Gönderi

Huxley ve Ütopya
Geniş çaplı, uzun vadeli etkileriyle Avrupa felaketi, Amerika'da yeni bir toplumsal tip ortaya çıkardı: entelektüel mülteci. On dokuzuncu yüzyılda Yeni Dünya'ya giden biri, sınırsız imkânların cazibesine kapılmış demekti. Kendi şansını yaratmak için düşerdi yollara; ya da en azından, nüfus fazlası bulunan Avrupa ülkelerinde elinden gelmeyeni başarmak, geçimini sağlamak için. Hayatta kalabilme endişesi benliğini muhafaza etme tasasından daha güçlüydü ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki hızlı iktisadi büyüme de göçmene okyanusu aşırtan dürtüyle aynı ilkeye dayanıyordu. Göçmen yeni ortama başarıyla uyum sağlamaya çalışıyordu; bu ortamı eleştirmeye kalkışıp da elde etmek istediği yasal hakları ve onca çabanın sonuçlarını tehlikeye atmak niyetinde değildi. Yaşamı yeniden üretme kavgasının baskısı altındaki bu insanların ne eğitimleri ve geçmişleri, ne de toplumsal süreçteki konumları, zincirden boşanmış varoluşun ağırlığı karşısında mesafe almalarına elverişliydi. Mekân değişikliğine bağlı ütopik umutlar beslemiş olsalar bile, henüz bilinemeyen bir varoluşun ufkunda yükselme masalına, bulaşıkçılıkla başlayıp milyoner olma beklentisine karışıp gidiyordu bunlar. Ketlenmemiş bir eşitlikteki özgürlüksüz yanı daha yüz yıl öncesinden fark eden Tocqueville gibi konukların şüpheci yaklaşımı her zaman istisna olarak kaldı; Alman kültürel muhafazakârlığının jargonunda "Amerikanizm" denilen şeye karşı muhalefet, yeni gelenlerden çok, Poe, Emerson ve Thoreau gibi Amerikalılarda görüldü. Yüzyıl sonra ise artık tek tek entelektüeller değil, sadece Yahudilerden ibaret olmayan bütün bir Avrupalı aydın tabakası iltica edecekti bu ülkeye. Amaçları daha iyi yaşamak değil, hayatta kalabilmekti sadece; imkânlar eskisi gibi sınırsız değildi ve bu yüzden, ekonomik rekabet ortamındaki uyum sağlama zorunluluğu, amansız bir biçimde mültecilere de aktarılıyordu. Öncülerin, bir yandan kendilerine de yeni bir hayatiyet kazanmayı umarak, hem maddi hem de manevi anlamda yolunu açmaya giriştiği vahşi kıtanın yerini, bir sistem halinde yaşamın bütününü saran ve güdümsüz bilincin sığınabileceği -Avrupa'daki gevşekliğin karteller dönemine kadar açık bıraktığı- bütün kovukları tıkayan bir uygarlık almıştı. Okyanusun ötesinden gelen entelektüele, eğer bir şey elde etmek istiyorsa, bir süper tröst halinde birleştirilmiş yaşamın çalışanları arasına katılabilmek istiyorsa, özerk bir varlık olarak kendisini yok etmek zorunda olduğu hiçbir yanlış anlamaya yer bırakmayacak şekilde belirtiliyordu. Teslim olmayan ve her bakımdan hizaya girmeyip direnenler, dev bloklar halinde yığılmış nesneler dünyasının kendi kendini bir nesne haline getirmeyen her şeye uyguladığı şoklara maruz kalıyorlardı. Her yanı sarmış ve tek geçerli şey kabul edilmiş bulunan meta ilişkileri mekanizması içinde güçsüz düşmüş enetelektüelin şoka karşı gösterdiği tepki ise panikten ibaretti. Huxley'in Cesur Yeni Dünyası (Brave New World) bu paniğin bir ifadesi, daha doğrusu rasyonalizasyonudur. Olay örgüsü pek geliştirilmemiş olan roman, şokları dünyanın büyüsünün bozulması ilkesinden bakarak anlamaya, bu ilkeyi bir saçmalık noktasına kadar yükseltmeye ve insan haysiyeti fikrini insandışılığın kavranışından türetmeye çalışmaktadır. Göründüğü kadarıyla hareket noktası, ister nesne isterse insan olsun, seri üretimin sonucu olan her şeyin evrensel benzerliğinin algılanmasıdır. Schopenhauer'in doğayı fabrika ürününe benzeten metaforu sözlük anlamında alınmıştır. Vızıldayan sürüler halinde birbirinin ikizi insanlar yetiştirilmektedir tüplerde: Kibarlık okullarında öğretilmiş güdümlü bir gülümsemeden, milyonlarca insanın iletişim sanayiince açılmış kanallarda akan standartlaşmış bilincine kadar, kapitalizmin en son aşaması tarafından günlük yaşama sokulmuş, sonsuz sayıda kopyanın yer aldığı ve uyanık olarak sürdürülen bir kâbus. Kendiliğinden deneyimin çoktan paslanmış bulunan "şimdi ve burada"sı büsbütün iktidarsız kılınmıştır: İnsanlar artık sadece kartellerin sağladığı seri üretimin tüketicileri değildir; sanki kendileri de şirketlerin mutlak egemenliği tarafından üretilmiş, birey olmaktan çıkmıştır. Sindirilemeyecek gözlemleri felaket alegorileri halinde taşlaştıran paniğe kapılmış bakış, zararsız gündelik yaşam yanılsamasını delip geçer. Fotomodellerin satış artırıcı gülümseyişi onun için gerçekte olduğu şeye, kurbanın çarpık sırıtışına dönüşür. Yayımlanmasından bu yana geçen uzun süre, fazlasıyla doğrulamıştır Huxley'in kitabını: Asansörcü çocuklar işe seçilirken yapılan testin en aptalları belirlemeye yarıyor olması gibi küçük iğrençlikler ve cesetlerin rasyonel şekilde değerlendirilmesi gibi dehşet görüntüleri. Bütün bu Cesur Yeni Dünya, alternatifi bulunmayan ve kendini cennet sanan bir toplama kampıdır. Panik, Freud'un Kitle Psikolojisi ve Ben Analizi'nde ileri sürdüğü gibi, güçlü kolektif kimliklerin parçalandığı ve serbest kalmış içgüdüsel enerjinin beklenmedik bir kaygıya dönüştüğü bir durumsa eğer, paniğe kapılan kişinin de kolektif özdeşleşmenin karanlık zeminini harekete geçirme gücü vardır. Saydam bir dayanışmanın yokluğunda, iktidar görüntülerine körcesine bağlanan ve kendilerini her tarafı saran boğucu bütünle bir tutan bireylerin yanlış bilincidir bu karanlık zemin. En kötü dürümdakilere bile "O kadar da fena değil," dedirten ahmakça ağırbaşlılık Huxley'e bulaşmamıştır. Teknik uygarlığın güya aşırılıktan ibaret urlarının durdurulmaz ilerleme sayesinde kendiliğinden yok olacağı yolundaki çocuksu inanışa itibar etmez Huxley. Sürgündekilerin hevesle sarıldığı teselliyi, Amerikan kültüründeki korkutucu yanların bu kültürün ilkelliğinden gelme geçici kalıntılar ya da gençliğinin enerjik tanıkları olduğunu söyleyen teselliyi de hor görür. Bu kültürün büyük bir katar olan Avrupa kültürüne göre geri kalmış olmadığı, tersine önde gittiği ve onun tarafından hevesle taklit edildiği konusunda en ufak bir şüphe duymamıza da izin vermez. Nasıl Cesur Yeni Dünya'daki dünya devleti golf sahaları ile Mombasa, Londra ve Kuzey Kutbu'ndaki biyolojik deney tesisleri arasında sadece yapay olarak sürdürülen farklar tanıyorsa, dünya da Amerikanizm parodisinden ibaret hale gelmiştir. Anlaşılan, Berdyaev'in kitabın başında yer alan deyişinde belirttiği gibi, bugünkü teknolojik gelişme düzeyi açısından gerçekleşebilir görünen ütopyaya benziyordur bu dünya. Ama aynı çizgi üzerinde cehenneme de döner: Huxley, bugünkü uygarlığın durumuna ilişkin gözlemleri bu uygarlığın teleolojisi doğrultusunda ilerletir ve sonunda bu uygarlığın nasıl bir canavar olduğu dolaysızca fark edilen bir kesinlik kazanır. Burada asıl vurgulanan, nesnel teknolojik ve kurumsal öğelerden çok, artık ihtiyaç nedir bilmeyen insanların geldiği durumdur. İktisadi-siyasal alanın önemi azalmıştır böyle bir durumda. Bize sadece şu kadarı söylenir: Gezegen çapında baştan sona rasyonelleştirilmiş bir sınıf sistemi ve gediksiz bir devlet kapitalizmi egemendir; topyekûn kolektifleştirmeye