Gönderi

Türkiye'nin tarihi de, tıpkı diğer bütün toplumların olduğu gibi sınıfların ve sınıf mücadelelerinin tarihidir, Türkiye yönetici sınıfı 1945 sonrasında sınıfsal bir tercih yaparak Soğuk Savaş'taki safını ABD/Batı bloku olarak belirlemiş, komünizm tehdidini iç ve dış po­litikanın merkezine yerleştirmiştir. Solun ve işçi hareketinin siya­set sahnesinde yerini aldığı 1960'lı yıllardan itibaren ise sola ve işçi hareketine karşı, Soğuk Savaş konseptine uygun ve emperyalizmle koordineli şekilde yasal ve yasadışı yöntemlerle büyük bir bastırma harekatına girişilmiş, solun bu harekata verdiği karşılıkla birlikte 1970'lerin ikinci yarısına yayılan bir iç savaş yaşanmıştır. 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri, Türkiye kapitalizminin ve sermaye sınıfının bekası adına sola karşı gerçekleştirilen iki sermaye darbesidir ve do­layısıyla darbelerin gerisinde "ceberut devlet, vesayetçilik, darbeci gelenek" vs. yoktur, sınıflar ve onların arasındaki mücadeleler var­dır. Düzen, meşruiyetini normal koşullarda tesis edemeyip krizini atlatamadığında, olağanüstü yöntemler ve olağanüstü yönetim bi­çimleri düzenin bekası adına devreye girmektedir. Komünizm tehdidinin ve dolayısıyla antikomünizmin iç ve dış politikanın merkezine yerleşmesi, siyasetin legal ve illegal, meşru ve gayrimeşru sınırlarının buna göre belirlenmesi, dış politikadaki ittifakların bunun üzerinden kurulması, Türkiye'nin uluslararası kapitalizme buna uygun bir işbölümüyle eklemlenmesi, anayasanın ve kanunların buna göre düzenlenmesi, buna uygun düşen bir emek rejiminin ve çalışma yaşamının inşa edilmesi, ordunun, polisin ve istihbaratın, yani devletin güvenlik aygıtının bu doğrultuda yapı­landırılması ve milli eğitim ideolojisinin buna uygun biçimlendi­rilmesi anlamına gelmiştir. Dolayısıyla Türkiye siyasetinde antiko­münizm, siyasal olanın tarifinin, siyasal olanın biçim ve içeriğinin ve bununla birlikte, siyasal eylem ve söylemin icra edildiği siyasal alanın mimarisinin, bu alanın sınırlarının ve bu alandaki aktörlerin konumlanışlarıyla eylemlerinin temel belirleyeni olmuştur. Bu çalışma, bir Türkeş biyografisi değildir, Ülkücü Hareket'in tarihini Türkeş'i merkeze koyarak, Türkeş ve Ülkücü Hareket'i de Soğuk Savaş ve antikomünizm bağlamına yerleştirerek anlatma­yı amaçlamaktadır. Bu nedenle, Türkeş'in sadece 1944 Irkçılık­Turancılık davasının sanığı olarak yer aldığı 1940'lı yıllar ve as­kerlik yaptığı için siyasetten uzak durduğu, dolayısıyla adının hiç duyulmadığı 1950'li yıllar da Soğuk Savaş ve antikomünizm bağ­lamında "Ülkücü Hareket'in tarih öncesi" olarak çalışmaya dahil edilmiştir. Türkeş 27 Mayıs 1960 darbesiyle "ihtilalin kudretli al­bayı" olarak siyaset sahnesine çıkacak, 1965'te parti lideri olacak ve Ülkücü Hareket'i, yani Soğuk Savaş'ın Türkiye cephesinin parami­liter örgütünü kurarak, 1970'lerin ikinci yarısından itibaren derin­leşen iç savaşın içerisinde yer alacaktır. Türkeş, Ülkücü Hareket'in de büyük bir operasyona maruz kaldığı 12 Eylül darbesi sebebiyle bir süre cezaevinde yatacak, çıktıktan sonra hareketin başına tekrar geçecek, tam da SSCB'nin yıkılışının ve Soğuk Savaş'ın bitişinin ar­dından, misyonunu tamamlamış olarak yaşamını yitirecektir. Bu çalışma, Türkiye' de antikomünizmin tarihini yazmaya dair bir önceki kitapta vermiş olduğum sözün bir parçasıdır. Türkiye' de antikomünizmin dört başı mamur bir tarihi henüz yazılmamıştır, bu kitap da böyle bir iddia taşımamaktadır; ancak o sözün bir par­çasını teşkil etmektedir. Dolayısıyla okur, çalışmada yakın Türkiye tarihinin Soğuk Savaş ve antikomünizm perspektifli bir okumasını Türkeş ve Ülkücü Hareket dolayımıyla görebilecektir. Çalışmanın ilk bölümü, 1940'ların ikinci yarısından itiba­ren, yani İkinci Dünya Savaşı'ndan Soğuk Savaş'a geçiş sürecinde Türkiye' de komünizm tehdidinin nasıl icat edildiğini ve antikomü­nizmin adım adım nasıl Türkiye siyasetinin merkezine yerleşerek belirleyici hale geldiğini ortaya koymaya çalışmaktadır. Bu yıllar, çok partili hayata geçiş sürecinde sosyalistlerin siyaset, akademi ve düşün dünyasının dışına atıldığı yıllardır. "1946 sendikaları"nın kapatılmasından