Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Arkadaşlar gördüğünüz üzere okumakta olduğum bir kitap var. Tarık Tufan - Kekeme Çocuklar Korosu... Bu sayfaları alıntı yapmak istemiyorum daha doğrusu istiyorum ama ileti olarak paylaşmak çok daha güzel ve anlamlı olacak. Lütfen sonuna kadar okumanızı tavsiye ediyorum. Biraz uzun ama çok dikkat çekici... Sayfa 105- 110 arası. Es geçmeyin sadece 2-3 dakikanızı ayırın. Uzun süredir giyilmekten yıpranmış bir hostes kıyafeti taşıyordu üzerinde ve özensiz, ucuz olduğu anlaşılan çiğ bir sarı renkle boyanmıştı saçları. Esmer teninde kötü duruyordu. Yapmacık bir gülümsemeyle bakıyordu yolculara. Yapmacık gülümsüyordu hayata. Leş gibi ter kokan, taşralı yolcu erkeklerin gözleri değiyordu vücuduna. Saklayamıyordu kendini daracık otobüs koridorunda. Gizlenemiyordu, hayatın dar sokaklarında. Yolun on dört saat süreceğini söyledi cızırtılı mikrofondan. İstenildiği takdirde düğmeye basıldığında geleceğini anlattı. Mola yerine geldiğimizde bir masaya oturdum. Az sonra bir telefon kulübesinin önünde gördüm onu. Elinde birkaç tane telefon kartı vardı. Hızla çevirdi telefonu. Acaba kimi arıyordu? Annesini mi, yoksa sevdiğini mi? ‘Ben iyiyim’ diyordur. ‘Kirli gözler değdi vücuduma ama tertemizim hâlâ…’ Uzun uzun konuştu telefonda. Tekrar tekrar numaralar çevirdi ve her konuşmasında gülüyordu. Kendisi ne kadar gerçek olsa da, gülümseyişleri o kadar sahteydi. Üniversitedeydim o yıllar ve tek tek insan hayatlarıyla ilgilenmek yerine, toplumsal yaşam projelerinin ütopik ve büyülü havasında yaşamayı tercih ediyordum. İdeolojik argümanlarla doldurulmuş anlatımlarda, tek kişinin yaşamı algılayışında ortaya çıkan duygusal formlar önem taşımaz. Açıkçası insan yaşamlarıyla ilgilenmek yerine, toplumu kurtaracak projeler peşinde koşmalıydık. Yaşamak fiili, altında bilgi olmayan, anlık coşkulara dayalı eylemsellik alanına dönüşmüştü o dönemde. Projeler, duyguların insanı zayıf düşürebilecek etkilemesine izin vermiyordu genellikle. Aşk şiirleri kalın ideolojik kitapların arasında eskimeye yüz tutuyordu. Birileri adına var olmanın kutsandığı bir algılayışla bakıyorduk hayata. ‘Kimin için?’ sorusu asla sorulmazdı. Zira verilecek cevaplar bir ucundan Allah adına yaşamak vurgusuna ulaşacaktı. Kimsenin umursamadığı bir grup genç insan, onlar adına yaşam projeleri tasarlıyordu. Edebiyat Fakültesi’nde anfi-10’un önü, hayatla örtüşmeyen hayallere ev sahipliği yapıyordu. Yoldaki İşaretler, Dört Terim, Fizilal’il Kur’an elimizden düşmüyordu. Seyyid Kutup’un, Ali Şeriati’nin, Mevdudi’nin yaşamlarına dalıyorduk bir aradayken. Muhafazakârlıktan, sağcılıktan sıyrılıyorduk böylece. Evlerdeki sohbetlerde tefsir okuyor, çıkarken her ihtimale karşı ikişerli gruplarla çıkıyorduk. Geleneği olmayan bir zihinsel oluşumun hayata oturmasına gayret gösteriyorduk hepimiz. Dinsel olan argümanların geleneğinde büyük oranda sağcı ve muhafazakâr izler doluşmuş olduğundan saf bir İslam algılayışının geleneği yok diye düşünüyorduk. O dönemlerde, hayatında Mute Destanı’nı dinlememiş ve direniş adına hiçbir eylemselliği hayatına sokmamış genç şairler!, genç yazarlar! Ucuz radikalizm eleştirisi yapmıyorlardı. Tatmadıkları bir hayatı, marjinal ve çalıntı sözlerle eleştirme