topyekûn tahakküm eşlik etmektedir; para ekonomisi ve kâr dürtüsü sürüp gitmektedir. Fransız Devrimi'nin üçlü şiarının yerini "Community, Identity, Stability" (Topluluk, Özdeşlik, İstikrar) almıştır. Community, her bireyin bütünün işlerliğine bağımlı olduğu bir kolektifi tanımlar, Yeni Dünya’da bu bütünün anlamı hakkında hiçbir soruya izin verilmez, hatta sorulması imkânsızdır; Identity bireysel farklılıkların silinmesi, biyolojik temele kadar varan standartlaşmadır; Stability ise her türlü toplumsal dinamiğin son bulduğu anlamına gelir. Kurnazca dengelenmiş olan durum, geç kapitalizmde ekonomik "kuvvetler oyunu"nun gerileyişine ilişkin bazı göstergelerden hareketle kurgulanmıştır: binyılın sapıklığı. Toplumun durağanlığını garanti eden mucizevi ilaç conditioning'dir (koşullandırma). Biyoloji ve davranışçı psikolojinin ürünü olan (oradaki anlamı belli reflekslerin ve davranış biçimlerinin çevrede oluşturulan keyfi değişikliklerle, "koşulların" denetlenmesiyle ortaya çıkarılmasıdır) ve artık gündelik Amerikan İngilizcesine girmiş bulunan bu çevrilmesi güç kavram, yaşam koşulları üzerindeki her türlü bilimsel denetimin parolası haline gelmiştir (örneğin, kapalı mekânlarda sıcaklığın makinelerle dengede tutulması anlamına gelen air conditioning). Huxley'de bu sözcüğün anlamı toplumsal müdahaleyle insanın önceden eksiksizce biçimlendirilmesidir; yapay üremeden ve yaşamın en erken evresinde hem bilincin hem de bilinçdışının teknolojik yöntemlerle yönlendirilmesinden, ölmekte olan insanların gösterildiği çocuklara bir yandan da şekerlemeler verilerek ölümü daima bu tatla eşleştirmelerinin sağlandığı ve böylece ölümden duyulan dehşetin ortadan kaldırıldığı bir alıştırma olan death conditioning'e kadar uzanır bu müdahale. Uyum göstermenin asıl anlamını bulması demek olan conditioning'in yarattığı sonuç, toplumsal baskı ve zorlamanın her türlü Protestanca ölçüyü bile çok aşan bir oranda içselleştirilmesi ve sahiplenilmesidir: İnsanlar teslim olduklarını bile fark etmeden teslim olarak, yapmak zorunda oldukları şeyi sevmeye başlarlar. Böylece mutlulukları öznel olarak sağlama alınmış olur ve düzen sürüp gider. Toplumun aile ya da psikoloji gibi aracılarla birey üzerinde oluşturduğu salt dışsal etkiye dair tasavvurlar çoktan aşılmıştır. Bugün ailenin başına çoktan gelmiş olan şeyler. Cesur Yeni Dünya'da yukarıdan aşağıya doğru tekrar uygulanmaktadır ona. Tam anlamıyla toplumun çocukları olan insanlar, artık toplumla diyalektik bir çatışma içinde bulunmaz, zaten aynı töze sahiptir toplumla. Her türlü antitezi içine çekip eriten kolektif totalitenin bu uysal temsilcileri kesinlikle mecazi olmayan anlamda "topluma koşullanmış"lardır ve egemen sisteme "gelişme" yoluyla sonradan uyum göstermiş değillerdir.
·
55 views
Mir'at-ı Cünun okurunun profil resmi
Bu insanların, ne Huxley'in fazlaca kestirme bir şekilde geleneksel kültür ürünleriyle bir tuttuğu ve Shakespare'de bir örneğini bulduğu tinle, ne de toplumun ötesindeki el değmemiş yaratılışın resmiyle, yani manzara olarak doğayla ilişkileri kalmıştır. Tin ve doğa karşıtlığı, en yüksek noktasına varmış burjuva felsefesinin başlıca konusuydu. Cesur Yeni Dünya'da bu ikisi, her şeye el atan ve kendine benzemeyen hiçbir şeye tahammül edemeyen uygarlığa karşı birleşmiştir. İdealist spekülasyonda tin ile doğanın birliği en büyük barışma olarak kavranıyordu; burada ise mutlak şeyleşmenin mutlak karşıtı olması amaçlanıyor. Bilincin kendiliğinden ve özerk sentezi olarak tinin varlık koşulu, karşısında ele geçiremediği bir alanın, kategorik önbelirlenime uğramamış bir şeyin olmasıdır: "doğa." Ve doğanın koşulu da, kendisini şeyleşmenin karşıtı olarak bilen ve bu şeyleşmeyi doğa saymak yerine sınırlarını zorlayıp aşan tindir. Şimdi ikisi de kayboluyor: Huxley, turistik bir körfezi seyrederken otomobilinde oturup radyodan reklamları dinleyen son model normal yurttaşı çok iyi tanımaktadır. Geçmişteki her şeye duyulan düşmanlık da bununla ilişkisiz değildir: Tinin kendisi de geçmişte kalmış görünmektedir, veri olanın, yüceltilen olguların, sadece mevcut olanın gülünç bir eklentisidir; ve artık mevcut olmayanın artıkları da ya süs eşyası olmakta ya da çöpe gitmektedir. Ford'a mal edilen "History is bunk" (Tarih saçmalıktır) sözü en son sınai üretim yöntemlerine uymayan her şeyi ve dolayısıyla son kertede yaşamın sürekliliğini bile hurda yığınına havale eder. Böyle bir indirgeme insanları da sakatlar. Kendilerine benzemeyeni algılama ve düşünme yeteneksizliği, varoluşlarındaki çıkışsız kendine yetmecilik, katıksız öznel işlevsellik yasası - bütün bunlar sonunda katıksız bir öznellik yitimine varır. Kurulmuş bulunan dünya tinsizliğinin* bilimsel olarak üretilmiş, her türlü mitten arındırılmış özne-nesneleri çocuksudur. Bugünlerde yaygın olan o kısmen gayri iradi, kısmen de düzenlenmiş gerileyişler, sonunda kitle kültürüne uygun bir şekilde, boş zamanlara ilişkin cebri yönergelere dönüşmekte, "proper Standard of infantile decorum" (çocuksu adabın doğru standardı) haline gelmektedir - Hıristiyanlıktaki "Eğer sizler küçük çocuklara benzemezseniz..." şiarına karşı cehennemden yükselen kahkaha. Suç, bütün amaçların araçla ikame edilmesindedir. Her türlü nesnel amaçtan koparılmış alet tapıncı (bugün henüz adı konmamış olan otomobil dini, Cesur Yeni Dünya'da "Lord [Tanrı] için Ford" sloganıyla ve haç işareti yerine T modelinin işareti geçirilerek açıktan açığa egemen olmuştur) ve fetişistçe bir alet edevat merakı, tam da pratik ve gerçekçi oldukları için övünenlerde görülen bu iki şaşmaz delilik belirtisi, yaşamın normu konumuna yükselmiştir. Ama aynı şey, Cesur Yeni Dünya'da özgürlüğün baş gösterir gibi olduğu durumlarda da geçerlidir. Huxley'in gözünden kaçmamış bir çelişki de, cinsel tabuların sahip oldukları iç kuvveti yitirip ya yasaklanan şeylere müsamaha edilir olduğu ya da yasakların boş bir zorlama halini aldığı bir toplumda hazzın kendisinin de nitelik kaybına uğraması ve zavallı bir eğlenceye ve falanca ya da filancayı "elde etmiş" olmaktan duyulan narsisistçe bir tatmine indirgenmesidir. Rasgele cinsel birleşmelerin kurumsallaştırılması sonucu cinselliğin ne anlamı kalır, ne tadı; üstelik toplumdan kaçış bile gelip cinselliğin sınırları içinde yer bulur. Fizyolojik rahatlama, sağlığın bir parçası olarak, istenir bir şeydir; buna eşlik eden heyecanlar ise toplumsal fayda getirmeyen bir enerji kaybı sayılır. Ne olursa olsun, kendini kaptırmamalıdır kişi. Burjuvalığın kökeninde yatan ataraksi artık her türlü tepkiyi kapsayacak kadar yayılmıştır. Birdenbire erosu da yakalayıverince, doğrudan doğruya bir zamanlar en değerli şey sayılan ve uğruna tutkulardan arınmak istenilen öznel mutluluğun da (Eudämonie) karşısına geçmiş olur. Kendinden geçme haline (Ekstase) saldırırken, aynı zamanda insanlar arasındaki her ilişkinin özüne, monadolojik varoluşun ötesine geçebilme girişimlerine de darbe indirir. Kolektifleştirme ile atomlaştırma arasındaki tamamlayıcı ilişkinin farkındadır Huxley.
