Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

408 syf.
6/10 puan verdi
·
52 günde okudu
Hakkında söylenecek çok şey olan kitap
Auschwitz Kütüphanecisi beni biraz hayal kırıklığına uğrattı diyebilirim. Bu kadar iyi bir konunun böyle çarçur olması yüreğimi sızlattı doğrusu. Altını çizebileceğim pek çok güzel cümle oldu elbet ama bir oturuşta okumaya da itmedi. Kitapta gizeme itilen pek çok konu zorlamaydı. Dolayısıyla hepsini tahmin edebildim. O güzel alıntılardan birini paylaşayım sizinle. “Okuma trenine binmişti bir kere. Gezegendeki bütün Reichların kurduğu bariyerlerin hiçbir öneminin olmadığını çünkü bir kitabı açtığında o bariyerlerin hepsinin üstünden atlayabileceğini keşfetmenin heyecanını hissetti o gece.” (s. 99) Bu noktadan itibaren okumayan için çok fazla tat kaçıracak bilgi olacak. Örneğin saf, beceriksiz, sakar gibi tasvir edilen Morgenstern Öğretmen’in aslında teftiş sırasında alelacele kitapları göğsüne saklayan Dita’yı görerek numara yaptığını daha ilk cümleden anladım. Flashback vermek için teftiş sırasında Dita’yı eskilere götürmek pek iyi fikir değildi bence. Bu yaşanmış olsa bile verilişi çok acemice geldi bana. O kısım orada öyle eğreti duruyor ki… Zaten pek çok geçmişe bakarak karakteri tanıtma çabası çok başarısız. “Haydi buraya da bunu ekleyeyim.” dediğini duyar gibi oluyorsunuz okudukça. Tabi, bunu farklı karakterlerin seslerini ayırt edemeyecek derecede beceriksizce ayrılmış bölümlerden de anlamak mümkün. Bu noktada çok sevdiğim karakterlerden biri olan Morgenstern’in zeka parıltılarına nasıl hayran olduğumu anlatmak isterim. “Bizim nefretimiz, onların zaferidir.” (s. 276) Eleştirilen davranışı tekrarlamak, kendinle çelişmektir. Daha iyi bir ortam sağlamak adına sakinliği korumak ve güzeli sunmak gerekir. Öfke, kısır döngüye sokar. Eğer bir şeylerin değişmesini istiyorsak kendimize mukayyet olmalı ve örnek teşkil etmeliyiz. Böylelikle nicesine umut ışığı olabilir, cesaret verebiliriz. Bir kez denediğinde içindeki huzur bunun neden daha iyi bir fikir olduğunu sana ispatlayacak. Keza bu zamana kadar kısasa kısas dünyayı daha iyi yaptı diyemeyiz. Öfkeyle hareket ettiğindeki seni paniğe sürükleyen o tarifsiz duygu vicdan huzursuzluğu aslında. Vücudunun doğal olmayana verdiği tepki. İç huzuru sağlamak dış huzura da kapı açar. Aklında bulunsun. Morgenstern’in yukarıda paylaştığım sözünü ırk olarak Yahudilerin değerlendirilip bu şekilde bir muameleye layık görülmelerine inat insan olmaktan başka bir şey olmaya çalışmadıklarına bir gönderme olarak okumak istiyorum. Hoş Dita Mengele’nin asılmasını isterken onun gibi “deli” olmak istediğini unutmuşa benziyor. Şükür ki çok sevgili Otto Keller (Klaus) “Biz onlardan daha iyiyiz.” (s. 389) diyerek onu kendine getirmeyi başardı. Böyle insanlar yaşamaya devam etmemi kolaylaştırıyor. Terezin’de oynanan oyunun aslında Auschwitz-Birkenau’ya gelmesi beklenen denetçilerin gözünü boyamak için hazırlanmış bir tiyatro sahnesi olduğuna dair göndermeyi zekice buldum. “Burası göstermelik bir kamp, bir kılıf. Yegâne işlevi Almanların burayı ölüm kampına çevirdiği söylentisini duyup gelebilecek uluslararası gözlemcilerin gözlerini boyamak. Aile