Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

456 syf.
10/10 puan verdi
Spoiler yoktur diyebilmek için uğraştım... Umarım yoktur... "Masum olduğunuzu sanmıyorum. Masum olduğunuza inanmıyorum. Masum olduğunuzu biliyorum." 19. yüzyılın sonlarında, İngiltere'de, Hint kökenli bir avukat olan George Edalji işlemediği bir dizi suçtan ötürü hapse mahkum edilir. Cezasını çekip salıverildikten sonra, dönemin popüler polisiye yazarı Arthur Conan Doyle'a bir mektup yazar. Aslında Sherlock Holmes fırtınasının estiği o dönem hem Conan Doyle'a hem Baker Street 221B no'lu adrese sayısız mektup gitmektedir. İnsanlar hırsızlıklardan cinayetlere, çözemedikleri her olayda polisten önce Sherlock'a başvurur. Arthur Conan Doyle'un yardımcısı Wood'un dediğine göre patronu, okurlarının gerçek varoluşuna hiç çaba harcamadan inandıkları bir karakter yaratmış olmaktan hem gururlanıp hem de aynı zamanda onların böylesi bir inancı mantıksal sonuçlara dayandırmalarına kızmıştır. Her ne kadar Conan Doyle'un hiçbir mektubu yanıtsız bırakmama gibi bir huyu olsa da ne tüm okur mektuplarını tek tek okuyabilirdi ne de gerçek hayatta Sherlock'tan rol çalmaya niyeti vardı. Sekreteri, imzasını çok iyi taklit ederdi ve asıl alıcısının okuması gerektiğini düşündüğü mektupları ayırıp patronuna götürürdü. George Edalji'nin dosyası ile karşılaşmasıysa talihsiz bir kaybın neticesinde gerçekleşti. O rastlaşmaya birazdan geleceğim. Kitabın ilk yarısı, bu iki ana karakterimizin çocukluklarından birbirleriyle tanıştıkları zamana kadar geçen süredeki hayatlarının anlatıldığı biyografik bir kısımdan oluşuyor. Bir George'un bir Arthur'un hayatını, aralarındaki farkları görerek kesit kesit okuyoruz ki, esas olaylar kitabın kalanında olurken bu kısımları okumak da büyük zevkti. Bence yazarın hem edebi anlamda kalemini konuşturduğu hem de ne kadar yetkin bir gözlem ve analiz gücü olduğunu gösteren bölümlerdi. Yaşayış ve yetişme tarzı bakımından birbirine taban tabana zıt kişiler olsalar da ikisinin de din konusunda kendi içlerinde düştükleri çelişkiler ve sorgulamaları ortaktı. Burada söz konusu olan Hristiyanlık belki ama bu bölümleri okumak bana, din üstüne düşündüğümüzde hepimizin aynı çıkmazlara düştüğünü, aynı sorularla boğuştuğumuzu hissettirdi. Arthur belki daha özgür bir ortamda, her türden görüşe maruz kalabileceği bir çevrede bunlarla uğraştı ve kendi yolunu çizdi ama George gibi yalıtılmış bir çevrede ve tamamen dinine bağlı bir ailede büyüyen birinin bile kuşkuları gün yüzüne çıkıyorsa, aklında hiçbir soru işareti barındırmadan, saf iman sahibi biri var mıdır diye merak ettim. Bildiğimiz gibi Arthur Conan Doyle, yarattığı inançsız ve tepeden tırnağa bilim ve mantık adamı olan Sherlock Holmes karakterinin aksine ateşli bir spiritüalistti. Ruh çağırma seanslarına katılırdı. Bilim insanı olmalarına rağmen kendisiyle aynı inanışları paylaşan, ruhun varlığına ve sonsuzluğuna inanan kişileri takip eder, onlarla konuşurdu. İncil'deki öğretilerin, kilisenin menfaatleri doğrultusunda çarpıtılmış ve değiştirilmiş olduğuna inanır, bilindik anlamda Hristiyan sayılmazdı. İsa'yı da spiritüalizm çerçevesinde "medyum" diye tanımlar ve ona kendi tarzıyla inanıp saygı duyardı. Sadece toplum değil, kendi ailesi tarafından bile yadsınan inanışlardı bunlar. Arthur'un, kız kardeşiyle bu konular üzerine, okur olarak beni çok tatmin eden ve tam olarak merak ettiğim soruların sorulup Conan Doyle tarafından cevaplandığı zihin açıcı tartışmaları vardı. Bu kısımlarda kitap bana, harika bir roman olan Nietzsche Ağladığında'yı anımsattı. Okuyanlar bilir, orada da kitap kurgu olmasına rağmen, zaman zaman Nietzsche kendi ağzıyla konuşur. Yani Nietzsche'nin diyaloglardaki bazı cümleleri, kitaplarında yazdığı cümlelerden alınmadır. Yalom'da hayran kaldığım bu yöntemi Julian Barnes da kullanmış. Sherlock Holmes kitaplarından anımsadığımız, "Olanaksız olanı ortadan kaldırırsan, geriye kalan