Mir'at-ı Cünun okurunun profil resmi
Yine de, örgütlenmiş toplu seks pratiğini anlatışında bir alt ton var ki, Huxley'in yergici tezleri konusunda şüphe uyandırıyor. Burjuva olmama iddiasındaki burjuvaca yanı gösterirken, tezin kendisi de burjuvalığın ağlarına takılıyor. Karakterlerinin coşkusuzluğu karşısında dehşete kapılan Huxley, aslında kendinden geçme haline karşı da düşmanlık beslemektedir içten içe - üstelik, daha önce egemen bakışla fikir birliği halinde mahkûm ettiği uyuşturucu etkisiyle oluşan kendinden geçme haline değil sadece. Özgürleşmiş (emanzipiert) pek çok İngiliz gibi onun bilinci de, reddettiği Püritanizmin ta kendisi tarafından biçimlendirilmiştir. Cinselliğin serbest bırakılması ile değersizleştirilmesini ayırmamaktadır birbirinden. Daha eski romanlarında da seks düşkünlüğü, deyim yerindeyse yerel ve hâlesiz bir uyarılma olarak görünür - eril denilen kültürlerde beylerin kendi aralarında oturup kadınlardan ve aşktan konuşurken, konudan söz edebilmelerini sağlayan üstünlükten duydukları gurura, küçümseyici bir edanın da kaçınılmaz biçimde karışması gibi biraz. Huxley'de her şey, Lawrence'in kaba saba ifade biçimlerine kıyasla daha yüceltilmiş bir düzeyde cereyan eder, ama aynı zamanda çok daha köklü bir bastırmaya maruz kalmıştır. Sahte mutluluğa duyduğu öfke, onunla birlikte gerçek mutluluk fikrini de feda eder. İronisi, daha Budizme yakınlık duymaya başlamadan çok önce, özellikle entelektüelin kendi kendini mahkûm edişinde, aslında düzeyinin genellikle onu muaf tutabildiği öfkeli bir tövbekârın sekterliğine işaret ediyordu. Dünyadan kaçışın varacağı yer, cinselliği açığa vurarak kurutan çıplaklar kampıdır. Mutlak kitle kültürünün berisinde kalmış bulunan —ve Cesur Yeni Dünya'ya bir insanilik kalıntısı olarak dahil edilen- "vahşinin" dünyasını da çarpık, itici ve delice bir şey olarak betimlemek için Huxley'in gösterdiği bütün çabaya rağmen, araya gerici öğeler de karışmaktadır. Modernliğin aforoz edilen şahsiyetleri arasında, bir yerde Ford'la bir tutulan Freud da vardır. İç yaşamın bir efficiency expert'ından (verimlilik uzmanı) ibaret görülmektedir Freud. "The appalling dangers of family life" (aile yaşamının dehşet verici tehlikelerini) ilk kez onun açığa çıkardığı belirtilerek, kolay yoldan alaya alınır üstelik. Ama gerçekten de yapmıştır bunu Freud ve tarihin adaleti ondan yanadır: Baskının aracısı olarak ailenin eleştirilmesi, İngiliz muhalefetinin Samuel Butler'dan beri yabancısı olmadığı bir şeydir ve tam da ailenin hem ekonomik temelini, hem de insanın gelişimini belirleme bakımından meşru yetkisini yitirdiği ve Huxley'in resmi din alanında acımasız bir isabetle adını koyduğu ucubeye dönüştüğü anda ön plana çıkmıştır. Fazlasıyla ortodoks bir yaklaşımla güdüden vazgeçmeyi eğitimin hedefi olarak koyan Freud'u büsbütün yanlış anlayarak, geleceğin dünyasında çocuk cinselliğinin teşvik edileceğini düşünen Huxley, endüstri çağma insanilik yok olduğu için değil de, ahlak kuralları çöküyor diye itiraz edenlerle aynı safta yer almaktadır. Mutluluğun ancak delinen yasaklar kadar mı olabileceği, uçsuz bucaksız bir diyalektik sorudur; ama romanda hâkim olan anlayış bu soruyu evetleyici bir yanıta doğru yozlaştırmakta, köhnemiş yasakları sürdürmenin bahanesi yaparak istismar etmektedir - sanki tabuları ihlal etmekten kaynaklanan mutluluk, o tabuyu, dünyada mutluluk olsun diye değil de mutluluğun önünü kesmek için var olan tabuyu, meşrulaştırabilirmiş gibi. Evet, romanda düzenli olarak gerçekleşen komünal orjiler ve mecburi tutulan kısa süreli eş değiştirmeler, hazzı eğlenceye indirgeyen ve bol keseden dağıtmakla sonuçta esirgemiş olan o bayatlamış resmi cinsel rutinin mantıksal sonuçlandır. Ama işte Huxley'in yasını tutmakta fazla acele ettiği o eski yasak, tam da hazzın gözlerinin içine bakmanın, düşünüm yoluyla kendini tamamıyla ona bırakmanın imkânsız oluşunda etkisini sürdürmektedir. Bu yasak delinecek olsa ve haz orgy-porgy (sıradanlaşmış orji) halinde bile kendisini itaate zorlayan kurumsallığın dizginlerinden kurtulabilse, Cesur Yeni Dünya da ölümcül katılığıyla birlikte çözülecektir. Herkesin herkese ait olması, en yüksek ahlak yasasıdır bu dünyada: insanları tek tek varlıklar olarak ortadan silen, insandaki kendine ait son şeyi de mitoloji sayarak yok eden ve onu salt "başkası için" diye belirleyen, dolayısıyla Huxley'in gözünde değersiz kılan mutlak değiş tokuş edilebilirlik. Savaştan sonraki ABD baskısına eklediği önsözde Huxley, bu ilkenin köklerinin, Marki de Sade'ın "insan hakları arasında herkesin herkes üzerinde cinsel hak sahibi olması da vardır," cümlesinde bulunabileceğini söylüyordu. Tutarlı aklın çılgınlığının kendi mantıksal sonucuna vardırılmasıydı bu ona göre. Ama bu lanetlenmiş davranış ilkesiyle kendi tasarladığı gelecekteki dünya devletinin bağdaşmaz olduğunu gözden kaçırıyor Huxley. Bütün diktatörler libertinizmi (şehvet düşkünlüğü) yasaklamıştır; nitekim Himmler’in ünlü SS aygırları da libertinizmin devlete bağlı karşıtıydı. Tahakküm, bir kişinin diğerleri üzerinde hak sahibi olması şeklinde tanımlanabilir ancak, topluca herkesin herkes üzerinde hak sahibi olması şeklinde değil. Böyle bir şey hiçbir totaliter düzenle birlikte düşünülemez ve iş ilişkisi bağlamında, cinsel anarşi durumundan daha da geçerlidir bu. Sadece "başkaları için" var olan insan, yani mutlak