kampı da 31. Blok da dekordan ibaret ve biz de bu komedyanın aktörleriyiz.” (s. 284) Öyle ki Dita Terezin’de Pamuk Prensesi izleyen Nazilerin ormanda kaybolmuş, acıklı bir sesle yardım isteyen narin Pamuk Prenses sahnedeyken kahkahaları çarçabuk keserek sessizliğe büründüğüne şaşırmış ve “Polonya sınırında üniformalı kurtlarla dolu bir ormanda kaybolduğunu” (s. 32) anımsamıştı. Kamptaki kıdemli kişilerin çoğunun, bilhassa Direniş’tekilerin, Auschwitz için düşünülen oyunun farkında olup B planı yapmaması çok şaşırtıcı. Ellerinde o kadar sakinleştirici olup da SS subaylarına kullanmamaları oldukça ilginç. Hirsch’i durdurmak için tercih edip de kurtulmak adına akıllarına gelmemesine çok şaşırdım. Böylesi bir bilgiyi sadece çocukları hayatta tutmak için kullanmaları inanılacak gibi değil. Evet, dediği gibi barışa da hazır olmak gerek ama bilgi çok değerli. O kadar çok şey yapılabilirdi ki. SS subayı Viktor Pester ile mesela. Öyle bir konumda olup da nasıl sadece sevdiğin kadını ve annesini kurtarmaya harcarsın canını. Bazı gerçekler basiret bağlanmasıyla açıklanmazsa büyük saflık gibi gelir. Diğer konu Fredy Hirsch’ti. Açıkçası bu kitaba kadar Nazi döneminde farklı cinsel kimliği tercih etmiş ve seçimlerini istediği yönde yapabilen insanlara dair pek düşünme fırsatı bulamamıştım. Bu kitaptan sonra kamplarda onların daha ağır şartlarda bulunduğunu ve bu yüzden kimliğini gizlemeye çalışanların fazla olduğunu öğrendim. Bu bilgi eksikliğine rağmen Hirsch’in herkesten sakladığı şeyin gay olduğu bilgisi olduğunu anlamıştım ilk flashbackte. Ancak sonraki okumalarımda SSlerin Hirsch’in gay olduğunu bildiklerini fark ettim. Hatta Auschwitz’e transfer edilme nedenlerinden biri bu. Hirsch’in ölümü de çok beklendikti. O kadar önemli bir karakterin ölümüne okuyucuyu hazırlama zahmetine girilmemiş olunsa dahi… Hirsch’in ölümüne yeteri kadar yükseltilmedi. Okuru hazırlamak gerekiyordu. Önemsiz gibi kaldı. Hirsch’in ölümü daha vurucu olabilirdi. Bir paragrafta sadece gelmediğini anlatmak yerine iç konuşmalar, yargılamalar, beklentiler, korkular, isyan çıkarsa olabilecekler, belki Hirschle alakalı daha fazla flashbacklerle – ki bunları vermede iyi olmadığını bile bile söylüyorum bunu- verilebilirdi. Rudi’nin kaçış sahnesi gibi olmalıydı. O bölüm çok heyecanlıydı. Adeta orada nefeslerini hissediyor gibi olmuştum. O kadar önemli bir karakterin, hele ki ölümünde şüpheler bulunan karakterin, ölümünü böyle geçiştirmek okuru kaybetmek demek. Çok üzgünüm Antonio. Buraya Hirsch’ten de birkaç söz eklemek isterim. “Baksana, burada insanlar… Ne sence? Siyonist mi? Antisiyonist mi? Ateist mi? Komünist mi? … Ne fark eder ki? Dikkatli bakınca sadece insanları görürsün, o kadar. Kırılgan ve bozulmaya meyilli. En iyiye de en kötüye de muktedir.” (s.228) Kitaptaki geçişler en önemli sorunlardan biriydi bence. Çok acemiydi. Anlatıcı değişecekse yapıda bir değişiklik olmalıydı. Aradan zaman geçtiğini gösterecek bir çaba da sarf edilmemişti. Bazı noktalarda okuru öyle bir yükseltip aniden kesiyordu ki sanki ikinci bir okuma yapılmamış gibi kurguya. Oldu bittiye gelen çok yer var. Yazmaktan sıkıldığı yerleri anlayabiliyorsunuz. Çok verimli