şey, ne denli olasılık dışı olursa olsun, gerçektir" ve bunun gibi yakalayabildiğim birkaç cümle daha kitapta geçiyor. Burada Yalom ve Barnes'ta benim takdir ettiğim şey, hayatları üzerinden kurgu bir metin icat ettikleri yazarların kitaplarını okuyup, aforizma niteliğindeki cümleleri not edip romanlarında kullanmaları değil. Kitaplarında, epigraflarda ünlü yazarlardan alıntılar yapan dünya kadar yazar var. Hayranlık duyulacak şey bu cümleleri bir sohbette veya tartışmada, görüşlerine karşıt bir argüman sunulduğunda, yerli yerinde kullanmaları. Daldan dala atlamış olucam ama Fuat Sevimay da bir söyleşisinde
Benden'iz James Joyce
Benden'iz James Joyce
kitabında bahsettiğim şekilde, diyaloglarda Joyce'un kendi cümlelerini kullandığından bahsetmişti. O kitabı okumayı da merakla bekliyorum. Kitabın ikinci yarısına gelirsek, Arthur uzun zamandır tüberkülozla boğuşan eşini kaybeder ve eşinin hastalığı boyunca yaptıklarından pişmanlık duyar. Conan Doyle'un eşiyle olan durumlar başlı başına ayrı bir inceleme yazısını hak eder. Sadece karısının ölümünün Arthur'u çok sarstığını ve yaşamla ilgili her türlü motivasyonunu kaybedip sabah akşam suçluluk duygusu içinde kendini sorguladığı durağan bir döneme girdiğini belirteyim. George Edalji davasıyla karşılaşması bu dönemine denk gelir. Normal zamanda buruşturup çöp sepetine yollayacağı bir gazete küpürü o anki hareketsizliğinde ilgisini çeker ve küpürle beraber Edalji'nin ona yolladığı tüm belgeleri dikkatle okumaya başlar. Onlarca dedektiflik hikayesi yazmış, akıl yürütmede ve görünür olmayanı görmede artık ustalaşmış Arthur'u bir şeyler hemen rahatsız eder. Tüm soruşturma ve tutuklama sürecindeki adaletsizlik gün gibi ortadadır ve hiddetle harekete geçer. Sekreterine George Edalji ile hemen bir buluşma ayarlamasını söyler. Bu kısımdan sonrası Sherlock Holmes sevenlerin bayılacağı türden bir dedektiflik hikâyesi artık. Yine de George'a yöneltilen suçlamalara değinmezsek inceleme eksik kalacak. Önce onlara yakın bir okulun anahtarı, Edaljilerin evinin merdiveninde bulunur ve George'un babası kendi elleriyle anahtarı polise teslim eder. Sonra çeşitli kişilere, polis amirleri de dahil, tehdit içerikli mektuplar gider. Başta dediğimiz gibi George Hint kökenliydi ve yalıtılmış bir ortamda büyümüş biriydi, pek sosyal biri değildi ve başkaları da onunla arkadaşlık etmeye can atmazdı. Doğal olarak (veya olmayarak, bakış açınıza göre değişir) bu mektuplardan Edalji ailesinin kendisine de gelmesine rağmen, polis George'un kendisinden şüphelenmeye başlar. Amirler, George'u ikaz etmekle yetinir ve birkaç yıl olaysız ve mektupsuz geçer. Ardından tekrar esrarengiz mektuplarla beraber yörede at yaralanması vakaları görülmeye başlar. Biri veya birileri, geceleri gizlice atlara sokulup bıçak benzeri bir aletle karınlarını yaralayıp kanamadan ölmelerine yol açar. Okur başından beri George'un masum olduğunu bilir ama polisin uydurduğu akıl almaz senaryolar ve şaibeli uzman raporları neticesinde tutuklanışını izler. Özellikle bir mahkeme sahnesi vardı ki... Her hatırlayışımda gözlerim dolacak. George'un babası papazdır ve mahkemede sanığın şahidi olarak konuşur. Kimse onun yemininden ve sözünün doğruluğundan şüphe etmeyeceği için George, babası konuşunca hakimin de soruşturma savcısının da sus pus olacağını ve masumiyetinin ilan edileceğini bekler. Ama babasına yöneltilen kurnazca sorular işin rengini değiştirir. Babasının cevap verirkenki tereddütlü halleri ve işlerin oğlunun aleyhine gittiğini fark ettiğindeki çaresizliği yürek burkar. Mahkemeden sonra George'un, avukatı Mr. Meek ile arasında geçen bir diyalog: "Mr. Meek, korkarım annemle babam iyi birer tanık olmadı." "Ben böyle demezdim, Mr. Edalji. En iyi insanların zorunlu olarak en iyi tanıklar olmadığı bir gerçek. İnsanlar vicdanlı ve dürüst oldukça, sorulan soruların her bir sözcüğü üzerinde uzun uzun durdukça, alçakgönüllülüklerinden dolayı