bir zoon politikon (politik canlı) kendi bireysel benliğini yitirmiş olmakla birlikte, Cesur Yeni Dünya kadar eskisini de bir arada tutan var kalma döngüsünden de uzaklaşır aynı zamanda. Mutlak değiş tokuş edilebilirlik, eğer gerçekleşebilseydi, egemenliğin temelini sarsan ve özgürlük vaat eden bir dinamik yaratırdı. Huxley'in yaklaşımının bütünündeki zayıflık, tüm kavramları amansızca dinamikleştirebildiği halde, yine de bunları kendi karşıtlarına dönüşme eğilimine karşı aşılanmış olmasıyla ilişkilidir. Romanın scène à faire'ı iki "dünyanın" erotik karşılaşmasıdır: bakımlı ve iyi yetişmiş bir Amerikalı "career woman" (işkadını) örneği olan öykünün kadın kahramanı Lenina'nın, kendisini seven "Vahşi"yi bir tür görev oluşturan rasgele cinsel ilişki oyununun kurallarına göre baştan çıkarma denemesi. Karşısındaki kişi ise annesine bağlı kalmış, dürtüleri ketlenmiş, duygusunu ifade etmek yerine tefekkür halinde yaşantılamayı yeğleyen ve sevdiği insanı ulvileştiren bir lirizmle yetinebilen çekingen ve güzel görünüşlü gençlerdendir - tıpkı epsilonların tüplerde yetiştirilmesi gibi kendisi de aslında Oxford ve Cambridge'de üretilen ve son dönem İngiliz romanının duygusallık malzemesi olan bir tip. Çatışmanın nedeniyse, güzel kızın kendini hiç şakasız teslim etmeye kalkması ve John'un da bunu ona duyduğu yüce sevginin bayağılaşması olarak algılayıp uzaklaşmasıdır. Bu sahnenin inandırıcılığı, ileri sürdüğü görüşün tersi yönde bir etki yaratıyor. Lenina'nın yapay letafeti ve selofan folyeleri hatırlatan utanmazlığı hiç de Huxley'in elde etmek istediği anti-erotik etkiyi uyandırmıyor, tersine onu son derece çekici kılıyor ve zaten romanın sonunda öfkeli uygar vahşi de kapılıyor buna. Eğer Lenina Cesur Yeni Dünya'nın bilinçdışındaki resim (imago) olsaydı, bütün korkunçluğunu yitirirdi bu dünya. Gerçi Lenina'nın hal ve tavırları toplum tarafından, konvansiyonel bir ritüelin parçası olarak, önceden biçimlendirilmiştir. Ama tepeden tırnağa konvansiyonla bir olduğu için, konvansiyonel olanla doğal olan arasındaki gerilim ve onunla birlikte konvansiyonun haksız tarafını oluşturan şiddet, eriyip dağılıyordur: Psikolojik açıdan, yetersiz konvansiyonellik, başarısız kalmış bir özdeşleşmeye işaret eder daima. Konvansiyon kavramının kendisi de, tıpkı karşıtı gibi, geçersizleşecektir bu durumda. Toplumsal dolayım böylesine gediksiz olunca, deyim yerindeyse dışardan içeriye doğru ikincil bir doğrudanlık oluşacaktır, yeni bir insanlık. Amerikan uygarlığında hiç de az değildir bu türden eğilimler. Ama Huxley, şeyleşme ile insanlığı katı bir karşıtlık halinde kurmaktadır ve bu açıdan, yaşayan insanla taşlaşmış ilişkilerin çatışmasını konu alan bütün bir roman geleneğiyle uyum içindedir. Uygarlığın vaat ettiği insanlığı gözden kaçırır, çünkü unuttuğu bir şey vardır: İnsanlık, şeyleşmenin hem karşıtını içerir hem de kendisini; üstelik sadece kurtuluşun karşıtı ve başlangıç koşulu olarak değil, aynı zamanda olumlu anlamda, ne kadar kırılgan ve yetersiz olsa da, öznel itkileri gerçek kılan -ama bunu da ancak nesneleştirerek yapan- biçim olarak içerir bu şeyleşmeyi. Romanın ışık tuttuğu bütün kategoriler, aile, ebeveynlik, sahip olduğu her şeyle birlikte birey, zaten şeyleşmenin ürünleridir hep. Huxley bunu bir lanet halinde geleceğin üstüne yıkarken, kutsadığı geçmişin de bu bakımdan farksız olduğunun bilincinde değildir. Böylece bir nostaljinin sözcüsü durumuna düşer; oysa bu nostaljinin kitle kültürüne benzerliğini fizyonomik bakışıyla derinlemesine algılamakta ve benzerliği de insan üretme tüpüyle ilgili şarkıda dile getirmektedir: "Bottle of mine, it's you I've always wanted! Bottle of mine, why was I decanted?... There ain't no Bottle in all the world Like that dear little Bottle of mine" (Hep seni istedim, benim sevgili şişem! Benim sevgili şişem, neden boşalttılar beni senden?... Dünyada yok asla başka, benim sevgili küçük şişem gibisi). Öyleyse "vahşi"nin sevdiği kadına karşı feveranı da, belki amaçlananın tersine, modanın soğuk küstahlığına karşı saf insan doğasının protestosu değildir; daha çok, şiirsel adalet, bir nevrotik kişinin saldırganlığı haline getiriyordur onu. Huxley'in epeyce küçümsediği Freud, böyle bir kişideki çılgın saflığın, bastırılmış eşcinsellik güdüsüne bağlı olduğunu kolayca gösterebilirdi ona. Tıpkı kendi kendine yasaklamak zorunda olduğu şey karşısında sinirden titreyen ikiyüzlü kişi gibi o da kıza sövüp sayar. Huxley, onu haksız konuma itelemekle, toplumsal eleştiriyle arasına bir mesafe koymuş olur. Romanda bu eleştiriyi asıl yüklenen kişi "Alpha artı"lardan biri olan ve kendi koşullandırılmışlığına karşı baş kaldıran Bernard Marx'tir: hem şüpheci hem de duyarlı bir Yahudi karikatürü. Yahudilerin tam uyum sağlamamış kişiler olarak takip ve baskı altında tutulması ve tam da bu nedenle bilinçlerinin zaman zaman toplumsal sistemin sınırlarını aşıyor olması, Huxley'in de bildiği bir durumdur. Bernard'ın eleştirel tutumunun sahiciliğinden kuşku duymaz Huxley. Ama bu eleştirelliğin kendisi de bir tür organik yetersizlikle (Organminderwertigkeit), kaçınılmaz bir inferiority complex (aşağılık kompleksi) ile açıklanır. Huxley, denenmiş ve güvenilir modellere uygun şekilde, radikal Yahudi entelektüelini, vülger bir snoblukla ve en sonunda da utanç verici bir ahlaki korkaklıkla suçlamaktadır. Ibsen'in Gregers