Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

“Ey Şems-i Tebrizi, kapıya gel hele...” Türbenin girişinde ince sakallı, aydınlık yüzlü genç bir adam karşıladı beni. Kibar bir tavırla ayakkabılarımı çıkartmamı, başımı örtmemi rica etti. Eğer başörtüm yoksa kendileri verebilirmiş. Boynumdaki duman rengi uzun fuları çözerken, “Var,” diyerek, teşekkür ettim. Başımı örttükten sonra, ayakkabılarımı çıkardım, kapının iki yanında karşılıklı olarak duran raflardan sol taraftakinin en alt sırasına yerleştirdim. Mevlana’nın türbesiyle kıyaslandığında son derece mütevazı bir ibadethaneydi burası. Hem cami, hem de türbe. Ama belki Şems’e yakışan da buydu. Belki ona sorsalar bir türbesi bile olsun istemezdi. Mevlana, gökyüzünden daha güzel bir kubbe mi olur, dememiş miydi? Eminim Şems de onun gibi düşünürdü. Yine de Mevlana türbesindeki o kalabalıktan sonra burada görevli dışında kimsenin olmadığını görmek keder vericiydi. Sadece keder verici değil, yüzlerce yıllık türbenin içindeki bu ıssızlık, aynı zamanda ürkütücüydü de. Çekingen gözlerle içerisini inceleyerek, karşımdaki türbeye doğru ağır adımlarla yürüdüm. Sol tarafımdaki geniş kemerin altından geçilen caminin ahşap mihrabı fark ettim. Demek insanlar namazlarını burada kılıyorlardı. Mihrabın olduğu bölgeyle fazla ilgilenmedim, çünkü beş altı metre ötemde, ön cephesi yüksek olmayan ahşap trabzanla çevrilmiş, üstünde yeşil bir örtü ve kocaman bir sarık olan büyükçe bir sanduka duruyordu. Sandukanın ayak ucuna yaklaşınca, sol taraftaki levhada yazılanlar gözüme çarptı. “Yüce peygamberimizle Hazreti Ali arasındaki dostluk, muhabbet, yakınlık ne ise, Hazreti Şems ile Hazreti Mevlana arasındaki dostluk odur.” Aradan yedi yüz küsur yıl geçmiş olmasına rağmen, insanların hala onların arasındaki ilişkiyi savunmak zorunda kalmaları üzücüydü. Öte yandan, bu iki sıradışı insanın ilişkisi merak edilmeyecek gibi de değildi. Onlar buna aşk diyorlardı, ama onların bu duyguya yüklediği anlamla bizim kavramlarımız arasında sanırım epeyce fark vardı. Belki de Şems’le Mevlana arasındaki ilişkiyi çözebilsem, babamla, Şah Nesim arasındaki yakınlığı da kavrayabilirdim. Tabii babamın neden bizi hiçbir açıklama yapmadan bırakıp gittiğini de. Belki de İzzet Efendi’ye sormam gereken soru, babamın neden Şah Nesim’le gittiği değil, Mevlana’nın Şems’e neden bu kadar büyük bir tutkuyla bağlandığı olmalıydı. Belki kanayan yüzüğün gizemi de bununla ilgiliydi, Şems’in hakikat dediği büyük sır da... Aklımdan bunlar geçerken, caminin kubbesi ardı ardına vuran gong sesleriyle yankılandı. Başımı sesin geldiği yöne çevirince, duvarda antika, ahşap bir saat gördüm. Saatin sarkacı sağa sola savruldukça, önemli bir olayın vakti geldi dercesine inatla çınlıyordu gong sesi. Gong sesi sona erince saatin altındaki bölme gıcırdayarak açıldı. Yine gizemli bir geçit duruyordu önümde. Kulaklarımda o bildik uğultuyu hissettim. Yine o tatlı esinti sardı ortalığı, yine o ıtır kokusu çalındı burnuma. Yine aynı ürpertiyle sarsıldı bedenim. Evet, kara giysili dervişin hayaleti yine etrafımda bir yerdeydi. Sakın gitme diyen içimdeki cılız sese artık aldırmadım bile. Bütün benliğimi ele geçiren merakımın eteğine tutunarak