kendilerinden kuşkulandıkça, Mr. Disturnal gibi dava vekilleri tarafından bir o kadar kolay manipüle edilebiliyorlar. Sizi temin ederim, bu ilk kez olmadı. Durumu nasıl ifade edebilirim? Bu bir inanç meselesi. İnandığımız şeyler, inanma gerekçelerimiz. Hukuki görüş açısından, en iyi tanıklar jürinin en çok inandığı tanıklardır." Sonrasında George maalesef hapis cezasına mahkum ediliyor. Kesinleşen ceza 6 yıldı ama 3 yıl yatıp çıktı. O arada olanları, cezanın neden kısa sürdüğünü, hukuk terimlerine de yabancı olduğumdan net ifade edemiyorum ama sonrasında Arthur'a mektup yazıyor ve olaylar gelişiyor. Arthur ve George'un ilk buluşmaları, Arthur'un George'a inanışı, masumiyetinden zerre şüphe duymayışı ve davasını sahiplenişi çok dokunaklıydı. George'un tek istediği kaybettiği itibarını ve mesleğini geri kazanmaktır ama Arthur asla bununla yetinmeyeceklerini söyler. Haksız yere hapis yattığı süre için tazminat alacaktır. Ayrıca gerçek suçlu/lar bulunup yakalanacaktır. Polis ve mahkeme verdikleri yanlış kararlar yüzünden hesap verecektir. "Ben büyük bir fırtına koparmak niyetindeyim," der ve incelemenin başında alıntıladığım sözü söyler: Masum olduğunuzu sanmıyorum. Masum olduğunuza inanmıyorum. Masum olduğunuzu biliyorum. Arthur Conan Doyle davayı çözüyor mu çözemiyor mu onu okuduktan sonra görürsünüz ama İngiliz bürokrasisinde, bahsettiği büyük fırtınayı koparttığını, ülkenin tarihinde mihenk taşı sayılabilecek bir düzenlemeye, Ceza Temyiz Yasası'nın yürürlüğe girmesine vesile olduğunu söyleyebilirim. Olayı kesin çözmüştür diye kestirip atanlar varsa ve yine de okurlarsa kitap onlara, gerçek hayattaki ilmek ilmek örülmüş ağların, romanlardaki gibi kolayca çözülemediğini gösterecek. Son olarak tüm bu anlatılanların ne kadarı gerçek ne kadarı kurgu diye düşünürken kitabın sonundaki Yazarın Notu kısmını okumayı sabırsızlıkla bekledim. Tabii ki "spoiler" yememek için sona saklamıştım. Yazdığı şu: Jean'in Arthur'a yazdığı mektup dışında (kendisi Conan Doyle'un ikinci eşidir), imzalı ya da imzasız, alıntılanan bütün mektuplar gerçektir; gazetelerden alıntılar, hükümet raporları, Parlamento'daki duruşma kayıtları ve Sir Arthur Conan Doyle'un yazıları da gerçektir. Şu kişi ve kurumlara teşekkür borcumu iletmek istiyorum: Staffordshire Polis Örgütü'nden Komiser Yardımcısı Alan Walker, Birmingham Merkez Kütüphanesi Şehir Arşivleri, Staffordshire İlçesi Mülkiyet Hakları Servisi, Peder Paul Oakley, Daniel Stashower, Douglas Johnson, Geoffrey Robertson ve Sumaya Partner. Bir de yazarın verdiği bir kaynakça yok ama ben kitapta yıllar sonra George'un okuduğu ve yazarının Arthur Conan Doyle olduğu "Anılar ve Serüvenler" ile "Bir Spiritüalistin Gezileri" kitaplarının, romanın başlarında, bahsettiğim Arthur Conan Doyle'la ilgili biyografik kısımda Julian Barnes'ın büyük ölçüde yararlandığı kaynaklar olduğunu tahmin ediyorum. Maalesef ikisi de Türkçe'ye çevrilmemiş. Son noktayı koymaya çalıştıkça inceleme uzuyor ama kitabın 3 bölümlük mini dizisi var. Henüz sadece ilk bölümün yarısını izledim ama benim kafamda canlanan atmosfer ve Sir Arthur Conan Doyle portresi başkaydı. Önce kitap, sonra dizi/film diyorum yine de, daima (: Ve George'a karşı baştan beri tutulan ırksal önyargı ve yapılan sistemli haksızlıklar bana hep Bülbülü Öldürmek kitabı ile 12 Kızgın Adam filmini anımsattı. İkisi de tanıdığım herkesin okuyup izlemesini isteyeceğim değerli başyapıtlardır. İncelememi, Arrhur Conan Doyle'un ikinci evliliğinin nişan töreninde kurduğu bir cümleyle bitireceğim. Bu takdimden George Edalji adına onur duydum: "...ve bu öğle sonrası aramızda bulunan genç dostum George Edalji'ye hoşgeldin demekten büyük bir zevk duymaktayım. Burada görmekten daha büyük gurur duyduğum kimse yok..." - Sir Arthur Conan Doyle
Arthur ve George
Arthur ve GeorgeJulian Barnes · Ayrıntı Yayınları · 200939 okunma
·
358 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.