Werle'yi ve Stockmann'ı icat etmesinden, hatta aslında Hegel'in tarih felsefesinden bu yana, burjuva kültür politikası, bütünselliği görebilen ve eni konu değerlendiren bir anlayış adına, başka türlüsünü isteyen kişiyi karşı çıktığı bütünün hem gerçek çocuğu hem de bir doğum hatası olarak sergilemiş ve hakikatin -ister ona rağmen, isterse onun içinde- yine de elbette bütünde yattığını vurgulamıştır ısrarla. Roman yazarı Huxley bu yaklaşımla dayanışma içindedir, kültür peygamberi Huxley ise bütünden nefret eder. Evet, Gregers Werle tam da kurtarmak istediklerinin sonunu getiriyordur ve genelleşmiş aptallığın dışına çıktığı için kendini daha akıllı sanmaya başlayan Bernard Marx'ın kibrinden muaf insan da yoktur. Ama olguları dışardan, tarafsız, bağımsız ve üstün bir konumdan gözleyen, yadsımanın sınırlılığını ve diyalektiğin vardığı sonuçları aştığını iddia eden bakış da, tam da böyle yaptığı için, ne hakikatin ne de adaletin bakışıdır. Adil bir yaklaşım, daha iyi olanın kendi yetersizliğinden ötürü daha kötüye taviz vermek zorunda kalmasından memnunluk duymamalı, öfkesini bilemek için bu yetersizlikten yeni bir güç almalıdır. Huxley'de olumsuzluk iktidarsız kılınmak istendiği için, ortaya sürdüğü kuvvetler de küçümsenmektedir; gelgelelim, böyle bir tavrın sonucunda, diyalektiğin karşısına olumlu ve mutlak diye dikilen şey de aynı ölçüde iktidarsız çıkmaktadır. "Vahşi"nin, dünya denetçisi Mond ile yaptığı belirleyici görüşmede, "what you need is something with tears for a change" (sizin artık gözyaşlarıyla dolu bir şeye ihtiyacınız var) derken kendi acısını kasıtlı ve kışkırtıcı bir tarzda yüceltmesi, dikkafalı bireyciliğin tipik bir özelliğinden ibaret sayılamaz; asıl yaptığı, gelecekteki kurtuluşun ancak acı pahasına mümkün olacağını kabul eden Hıristiyan metafiziğini öne çıkarmaktır. Ama roman, her şeye rağmen, Hıristiyan kurtuluşunun ortaya çıkmasına fırsat vermeyen bir aydınlanmış bilinçle belirlenmiştir ve sonuçta acı çekme kültürü de kendi başına saçma bir amaç haline gelir. Karanlık güçlerle bağı Huxley'in de gözünden kaçmış olamayacak bir estetizmin manyerizmidir bu: Hedonist ve mütevekkil dünya denetçisi karşısında "Vahşi"nin savunduğu "Tehlikeli yaşa!" (Nietzsche) sloganı, yine böyle bir dünya denetçisi olan Mussolini'ye pek uygun düşerdi. Dünya denetçisinin yasaklamış olduğu bir biyoloji makalesiyle ilgili açıklamalarının bir yerinde, romanın fazlasıyla pozitif çekirdeği açıkça ortaya çıkmaktadır: "Yüksek kastların içindeki bazı daha huzursuz zihinlerin koşullanışını kolayca bozabilecek türden bir fikir -En Yüce İyilik olan mutluluğa inançlarını yitirmelerine ve bunun yerine hedefin daha ötelerde, bugünkü insani alanın dışında bir yerde olduğuna inanmalarına; yaşamın amacının refahı sürdürmek değil, bilinci bir şekilde yoğunlaştırmak ve inceltmek, bilgiyi artırmak olduğunu düşünmelerine yol açabilir." İdealin böylesine soluk ve seyreltik, aynı zamanda da kurnazca ve dikkatli formüle edilmiş olması, çelişkiden arınmasına yetmiyor. "Bilinci yoğunlaştırmak ve inceltmek" ya da "bilgiyi artırmak" ifadeleriyle, tin mutlaklaştırılmakta ve fazlaca dolaysız bir karşıtlık halinde praksisin ve maddi ihtiyaçların giderilmesinin karşısına dikilmektedir. Oysa her türlü tin, tanımı gereği toplumsal yaşam sürecini ve özellikle de işbölümünü varsayar; ve bütün tinsel içerikler de "gerçekleşmek" için varoluşa bağımlı oldukları ölçüde aynı zamanda praksise yönelik zımni bir talimattırlar. Dolayısıyla, tini maddi ihtiyaçların karşısına koşulsuz ve zaman dışı bir karşıtlık halinde çıkarmak, işbölümüne dayalı ve parçalanmış olan durumu ideolojik olarak ebedileştirmek demektir. Tarihte tasarlanmış bütün tinsel şeylerin -dünyadan en uzak, en kaçak düşlerin bile- nesnel içeriklerinde maddi dünyanın dönüştürülmesi vardır. Her türlü heyecan, her türlü içsellik ya sonuçta dışsal bir şeye yönelir, ya da ne kadar yüceltilmiş olsa da böyle bir yönelişi bulunmaması halinde salt görünüşe, gerçek dışılığa dönüşüp yozlaşır. Huxley'in neredeyse bir "değer” haline getirdiği Romeo ile Juliet'in kendinden geçmiş tutkuları bile kendine yeterli, kendi başına var olan bir şey değildir aslında; ruhun bir pozundan ibaret kalmayıp tinsel olabilmesi için tinselliği aşıp bedensel birleşmeye yönelmesi gerekiyordun Huxley, aslında tüm anlamı bedensel birleşme olan "özlem" kavramıyla istemeden de olsa sezdirir bunu. Çünkü "Bülbüldü, tarla kuşu değil"in güzelliği cinsiyet sembolizminden ayrılamaz. Tageliedi* sırf aşkınlığı uğruna yüceltirken, bu aşkınlığın öylece yerinde durmayıp tatmin edilmek istediğine kulak vermemek, Cesur Yeni Dünya'nın fizyolojik olarak ölçülüp biçilmiş, başlı başına bir amaç olarak tutulamayan her türlü büyüyü yok eden cinselliği kadar boştur. Bugünün utanç kaynağı, maddi kültür denilen şeyin tinsellik karşısında ağır basması değildir; bundan yakman Huxley hiç de hoşlanmayacağı yoldaşlar bulacaktır kendine: bütün etkisizleştirilmiş mezhep ve dünya görüşlerinin "amigoları". Oysa asıl saldıracağı şey, bir yanda bilinç ile öte yanda bu bilincin özünün gerektirdiği toplumsal gerçekleşme arasındaki o yine toplumsal olarak dayatılmış ayrım olmalıydı. Tinsellikle maddilik arasında tam da Huxley'in philosophia perennis'iyle (ebedi felsefe) oluşturduğu bu karşıtlığın ('Chorismos) kendisi, yani ' faith in happiness" (mutluluğa inanç) yerine