yürüdüm o güzelim ıtır kokusunun yoğunlaştığı yere. Saatin altındaki geçitten içeriye girince, toprağın derinliklerinden gelen bir nem çarptı yüzüme, bir titreme aldı bedenimi ama durmadım. Sarı kandillerin aydınlattığı dar, kemerli bir dehlizde ilerlemeye başladım. Birkaç adım sonra etrafı yaldızlı kalın bir ahşapla çevrili cam bir kapı çıktı karşıma. Ne tokmağı var, ne kilidi? Nasıl geçeceğim diye düşünürken bir gölge düştü cam kapının öteki tarafına. Dikkatli bakınca gölge bir insana dönüştü, insan bizim gezgin dervişe. “Neden durdun?” diye sordu sanki aramızda cam yokmuş gibi. “Niye yürümüyorsun?” Aramızdaki camdan engeli göstererek açıkladım. “Görmüyor musunuz cam var? Nasıl geçeyim?” “O cam değil, ayna.” “O zaman bu aynanın sırrı dökülmüş; çünkü öteki tarafını görebiliyorum.” “Görmüyorsun,” dedi çekik, siyah gözlerini iyice kısarak. “Çünkü bu aynanın öteki tarafı yok. Gördüğün kendi yansıman.” Bakışlarımı kendi bedenime çevirdim; haklıydı, yine siyah giysiler içindeydim, yine ellerim yaşlanmıştı, yine suretim Şemse dönüşmüştü. Başımı kaldırdım, aynanın içinde kendimi gördüm, bu kez şaşırmadım. Başımı kaldırdım, Şems’e dönüşmüş suretimin bir adım gerisindeki demir halkalı ahşap kapağı fark ettim, gitmem gereken yolu anladım. Döndüm, demir halkadan tutarak, ahşap kapağı kaldırdım. Kıvrılarak toprağın derinliklerine inen bir merdiven belirdi ayaklarım dibinde. Hiç duraksamadan, hiç yadırgamadan, sanki her gün bu merdivenleri kullanıyormuşum gibi ustalıkla inmeye başladım basamaklardan. Daha ilk adımda duydum fısıltıları. “Bu İranlı derviş, büyü yaptı Mevlana Hazretlerine... Başka türlü şeyhimiz bağlanmazdı ona.” Her basamakta başka bir ses, başka bir nefreti kusuyordu. “Fiili livata yaptığını söylüyorlar, esasen erkek bedenine düşkünmüş bu Şems-i Perende...” İndikçe daha güçlü duyuluyordu fısıltılar. “Geçen gün çarşıda peygamberliğini ilan etmiş diyorlar...” Kanatsız bir iblis gibi adımlarımı izleyen fısıltılar, homurdanmaya dönüşüyordu. “Allah’a şirk koşuyormuş zındık. Tövbe tövbe, ben Allah’ım dediğini duymuşlar...” Homurdanmalar açıkça düşmanlık ilan ediyordu. “Moğolların adamıymış diyorlar. Konya’nın haritasını verecekmiş onlara, şehre rahatça girsinler diye...” Düşmanlık tehdite varmıştı sonunda. “Katli vaciptir bu kara dervişin. Tez zamanda, tez elden halledile.” Merdivenin son basamağından taş bir zemine indiğimde sesler kesildi birdenbire. Odamdaydım. Celaleddin’in yaşamam için bağışladığı odamda. Ama hiç eşya yoktu ortalıkta. Ne duvarın kenarındaki sedir, ne yere serili kilim, ne vezir Karatay’ın, Celaleddin’e hediye ettiği rahle, ne işlemeli sürahi. Sadece bir tabut. Sanki içindekini herkes görsün de ibret alsın diye camdan yapılmış bir tabut. Tabutun içinde genç bir kız; benim karım Kimya. Sanki ölmemiş gibi taptaze, sanki az sonra gülerek uyanacakmış gibi yanakları pespembe. Belki de dokunsam gözlerini açacak, belki de seslensem kalkacak. Ama dizlerimin bağı çözülmüş, ben de o cesaret nerede? O anda duydum kapıya vuran insan elinin sesini. “Şems Efendi... Ey Şems-i Tebrizi, kapıya gel az hele.” Hiç şaşırmadım duyduklarıma, korkmadım, telaşa kapılmadım. Demek vakit gelmişti. Yekindim, kapıya yürüdüm. Elimi