Tan Matbaası ve Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi (DTCF) baskınına uzanan süreç, bu dışlama ve aynı zamanda kri­minalize etme siyasetinin pratikleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemde, bir yandan IMF, Dünya Bankası ve NATO üyelikleri üzerinden emperyalizmle entegrasyon derinleştirilirken, bir yan -dan da komünizme karşı milliyetçiliğin ve dinin en etkili araç ol­duğunun fark edilmesiyle birlikte özellikle eğitim alanında buna uygun adımlar atılmıştır. İkinci bölümde, Demokrat Parti iktidarıyla birlikte derinleşen antikomünizm ve emperyalizme entegrasyon, iç ve dış politikadaki gelişmeler ekseninde anlatılmaktadır. Bu dönemde içeride komü­nistler ve komünizm şeytanlaştırılıp paranoya derecesinde bir anti­komünizm siyasal söylemin merkezine yerleştirilirken, dış politika­da ise Kore Savaşı'na asker göndermekten Bağdat Paktı'nı kurmada aktif rol oynamaya, NATO üyeliğinden Suriye'yi işgal girişimine, dış politikanın ana enstrümanı olarak antikomünizm kullanılmış, Menderes iktidarı emperyal heveslerini bunun üzerinden gerçekleş­tirmeye çalışmıştır. Üçüncü bölüm, 1960'lar Türkiye'sinde ideolojiler ve bunları temsil eden akımlar siyaset sahnesinde yerini aldıktan sonra, so­lun yükselişine mukabil sağın reaksiyoner bir güç olarak devreye girişini, Türkeş ve Ülkücü Hareket bağlamında incelemektedir. Bu yıllarda ilk kez sosyalist bir parti Meclis'e girecek, bağımsız ve sınıf eksenli bir sendika kurulacak, öğrenci hareketi gelişecek, sol fikirler yaygınlaşacaktır. Komünizmin düzen açısından hayali bir tehdit ol­maktan çıkıp gerçeklik halini alması bu yıllara tekabül etmektedir. Türkeş'in bir Soğuk Savaş figürü ve Ülkücü Hareket'in bir Soğuk Savaş ideolojisi olarak ortaya çıkışı da bu dönemde söz konusu ola­caktır. Dördüncü bölümde, l 970'li yıllar ve yaşanan iç savaş ile Türkeş' in ve Ülkücü Hareket'in bu savaştaki konumu ve stratejisi ele alınmak­tadır. 1970'ler, hem sosyalist solun hem de Ecevit şahsında "ortanın solu"nun yükseldiği, buna mukabil devletin ve Ülkücü Hareket'in sola karşı şiddeti temel enstrüman haline getirdiği, şiddetin siyase­tin merkezine yerleştiği, siyasi cinayetlerin ve kitle katliamlarının sıradanlaştığı bir dönemdir. Bu yıllar aynı zamanda Türkiye ka­pitalizminin uluslararası kapitalizmin krizine paralel olarak krize girdiği, kapitalist sistemin ve sermaye sınıfının hegemonya tesisin­de zorlandığı yıllardır. 1977' den itibaren iktisadi ve siyasi kriz iç içe geçecek ve ülke adım adım 12 Eylül darbesine gidecektir. Hem 1960'lar hem de 1970'ler anlatılırken, hareketin ideolojik dönüşü­müne, şiddet yükselip iç savaş derinleştikçe Türkçülükten "Türk­İslam sentezi"ne ve oradan da "Türk-İslam ülküsü"ne doğru yaşa­nan değişime ve bu değişimde belirleyici olan isimlere ayrıntılı bir şekilde yer verilmiştir. Beşinci ve son bölümde önce 12 Eylül darbesinin, sonra da Soğuk Savaş'ın bitiminin Ülkücü Hareket üzerinde yarattığı etki, siyasetin merkezine yürüme çabası, iç mücadele ve bölünme süreç­leri ele alınmaktadır. Türkeş'in ve Ülkücü Hareket'in yargılanma süreci, Türkeş'in savunması, hapislik yılları, darbe sonrası Ülkücü Hareket'ten kopan kadrolar, yeniden partileşme, Türkeş'in partiyi kontrol altına alma mücadelesi, Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları­nın Türkeş'e karşı bayrak açmaları ve nihayetinde kendi partilerini kurmaları, bunun yanı sıra 1990'ların başından itibaren Ülkücü Hareket'in ve Türkeş'in Kürt sorunu üzerinden popülerleşmesi, milliyetçiliğin sıradanlaşarak yükselmesi ve medyanın, ölümüne yakın Türkeş'i ılımlı, demokrat, "bilge lider" imajına büründürmesi bu bölümün konularını oluşturmaktadır. Sonuç kısmında ise önce Ülkücü Hareket'in Soğuk Savaş'ta üst­lendiği rolün günümüz Türkiye'si üzerindeki etkisi ve devleti kur­tarmanın Cumhuriyet'in yıkımıyla sonuçlanışı "dinselleşme" ve "rejim değişikliği" kavramları üzerinden gösterilmeye çalışılacak, ardından da hareketin günümüz siyasetindeki konumuna dair bir değerlendirme yine "rejim değişikliği" tartışması ekseninde yapıla­rak çalışma nihayetlendirilecektir.
·
42 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.