belirsiz ve soyut bir "goal somewhere beyond'un (ötede bir hedef) geçirilmesi, Huxley açısından da dayanılmaz olan şeyleşme durumunu güçlendirir, maddi üretim sürecinden koparılmış ve iğdiş edilmiş bir kültüre yol açar. "Maddi ve fikri ihtiyaçlar arasında ayrım yapılacak olursa," diye yazmıştı Horkheimer, "o zaman hiç şüphesiz maddi ihtiyaçların giderilmesine öncelik vermek gerekir, çünkü bu... toplumsal değişimi de içerir. Deyim yerindeyse, bütün insanlara iyi yaşam koşulları sağlayan adil toplumu da kapsar. Bu da sonuçta tahakküm denen şerrin ortadan kaldırılmasıyla aynı şeydir. Yalıtılmış fikri talepleri vurgulamak ise gerçek bir saçmalığa götürecektir. Özleme hakkını, aşkın (transandantal) bilgi hakkını, tehlikeli yaşam hakkını mantıksal olarak geçerli kılmak mümkün değildir. Kitle kültürüne karşı mücadele, ancak onunla toplumsal haksızlığın sürmesi arasındaki bağlantıyı göstererek verilebilir. Cikleti metafizik eğilimi azaltıyor diye suçlamak gülünç kaçardı; buna karşılık Wrigleys'in gelirinin ve Chicago'daki sarayının belli bir toplumsal işlevin karşılığında elde edildiğini göstermek pekâlâ mümkündür: insanları kötü koşullara razı etmek ve eleştiriden alıkoymak. Açığa çıkarılması gereken, cikletin metafiziğe zarar verdiği değil, tersine, kendisinin metafizik olduğudur. Kitle kültürünü insanlara çok şey veriyor ya da hayatlarını fazla güvenli kılıyor diye eleştirmiyoruz (Lutherci tanrıbilime bırakabiliriz bu işi); insanların sadece çok az ve çok kötü şeyler edinebilmesine, her tarafta korkunç bir yoksulluk içinde yaşayan yığınlar bulunmasına, insanların haksızlığa razı olarak yaşamasına yardım ettiği için eleştiriyoruz; dünyayı çaresiz durumda bıraktığı, bir yandan muazzam felaketler beklenirken bir yandan da kurnaz seçkinlerin güya barışı sağlayacak şüpheli anlaşmalar yapmasının umulduğu bir ruh haline hapsettiği için eleştiriyoruz." İhtiyaçların tatmin alanını dengelemek için Huxley'in onun karşısına çıkardığı şey, burjuvazinin "daha yüksek" diye nitelediği alana kuşku uyandıracak ölçüde benzemektedir. Bunu yaparken hiç değişmeyen, biyolojik denebilecek bir ihtiyaç kavramından hareket ediyor. Oysa her insani ihtiyacın somut biçimlenişi tarihsel olarak belirlenir. Zaten günümüzde ihtiyaçların statik bir nitelik göstermesi ve hep aynı şeyin yeniden üretimine takılıp kalması da maddi üretimin bugünkü karakteri karşısında bir refleksten, piyasa ve rekabet ortadan kalktığı halde mülkiyet ilişkilerinin hâlâ sürmesi yüzünden durağan bir nitelik edinen üretimin bir yansımasından ibarettir. Bu statik durum sona erdiğinde, ihtiyaç da bambaşka bir görünüm kazanacaktır. Üretim koşulsuz ve sınırsız bir şekilde doğruca ihtiyaçların, özellikle hâkim sistem tarafından üretilmiş bulunan ihtiyaçların karşılanmasına yönelik olarak düzenlendiğinde, ihtiyaçların kendisi de temelden değişir. Gerçek ve sahte ihtiyacın ayırt edilemez oluşu bugünkü dönemin asli bir özelliğidir. Yaşamın yeniden üretimi ile baskı altına alınışı bir ittifak ya da birlik oluşturuyor günümüzde, bütünün bir yasası olarak anlaşılabilen ama tekil tezahürlerde kavranamayan bir birlik. Bir gün gelecek, kültür endüstrisinin yarattığı çöp yığınına ve daha ciddi endüstrilerin sunduğu o acınası "yüksek kaliteli" mallara insanların ihtiyacı olmadığı anlaşılıverecek. Örneğin, barınma ve beslenmenin yanı sıra sinemanın da işgücünün yeniden üretimi için gerekli olduğu düşüncesi, insanları işgücünün yeniden üretilmesine yönlendiren ve ihtiyaçlarını piyasaya yapılan arzın ve toplumsal denetimin çıkarlarıyla uyumlu olmaya zorlayan bir dünyada "doğru"dur sadece. Özgürleşmiş bir toplumun Lametta'daki kötü tiyatro oyunculuğunu ya da Devory'nin berbat çorbalarını arzulayacağını düşünmek saçmadır. Çorba ne kadar iyiyse, Lametta'dan vazgeçmek de o kadar zevkli olur. Kıtlık ortadan kalkınca, ihtiyaçla tatmin arasındaki ilişki de değişecektir. Bugün, piyasa dolayımından geçip donmuş bir biçim alan ihtiyaca göre üretme zorunluluğu herkesi işbaşında tutmanın en önemli yollarından biridir. İktidarını daha çok kendi kurbanlarının ihtiyaçları sayesinde sürdüren bir varoluşun sınırlarını aşacak herhangi bir şey düşünmek, yazmak, yapmak ve etmek yasaktır. İhtiyaçları giderme mecburiyetinin değişmiş bir toplumda hâlâ pranga işlevi görmeye devam edeceği düşünülemez. Bugünkü toplum kendisine özgü ihtiyaçları karşılamada fazlasıyla yetersiz kalmış, ama buna karşılık söz konusu ihtiyaçlar sayesinde üretimi kontrol altında tutmayı bilmiştir. Hem çok pratiktir, hem de irrasyonel. Meta üretiminin içine battığı irrasyonelliği yok eden ama ihtiyaçları karşılayabilen bir düzen, burjuvazinin yarar gütmeyen l'art pour l'art (sanat için sanat) tavrında bile yansımasını bulan pratik zihniyeti de yok edecektir. Üretim ile tüketim arasındaki bugüne taşınmış antagonizmin yanı sıra, bunların en son birlikteliği olan devlet kapitalizmini de aşar bu düzen ve Kari Kraus'un ifade etmiş bulunduğu bir fikre yakınlaşır: "Tanrı insanı tüketici ya da üretici olarak değil, insan olarak yaratmıştır." İşe yaramama utanılacak bir şey olmaktan çıkar o zaman. Uyum sağlama anlamını yitirir. Üretim çarpıtılmış değil, gerçek anlamda etkiler ihtiyacı: Tatmin olamamışın yararsız şeylerle avutulması yerine, tatmin olmuş bulunanın evrensel yararlılık ilkesine bağımlı kalmadan dünyayla ilişki kurabilmesini sağlar.
