu rahatlıkla lehinde kullanabilmektedir. Buna benzer daha nice olay var. Sözleşme savunucuları böyle güçlü delillere karşı ancak “hiçbir kadın şiddet görmediği halde şiddet görüyorum demez!” diyerek komik bir sloganla savunmaya çalışıyorlar kendilerini. İdeolojik saplantılar insanı işte böyle komik duruma düşürüyor. “Hiçbir erkek kadına şiddet uygulamaz” sloganı ne kadar doğruysa “hiçbir kadın iftira atmaz” sloganı da o kadar doğrudur! Hakkaniyet dengesini bu denli bozan, nice iftiralara zemin hazırlayan İstanbul Sözleşmesi ve ilgili kanun mevzuatının uygulanması gerçekten şiddeti önlemeye mi yönelik? Diye sormadan edemiyorum. Üstelik şiddetin durmadan tırmandığı apaçık ortadayken… Bazı sözleşme savunucuları da “sözleşmeden çıkınca her şey güllük gülistanlık mı olacak? Tüm şiddet bitecek mi?” Diyorlar. Sözleşmeye araştırarak karşı çıkan hiç kimsenin böyle bir iddiası yok. Ancak İstanbul Sözleşmesi’nin fikri alt yapısı, kalkınma planımıza girecek kadar ciddi şekilde uygulanmasına rağmen şiddet artmaktadır. Demek ki işe yaramıyor. Bizim önerimiz, gelin bu problemli sözleşmeden çekilelim ve ona dayanarak çıkarılan tüm düzenlemeleri lağvedelim. Başlangıcımız bu olsun. Şiddet ile ilgili bu coğrafyanın uzman evlatlarıyla beraber fıtratla barışık genel şiddet düzenlemeleri yapalım. Bu yöntemi tüm hukuk sistemimizde uygulayalım. Merhum Necmettin Erbakan’ın dediği gibi “bir çiçekle bahar gelmez ama her bahar bir çiçekle başlar.” Sözleşmeyi Savunmak Adına Romantik Takılanlar Bir televizyon kanalında İstanbul Sözleşmesi başlığıyla açık oturum yapılırken erkek bir katılımcı “Pınar Gültekin olayında güçsüz olan kimdi biliyor musunuz? Orada güçsüz olan Pınar’ı katleden o cani adamdır. Çünkü ancak güçsüz olanlar şiddet uygular” deyip daha nice soyut demagojik sloganla İstanbul Sözleşmesi’ni savunuyordu. Tabi ellerinde somut bir delil olmayınca böyle davranmak zorunda kalıyorlar. Gerçekleri görelim. Biz özelde kadına genelde ise tüm canlılara yönelik şiddetin engellenmesini istiyorsak amiyane tabirle “edebiyat parçalayamayız” ve tribünlere oynayamayız. Eğer Pınar gerçekten fiziksel olarak güçlü olsaydı şuan büyük ihtimalle mezarda olmayacaktı. Bir kadın bir erkekten fiziksel olarak daha zayıftır. Bu gerçek ortada iken romantizme kayanların niyeti teveccüh görmekten başka bir şey değildir bence. Somut, objektif, slogandan uzak, romantizmden arınmış, milli karakterimize uygun ve değerlerimizle barışık düzenlemeler yapalım. Her coğrafyanın ve her milletin farklı dinamikleri olduğunu unutmayalım. Bundan dolayı İstanbul Sözleşmesi gibi sadece ismi yerli olan ve tüm dünyayı tek bir kültürden ibaret sayan düzenlemeleri reddetmemiz gerekiyor. Bununla beraber kadının ve erkeğin fıtratı ile savaşılmaması gerektiğini; üçüncü bir cinsiyetin tamamen yalan oluğunu görmemiz gerekir. Küresel üst akılların buna yönelik sinsi çalışmalarına ülkece dikkat edip karşı koymamız gerekiyor. Bunu yapacak medeniyet alt yapımız var. Binlerce yıllık çok güçlü bir kültür ve medeniyet birikimimiz var. Medeniyetimizi yeniden keşfedip öğrendiğimizde birçok problemimizin kendiliğinden çözüleceğini de göreceğiz. Biz büyük bir medeniyetin temsilcileriyiz bunu asla unutmayalım. Sorunlarımızın çözümü bizdedir; dışarıda değil. Önerilerimizi bir arada zikredip bitirelim. 1. Kavramlarıyla, sosyolojisiyle tamamen bize ait şiddeti engelleme düzenlemeleri yapılmalı. Bunlar yapılırken insanımızı çok iyi analiz etmiş uzmanlarla çalışılmalıdır. 2. Aile içi anlaşmazlıklarda boşanma en son çözüm olarak görülüp uzmanlar aracılığıyla terapiler ve çeşitli aile okulu mekanizmaları geliştirilmeli. Bu süreçlerde ailenin diğer fertleri de sürece dahil edilmeli. 3. Evlilik öncesinde de aile okulu çalışmaları yapılmalı. Ancak çalışmaların muhtevası yine bizim kültürümüzü esas almalıdır. Her coğrafyanın sosyolojisinin farklı olduğu unutulmamalıdır. 4. Mevcut sonuçların da açıkça gösterdiği gibi İstanbul Sözleşmesi ve ona dayanarak çıkarılan 6284 nolu yasa amacına hizmet etmemektedir. Aynı zamanda İstanbul Sözleşmesi içerdiği son derece tartışmalı kavram ve maddelerden dolayı feministlerin, LGBT lobisinin ve daha birçok problemli zihniyetin kalkanı olmuş görünmektedir. Bu haliyle sözleşmeden tamamen çekilmenin ve dayanak oluşturduğu tüm düzenlemelerin lağvedilmesinin tek çıkar yol olduğu kanaatindeyim. 5. Şiddetin asıl sorumlusunun bütün kötülüklerin anası olan alkol olduğu tartışmasız bir şekilde ortadadır. Öyleyse şiddetin engellenmesine yönelik tüm politikaların merkezinde toplumsal cinsiyet kavramı değil; alkol olmalıdır. Zira aile içi şiddet ve taciz olaylarının yüzde 60’tan fazlası alkollüyken gerçekleşiyor. Oysa toplumsal cinsiyet kavramının henüz var olup olmadığı dahi kesin değil. 6. Cinsiyetsizleştirme amacı güden tüm çalışmalara karşı uyanık olmalıyız. Bu şeytani planlara gücünü kendi medeniyet kodlarından alan çok güçlü devlet politikalarıyla karşı koymalıyız. Aksi takdirde küreselleşme süreci en başta gençlerimizi ifsad edip yarınımızı mahvedecek. Dua ile…
Baransel Yıldırım okurunun profil resmi
Yalanlar, provakasyonlar ve bağlamdan koparma. Kısacası ÇÖP
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.