kilide götürmeden döndüp bir kez daha baktım, camdan tabutta yatan günahsızın kefensiz bedenine. Allah’a sözüm olmasaydı eğer hiç durmaz değiştirirdim kendi canımı, onunkiyle. Ama vaad edilen yerine gelmişti, ben de vaad ettiğimi yerine getirmeliydim. Kapıyı açtım. Zemherinin soğuğu hücüm etti içeri, ayaz alevsiz bir ateş gibi yaladı yüzümü. “Buyrun,” dedim dolunayın kara gölgeler haline getirdiği yedi kişiye. “İşte geldim, deyin ne diyecekseniz?” Kimse bir şey diyemedi. Kış gecesinin sessizliği, katı bir ayaz gibi çöktü aramıza. En önde duranı seçer gibi oldum. Bu, Hüdavendigar’ın asi oğlu Alaeddin’di. “Alaeddin,” dedim görmediğim gözlerinde hakkımda verilen hükmü okuyarak. “Alaeddin, sen misin?” Bir adım öne çıktı Alaeddin sandığım gölge. Kendi yüzümü gördüm onun suretinde. “Hatırla,” dedi kendi dudaklarım bana. “Verdiğin sözü hatırla.” Dolunayla aydınlanan sessiz bir bahçe canlandı gözlerimin önünde. O ilahi gecede Allah’a şöyle yakarmıştım: “Ey göğü ve yeri yaratan, ey olmazı olur kılan... Kendi gizli sevgililerinden birinin adını bana söyler misin?” O ulaşıldıkça ulaşılmaz olan, bana şöyle demişti: “İstediğin can, herkesin gözünden saklı, güzel ve mağfirete nail olmuş, Belhli Sultanü’l-Ulema Baha Veled’in oğlu Muhammed Celaleddin’dir.” Ben de, ona, demiştim ki: “Ey umutların umudu, ey varlığımızın kutsal ışığı. O sevgilinin mübarek yüzünü, Muhammed Celaleddin’in suretini bana gösterir misin?” Herşeyi görüp bilen, bildiğimizi kat kat çoğaltarak, anlamlara ayıran bana demişti ki: “Buna teşekkür borcu olarak ne verirsin?” Hiç düşünmeden uzatmıştım boynumu. “Başımı!” Takdiri yaratan, takdir etmişti hediyemi ve demişti ki: “Mana budur işte. Aşk budur. Aşkın tek bedeli vardır, o da candır. Ölümle kutsanmayan aşk, aşk değildir. Bundan böyle Baha Veled’in oğlu Muhammed Celaleddin sana helaldir. Git ve onu bul. Git, onu bul, ama bize verdiğin sözü de unutma.” Unutmamıştım. Her nefes alışımda, her adım atışımda gerçekleşsin diye uğraştığım kutsal amacımı nasıl unutabilirdim. Alaeddin sandığım bedenden bana bakan kendime gülümsedim. “Vakit geldi mi?” “Geldi,” dedi benim suretimde görünen. “Hazır mısın?” “Hazırım,” dedim gözlerimi bile kırpmadan. “Yaratmak da, yok etmek de sana mahsustur.” Önce bir ses duydum; kınından sıyrılan bir bıçak, zehrini kusan bir engereğin tıslaması, yırtılan tenin yumuşak yankısı. Baktım, şimdi Alaeddin duruyordu karşımda. Gülümsemeye çalıştım, bırakmadılar; bakışlarımla anlatmak istedim, fırsat vermediler. Aynı anda yedi kez parladı yedi bıçak dolunayın ışığında. Aynı anda tam yedi kez sarsıldım. Yedi kez açıldı bedenimde yedi ateş çiçeği. Sonra yedi ateş çiçeğinden usulca gökyüzüne yükselen kendi ruhum. Sonra taşa damlayan kan. Sonra gökyüzünde dolunay, bahçede toprak kokusu, ürkütücü bir serinliğin içinde yüzen ağaçlar, katmerlenen kış gülleri, tazelenen nergisler, bedenimi parçalayan yedi kişi. Yedi öfkeli yürek, nefret tarafından ele geçirilmiş yedi akıl, yedi keskin bıçak. Ne yaptıklarının farkında bile olmayan yedi zavallı adem. Ve sonra taştaki kan; canlı cansız ne kadar mahlukat varsa hepsini içine alarak koyulaşan o bir damla kan.
·
153 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.