zavallılığından pay toplamaya çalışan bir sürü az gelişmiş entelektüel türedi sonraları. Yoldaki İşaretler’i eleştirmekle kendilerine paye katmayı umuyorlardı. Yeni yeni çoğalan mekanlarında edebiyat söylemleri arasında geçmiş İslami oluşumları da eleştirmeyi borç biliyorlardı. Cemaatler diyorlardı, vakıflar diyorlardı da bir kez olsun uğramadıkları mekanları yerden yere vuruyorlardı. Mutsuz olmamıza sebep olan şeyler vardı elbet. Yerli yerine oturtamadığımız şeyler. Bir kuşağın hayatın içine girmesiyle anlam değiştiren kavramlar vardı ortalıkta. Öfkeleniyorduk bunları görünce. Gelecek tasavvurlarımızda yeri olmayan şeyler. Bunu eleştirmenin karşıtı embesil ve algısı gelişmemiş tiplerle zorlama beğenilere sahip olma ve renksizleşme de değildi doğal olarak. Sahici olanı ve dengeli olanı arıyorduk. Yitirilmemiş bir coşku taşıyordu genç insanlar ve bir gün Filistinli oluyorlardı, ertesi gün Afganlı, sonra Eritreli, Keşmirli. Yeryüzünü sımsıcak bir samimiyetle dolaşıp, evrensel şiarı seslendirirken, bir türlü kendi memleketimizin havasını soluyamıyorduk. Bir türlü içinden çıkamadığımız bir çelişkinin çaresiz aktörleriydik. Emek sömürüsünün, düşünce suçunun, şiddetin, sokak insanlarının kol gezdiği bir ülkeye sağır kalıyorduk ve gitgide parçası oluyorduk zulmün. Evrenselliğin ilk basamağında düşüyorduk daha. Bir grup genç insan reel hayatla, okudukları kitapların arasında sıkışmış ve çıkış yolu arıyorlardı. Sakındıkları her şey karşılarına çıkıyor ve kendilerinden yeniden tercih yapmalarını bekliyordu. Her tercih biraz daha yoruyordu zihinlerini. Cahiliye adını verdiklerini geçmiş yaşamlarında kalan herkesi bir çırpıda siliveriyor ve gitgide koyulaşan bir yalnızlığa düşüyorlardı. Müşrik! anne ve babalarını, iman eden! oğulları candan bir sarılışı unutuyorlardı bir zaman sonra. Gerçek yaşam kurguları soluklaşıyordu yavaş yavaş. Öğrenci evlerinin gece sessizliğinde, Sezen Aksu’nun buğulu sesinde ve ağır şarkılarında arıyorlardı gerçeği. Ahmet Kaya’nın asi ve kalın sesiyle hayata bağırıyorlardı. Kulağında walkmanle uyuyakalan genç insanlar, ertesi gün yeniden, okul koridorlarında meydan okuyan voltalara adım atıyorlardı. Okulda tesettürlü kızlarla, İslamcı camianın genç erkekleri arasında ilginç ilişki biçimleri gelişiyordu. Birbirlerinden ders notları almaktansa, diğer öğrencilerden almayı yeğliyorlardı. Sanki onlar birbirine namahrem fakat diğer öğrenciler mahrem gibi davranıyorlardı. Yüz yüze gelmiyor, konuşmuyor, yardım istemiyor, bir şeyler danışmıyor sanki yokmuş gibi davranıyorlardı. Duygusal olarak yakınlaşanlar bunu asla ifade etmemekle birlikte, yan yana durduklarında göz göze gelmemek için, her ikisi de ya yere bakıyor ya da önlerine, sonuçta başka yöne bakıyorlardı. Gözlerin yakıcılığından kaçıyorlardı belki de. Aşkı hayat biçimlerine bir türlü oturtamıyorlardı. Nasıl yaşanabileceğinden emin değildi hiçbiri. Günaha düşmek korkusuyla, âşık olmak arasında savrulup duruyorlardı. Kendilerine sevmek yerine, mantıklı olmayı telkin ediyorlardı ve akla yükleniyorlardı. Hatta gereğinden fazla. O dönemde henüz kitaplaşmamış olan Mona Roza’yı ezbere okuyor, bir muska gibi yanlarında taşıyorlardı. Şiirin fotokopileri elden ele dolaşıyor ama Roza’yı bulabilme