Mir'at-ı Cünun okurunun profil resmi
Sınıf ilişkisi ebedileştirilmiş, biyoloji alanına kaydırılmıştır: Üreme işinin yöneticileri, insanlar henüz cenin halindeyken, Yunan harfleriyle belirtilen kastlara kaydeder onları. Ustaca uygulanan bir hücre bölünmesi yöntemiyle tek yumurta ikizlerinden elde elde edilen aşağı tabaka mensuplarının bedensel ve ruhsal gelişmesi kana alkol verilerek ayrıca engellenmektedir. Şu halde eskiden kıtlığın ve maddi zorlukların dayatmasıyla bilinçsizce oluşan aptallığın yeniden-üretimi, artık bu zorluklar yok edilebileceği için, bizzat muzaffer kitle kültürünün üstlendiği bir görev haline geliyordur. Aslında irrasyonel olan sınıf ilişkisinin rasyonel biçimde sabitlenmesi, bu ilişkinin bir fazlalık olduğunu gösterir: Sınıfsal sınır, yönlendirilmemiş insanlık tarihinin ürettiği bir yanılsama olan "doğal yoldan oluşma" özelliğini yitirmiştir artık; sınıfların varlığı, ancak keyfi bir seçme ve atama (kooption) yoluyla, ancak toplumsal ürünlerin yönetim tarafından ayrımcı bir biçimde bölüştürülmesiyle sürdürülebilir. Hatta Cesur Yeni Dünya'nın Kuluçkalama ve Koşullandırma Merkezleri'nin yöneticileri, alt kastlara dahil olan cenin ve bebeklere ancak yetecek kadar oksijen vererek yapay bir varoş atmosferi oluşturmakta, sınırsız imkânların ortasında aşağılanma ve gerileme örgütlemektedirler. Ama totaliter sistem tarafından iyice düşünülerek ve kendi kendine işleyebilecek şekilde oluşturulan böyle bir gerileyiş, gerçekten topyekûndur. Her şeyin farkında olan Huxley üst sınıftaki sakatlanmanın belirtilerine de yer verir: "Even alphas have been conditioned" (Alfalar bile koşullandırılmıştı). Birey olduklarına inananlar bile, kendilerini "iç grup"la özdeşleştirdiklerinden, bilinçleri standartlaştırmanın tutsağıdır. Otomatik olarak koşullandırılmış oldukları yargıları dile getirirler hep - tıpkı bugün bir büyük burjuvanın "maddi koşullar değil, dinsel yeniden doğuş önemlidir," ya da "modern sanattan bir şey anlamıyorum," diye gevelemesi gibi. Anlamamak erdem sayılmaya başlamıştır. Üst kasttan bir çift, fırtınalı bir havada Manş Denizi'nin üstünde uçarken, adam kalabalığın arasına dönmektense sevgilisiyle daha uzun süre baş başa ve ona daha yakın olmak, daha çok kendisi olabilmek için, uçuşu uzatmak ister. Onu anlayıp anlamadığını sorar isteksiz davranan kadına: "I don't understand anything, she said with decision, determined to preserve her incomprehension intact" (Hiçbir şey anlamıyorum, dedi kadın kararlı bir tavırla, anlayışsızlığını el değmemiş biçimde sürdürmeye kararlıydı kesinlikle). Huxley'in gözlemi, dengesi bozulmasın diye en basit gerçeği bile kendine itiraf edemeyen birinde bu gerçeğin söylenmesiyle uyanan düşmanlığı saptamakla kalmıyor, yeni ve çok güçlü bir tabuyu da teşhis ediyor. Toplumsal varoluş, gücünün mutlaklığı ve kapalı bir bütün (geschlossenheit) oluşturması sayesinde, yanılsamadan sıyrılmış olanların zihninde kendi ideolojik doğrulanması haline geldiği ölçüde, mevcut olanın sırf mevcut olduğu için haklı da olduğu anlayışına karşı çıkanları da günahkâr olarak damgalayacaktır. İnsanlar uçan makinelerde yaşar, ama yine de, bütün gerçek tabularda olduğu gibi, söze dökülmeyen emre boyun eğerler: Uçmayacaksın. Yeryüzü tanrıları yerden yükseleni cezalandırır. Var olan üzerine yemin ettirme, bütün antimitolojik iddiasına rağmen, mitsel baskıyı yeniden yaratır. Huxley bunu kitabındaki kişilerin konuşmalarında sergilemiştir. Mecburi small talk'un, yani karşılıklı boş konuşmaların budalalığı, titizlikle sonuna kadar sürdürülür. Gevezelik olgusu, konuşmanın sadece mesleki konularla sınırlı kalmasını ya da haddini bilmez taleplere dönüşmesini engellemeye yönelik oyun kuralının bir sonucundan ibaret değildir artık. Konuşmanın asıl yozlaşma nedeni nesnel eğilimlerde yatmaktadır. Dünyanın fiilen metalara dönüşmesi, düşünülen ve yapılan her şeyin toplumsal makine tarafından önceden belirlenmiş olması, konuşmayı bir yanılsama haline getirir: Hep aynı kalanın lanetine uğrayarak heba olan konuşma bir analitik yargılar* dizisinden ibarettir. Cesur Yeni Dünya'nın hanımları -ki bugünküler de pek farklı değil- aslında sadece tüketici olarak sohbet ederler aralarında. Esas itibariyle, her yerde karşımıza çıkan endüstri kataloglarında zaten belirtilmiş şeylerle, sunulan mallar hakkında bilgilerle sınırlıdır bu sohbet: Nesnel bir fazlalık; asıl amacı henüz bilinmeyeni bulmak olan diyalogun boş kabuğu. Bu amaç kalmamışsa, diyalog yok olmaya hazır demektir. Tümüyle kolektifleşmiş bulunan ve durmadan iletişen insanlar, her türlü iletişimden vazgeçerek burjuva çağının başlarından beri zaten gizliden gizliye oldukları gibi, dilsiz monadlar olmayı da kabullenebilirler: Arkaik bir çocuksu bağımlılık hali içine gömülüp kalırlar.
Mir'at-ı Cünun okurunun profil resmi
Pozitivist anlayışı eleştirir Huxley. Ama kendi eleştirisi de şoklarla sınırlı kaldığı, deneyimin dolaysızlığına gömüldüğü ve toplumsal yanılsamayı hiç sorgulamadan olgu saydığı için, Huxley de pozitivistleşmektedir. Rahatsız bir tonla konuşsa da, kültürün kaçınılmaz çöküşünden yakınmakla, kınanan tahakkümün sağlamlaştırılması için bahaneler üretmiş olan betimlemeci kültür eleştirisiyle temelde uyum içindedir. Uygarlık kültür adına barbarlığa geçmektedir. Huxley ise antagonizmalar göreceği yerde, teknik rasyonelliğe özgü, kendi içinde çelişkisiz bir tür bütünsel özne (Gesamtsubjekt) ve buna uygun olarak da basit bir topyekûn gelişme tasarlar. Böylesi tasarımlar bugünkü kültürel yüzeyin parçası olan şu "evrensel tarih" ve "yaşam tarzı" fikirleriyle ilişkilidir. Huxley topyekûn tekdüzeleşmenin keskin bir fizyonomisini ortaya koymuştur gerçi, ama bunun belirtilerinin antagonistik bir özün dışavurumu olduğunu, totalité eğilimini barındıran tahakkümün basıncı olduğunu açığa çıkaramamıştır. Huxley "everybody's happy nowadays"i (herkes mutlu bugünlerde) küçümser; ama kendi tarih anlayışının özü de derinlemesine konformisttir. Bu anlayış, içeriğini oluşturan olaylardan çok, biçimiyle ele verir kendini. Kesintisiz ilerleme görüşünün liberal yaklaşımından farkı, konuya bakış tarzında değil, vurgulardadır sadece. Benthamcı bir liberal gibi Huxley de mümkün en fazla insan için mümkün en fazla mutluluğun olabileceğini öngörür - böyle bir gelişmeden hoşlanmasa bile. Cesur Yeni Dünya'yı mahkûm ederken, kitapta alaya alınan insan sağduyusuna başvurur kendisi de. Bu yüzden roman boyunca Huxley'in hiç de sevmediği yıpranmış bir dünya görüşünün analiz edilmeden kalmış uğrakları çıkar karşımıza. Geçici ve felaket getirici tarihin değersizliğinin karşısına diktiği şey, hiç değişmeyendir: philosophia perennis, fikirler göğünde sonsuzca parıldayan güneş. Buna uygun şekilde, dışsallık ve içsellik de ilkel bir tezat oluşturmaktadır: İnsanlara yapay üremeden hızlandırılmış yaşlanmaya kadar her türlü kötülük yapılırken, birey kategorisi tartışmasız bir saygınlığa sahiptir. Üzerinde düşünülmemiş bireycilik öne çıkar böylece, sanki romanın ele aldığı dehşet, bireyci toplumun doğurduğu bir ucube değilmiş gibi. Tek insana özgü kendiliğindenlik tarihsel süreçten ayıklanıp çıkarılır, buna