olduğu noktada dikkati dağılmış ve durmak istememiş gibi. Kitapta fazlaca duygu eksikliği vardı. Yeterince duygu yoğunluğu hissedilmiyordu. Bilhassa Dita’nın annesinin ve babasının ölüm sahnelerinde. Hirsch’in ölümünden zaten bahsetmiştim. Kitapta hayran olduğum noktaları da araya sıkıştırmak istiyorum. Benzetmeler, tasvirler yapıldığında çok iyiydi. Gözümün önünde canlandırabiliyordum. Hayal kırıklığımın bir nedeni de bu. Potansiyeli olan bir kitabın ölümünü izlemek gibi. Bunu istikrarlı bir şekilde sürdürse Antonio G. Iturbe en sevdiğim kitaplardan birini yazmış olacaktı. Dita’yla bizzat tanışma fırsatına erişmiş olma şansını pek kullanamamış gibi. Aslına bakarsanız bunun aynı zamanda bir dezavantaj olduğunu düşünüyorum. Kalemini tutmuş olabilir bu şans. Dita’nın hala yaşıyor olması onu pek çok konuda alıkoymuş olmalı. Diğer bir teorim de çocuklar için de yazıyor oluşu. Dil ve ton seçiminde kararsız kalmasının nedeni bu olsa gerek. Hem genç yetişkinlere hem de yetişkinlere de ulaşmaya çalışmış olabilir tabi. Markéta’nın Monte Kristo Kontu’nu anlattığı sahnede Farya’yla Dantés’nin firarını anlattığı kısımda René ve Viktor’u anımsadım. Hirsch’in ceset torbasıyla çıkacağını düşünmüştüm. Ancak onlar subay üniformalarıyla kapıdan çıkmayı akıl ettikleri halde kaçak bir SS subayının geri döndüğünde idam edileceğini tahmin edemeyip başka yol düşünmemesi talihsiz oldu. Dantés’nin özgürlüğe çok yakınken Farya’nın ölmesiyle yıkılması ise ona bel bağlayan herkesin Hirsch’in ölümünde aslında nasıl hissettiğine bir gönderme olduğunu da düşünmeden edemedim. Dantés’nin hikâyenin sonunda intikam almak için dönmesi üzerine düşüncelere dalan Dita’nın “sonradan dönüştüğü hesapçı ve nefret dolu adamdansa hikâyenin başındaki mutlu ve kendine güvenen Edmond Dantés’yi daha çok sevdiğini” fark etmesi ama işin sonunda “Mengele n’oldu, hemen assınlar onu!” ya dönmesi de pek tatsız oldu doğrusu. Görünüşe göre merak ettiği sorunun cevabını buldu. İstemeden de değiştiriyormuş insanı. Nisanın başında pek çok çocuğun, eğitimcinin de içinde olduğu grubun tamamı transfer edilmek yerine gaz odalarına, infaza götürülmeden evvel Hamursuz Bayram’ı kutlamak adına son bir akşam yemeği yemişlerdi. “Son Akşam Yemeği.” Başka bir şey demeye gerek var mı, bilmiyorum. Baştan sonra kadar tanrının varlığının sorgulandığı kitapta Dita’nın annesini ölümden kurtarmak adına son bir seçenek olarak gördüğü tanrıya yakardığı anda annesinin son nefesini vermesiyle bu sorgulayış son buldu zannediyorum. Ancak bu sorgulamalar tamamen Nazilerin ırkçılığına son verilmesi için tanrı tarafından yıllarca beklenmesinden kaynaklı zannediyorum ki. Bu olay pek çok insanı dinden uzaklaştırdı mı merak ediyorum. İngilizler gelmeden evvel Dita’nın gördüğü hayalde de son akşam yemeği göndermesi vardı. Ancak bu kez kendi inandıklarıyla kurduğu bir masaydı bu. Dinden kopuşu ve ancak bu kopuşla kurtuluşa ulaşması verilmiş gibi geldi bana. Yazının tamamı için: thebonibon.wordpress.com/2020/08/31/ausc...
Auschwitz Kütüphanecisi
Auschwitz KütüphanecisiAntonio González Iturbe · Pegasus Yayınları · 20201,831 okunma
·
85 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.