düşüncesi hayallerin ötesine geçmiyordu. Bu durum patolojik insan tipleri doğuruyordu. Bir iki arkadaşının dışında, hiç kimsenin haberinin olmadığı nikahlar yapılıyor. Genç evliler, kimselere sezdirmeden buluşmaya çalışıyorlardı. İmam nikahının kutsallığı, gençlik heveslerinin türettiği sağlıksız ilişki biçimlerini gizlemeye çalışıyordu. Sonuçta genç dulların sayısı artıyordu. Kendilerini bu patolojik alandan kurtarabilecek sosyal alanları bir türlü oluşturamıyorlardı. Çünkü Müslümanların bundan daha önemli işleri vardı. Bu önemli işler, evlilik taleplerini ve biçimlerini de etkiliyordu doğal olarak. Evlilik için gerçekleştirilen konuşmalarda bir eş aramak yerine, cephe arkadaşı aramak gibi bir sonuç çıkıyordu. Evet herkes kendisine cephe arkadaşı arıyordu ama, hiç kimse ev hayatının nasıl olduğuna dair bir fikir sahibi değildi. Dergiler ve kitaplar, Ali’nin, Fatıma’nın aile hayatını yazıyorlardı. Müslümanın aile hayatı üzerine idealize edilmiş formel ifadeler yazılırken kimse gerçeği görmek istemiyordu. İslami kesimde boşanmalar artıyor, aile şiddeti yayılıyordu. Sorunun kaynaklarını tespit etmek yerine, görmezden geliniyor, hiçbir şey yokmuş gibi davranılıyordu. Ne Ali ne de Fatıma, evlere uğramıyordu bile. Okulda eylem alanlarında gördükleri mücahit ve mücahideler eve girdiklerinde kitabi söylemler bir kenara itiliyor, reel hayatın karanlığında tutunacak yer arıyorlardı. İyi okulların, iyi bölümlerinde okudukları halde, uzlaşmamak adına, entegre olmamak adına, birçok iş imkanlarını reddediyorlar ve alanlarıyla ilgili olmayan işlerde geçimlerini sağlamaya çalışıyorlardı. Bir süre sonra hiç beklemedikleri bir kuyuya düştüler. Allah rızası için çalıştıkları abilerinin şirketlerinde, ucuz işgücü olarak kullanılmaya başlanmışlardı. Akıllarının ermediği ekonomik ilişki biçimleri, onları kullanıma hazır ucuz işgücüne dönüştürüvermişti ve bir kez daha anlamadıkları bir dünyanın içine düşmüşlerdi. Savrulanlar oldu. Tükeniyorlardı. Geçmişin hesabını, inandıkları değerlere ihanet ederek soruyorlardı. Sorunu doğru tespit edebildikleri halde, çözüm adına yaptıkları geçmişe dair ne varsa yok saymak oldu. Bir gün benim diyebilecekleri bir kişilik yapısını da yitirdiler. Birçoğu kayboldular. Şehirlerarası otobüste servis yapan genç kız, çok gerçek bir dünyanın kısık sesini temsil ediyordu. Ben hayatı üniversitede öğrenmedim.
·
80 görüntüleme
Muhammed Hüseyin Esin okurunun profil resmi
Üşenmeden okudum :) ... Yalnız kitap oldukça etkileyici...
Bu yorum görüntülenemiyor
insan okur okurunun profil resmi
Gerçekten çok ilgi çekici ve anlamlı ben teşekkür ederim okuduğun için. İlk kitabı beğenmiştim bunu da öyle:)
Bu yorum görüntülenemiyor
Mehtappp okurunun profil resmi
Oldukça etkileyici. Anlatım tarzını beğendim, okuma listeme ekledim. Paylaşım için teşekkürler :)
Muhammed Hüseyin Esin okurunun profil resmi
Valla diyeceklerinizi içten içe söyledik KeMâL kardeşim... Varolun... Dikkatimizi çekmeyi başaran yazıyı paylaştığınız için..
insan okur okurunun profil resmi
Kesinlikle çok farklı. Okuyunca bu ne ya ? Bu ne biçim kurgu diyeceğinizden eminim. :)
insan okur okurunun profil resmi
Hürmetler, saygılar iyi okumalar...
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.