karşılık birey kavramı da tarihten koparılarak bir philosophia perennis parçası haline getirilir. Özü itibariyle toplumsal bir şey olan bireyleşme yeniden değişmez bir doğaya dönüşür. Doruk noktasındaki burjuva felsefesi, bireyin de suç ortağı olduğunu kavrayabiliyordu - Huxley'de bu kavrayışın yerini, bireyin psikolojizm aracılığıyla ampirik olarak eşdüzeyleştirilmesi almıştır. Hâkimiyetiyle saygı duymaya çağırmaktan çok karşı çıkmaya kışkırtan bir geleneğin izinde, birey bir fikir olarak sonsuz ölçüde yüceltilmekte, ama bir yandan da tek tek her insan, düş kırıklığı romantizminin müritleri tarafından ahlaki iflasla suçlanmaktadır. Bireyin hiçliğine dair, toplumsal anlamda doğru olan bilgi, özel yaşamın aşın yüklenmiş bireyine yönelik bir suçlamaya dönüşüyordun Huxley'in bütün yapıtında olduğu gibi bu kitabında da, bireyin ikame edilebilirliği ve aslında gerçek bir benlik değil de toplumun "karakter maskesi" oluşu, mutlaklaştırılmış bireyin kendi suçu olarak görünür. Bütün bu olgular, bireyin sahici olmayışıyla, ikiyüzlülüğüyle, darkafalı bencilliğiyle, başka bir deyişle, incelikli ve betimleyici bir ego psikolojisinin takım taklavatıyla açıklanır. Gerçek burjuva zihniyetiyle tam bir uyum içinde, birey hem her şeydir Huxley için - çünkü bir zamanlar mülkiyet hakları sistemenin temel ilkesini oluşturmaktaydı; hem de hiçbir şey - çünkü mülkiyetin sadece taşıyıcısı olarak mutlak biçimde ikame edilebilecek bir öğedir. Bireycilik ideolojisinin kendi hakikatsizliği için ödemek zorunda olduğu bedeldir bu. Romandan, coşkuyla önerdiği insanlığın kabullenemeyeceği ölçüde nihilistçe bir ders çıkıyordur ancak. Ama burada, tam da pozitivistçe vurguladığı olgulara haksızlık etmektedir Huxley. Bütün ayrıntılandırılmış ütopyalar gibi, onunki de boşuna zahmettir. Olaylar başka türlü gelişmiştir ve böyle olmaya da devam edecektir. Başarısızlığa uğrayan şey, ayrıntılı ve kesin düşgücü değil, uzak geleceğe yönelen bakışın kendisidir; var olmayanın somut biçimini önceden görme çabası, ölçü bilmez var sayışın iktidarsızlığına yenik düşmüştür. Diyalektiğin antitez uğrağı, vargı mantığıyla (konsequenzlogisch), örneğin aydınlanmanın üst kavram olarak görülmesiyle, sihirbazların yaptığı gibi bir anda yok edilemez. Bunu yapmaya kalkan bir yaklaşım diyalektik hareketin yakıtını sağlayan şeyi yok ediyor demektir: öznenin dışında kalanı, "tinsel" ve kendisi için saydam olamayanı. Ayrıntılarıyla betimlenen ütopya materyalist ve teknolojik öğelerle ne kadar desteklenmiş, doğabilimsel açıdan ne kadar doğru olursa olsun, özdeşlik felsefesine, yani idealizme bir geri dönüştür. Bu yüzden, Huxley'in öngörülerinin hedeflediği ironik "tamlık ve yanlışsızlık", yanlış yollar gösterir ütopyaya. Kendi bilincine sahip olmayan topyekûn aydınlanma kavramı kendi karşıtına, yani akıldışına doğru ne kadar güvenle yürürse yürüsün, bunun olup olmayacağı ve orada durup durmayacağı bu kavramın kendisinden çıkarsanamaz. Ufukta beliren politik felaketler teknik uygarlığın kaçış yolunu etkileyecektir. Maymun ve Öz kısmen aceleye getirilmiş bir çabadır: atom fiziği hakkındaki bilgi eksikliğinden değil, çizgisel tarih anlayışından kaynaklanan ve bu yüzden de düzeltmelerle, ek malzemenin işlenmesiyle halledilemeyecek bir hatayı giderme denemesi. Cesur Yeni Dünya' daki tahminlerin mantığı fazla basitse eğer, geleceğe ilişkin ikinci kitaptakiler de (örneğin şeytan dini) ihtimal dışı oluşun damgasını taşımaktadır. Üslubuyla gerçekçi olan bir romanın içinde, bu durumu felsefi alegoriye birtakım göndermeler yaparak savunmak pek mümkün değildir. Ama yaklaşımın ideolojik bağlılığı, kaçınılmaz düşünüş hatalarıyla öcünü alacaktır. Böyle bir tutum, ister istemez, kâra dayalı ekonominin sürmesini kesinlikle kendi çıkan için değil de, insanlar için desteklediğini ciddiyetle iddia eden büyük burjuvazinin tutumuyla akrabadır. Bu yaklaşıma göre, insanlar sosyalizm için yeterli olgunluğa sahip değildir. Çalışmak zorunda olmazlarsa, zamanlarını nasıl geçireceklerini bilemezler. Böylesi yavanlıkların içyüzünü ele veren, sadece kullanım biçimleri değildir; aynı zamanda içeriksiz şeylerdir bunlar, çünkü hem "insanları" verili kabul ederek şeyleştirirler, hem de gözlemciyi boşlukta yüzen çıkarsız bir merci halinde gökyüzüne taşırlar. Ama böyle bir soğukluk, Huxley'in düşünsel yapısının en derin katmanlarında da hissettirir kendini. Gerçekleşmiş ütopyanın insanların başına getireceği felaket konusunda tamamıyla kurgusal bir endişe duyan Huxley, ütopyanın yolunu kesen çok daha acil ve gerçek bir felaketi görmeye yanaşmaz. Açlık ve dert dünyadan kalktığında insanlara ne olacağını dert etmek boş bir iştir. Çünkü her ne kadar Huxley bu uygarlıkta zaten ilke olarak hiçbir zaman ulaşılamayacak bir masal ülkesinin sıkıcılığından daha beter bir şey görmese de, dünyadaki açlık ve dert aslında tastamam bu uygarlığın mantığının ürünüdür. Feci durumlar karşısında gösterilen bütün o öfkeye karşın, Huxley'in temel aldığı tarih kavramının hiç acelesi yoktur. İnsanlara düşen iş, zamana devredilmiştir. Asalakça bir ilişkidir bu. Huxley'in romanı bugünün suçunu gelecek kuşaklara yüklemektedir. Protestanlığın içe bakış ile bastırmayı birleştirmesinden doğmuş uğursuz bir ürün olan "Başka türlü olmayacak" yansır bunda. İlk günahla lekelenmiş olan insanlık daha iyisini beceremeyeceğinden, dünyayı düzeltme girişiminin kendisi günah haline getirilmiştir. Ama romanın damarlarında akan, henüz doğmamış olanların kanı değildir. Büyük buluşlarla süslenmiş olmasına rağmen başarısız kalışı, temel bir zayıflıktan kaynaklanmaktadır: içi boş şemacılık. İnsanların geçireceği dönüşüm hesaba gelmediği, her türlü tasavvurun öngörüsünden kaçtığı için, kullanılmaktan yıpranmış çok eski devirlerden kalma hiciv tarzı model alınarak bugünün insanının bir karikatürüyle ikame ediliyordur. Geleceğe ait kurgu bugünün sınırsız gücü karşısında boyun eğer. Henüz var olmayan, -Offenbach'ın operetlerindeki tanrılar gibi- mevcut olana benzetilerek komik duruma düşürülür. En uzaktaki şeyin görüntüsünün yerine, opera dürbünü ters çevrilerek bakılan en yakındaki şeyin görüntüsü geçirilir. Gelecekteki olaylardan çoktan olup bitmiş gibi söz eden biçimsel hile, bunların içeriğine iğrenç bir işbirlikçilik katar. Bugünün geleceğe yansıtılmakla içine düştüğü gülünç çirkinlik, kafaların çok büyük gösterildiği natüralist resimlerle aynı gülüşmeleri kışkırtır. O dokunaklı "ebedi insan" kavramı dünün, bugünün ve yarının insan olmayı o kadar hak etmeyen insanına indirgenmeye razı olur. Huxley'in romanında eleştirilmesi gereken, her türlü felsefe ve temsille paylaştığı düşünümsel edilginlik boyutu değil, şu kahrolası sürekliliği berhava edecek bir praksis düşünümü getirememesidir. İnsanlık totaliter dünya devleti ile bireycilik arasında seçim yapmak zorunda değildir. Eğer büyük tarihsel perspektif, sırf kontrol etmek amacıyla gözlemleyen bakışın gördüğü bir seraptan ibaret değilse, yöneleceği soru şudur: Toplum kendi kendisini belirlemeyi başaracak mıdır, yoksa bütün yerküreyi içine alan bir felaket mi yaratacaktır?
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.