Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

240 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
*SPOİLER İÇERİR* Kürk Mantolu Madonna romanını okuduğumda KYK yurdumun çalışma odasındaydım. Kitap bittiğinde tesiri o kadar şiddetli oldu ki bittikten bir yarım saat kadar sadece boşluğa bakıp düşündüm ve akşama kadar da bu böyle devam etti. Aynısını İçimizdeki Şeytan'da da yaşadım. İkisi de konu edindikleri olaylar bakımından son derece trajedik romanlardı. İkisi de harikulade iki aşk hikayesini toplumsal gerçeklik düzleminde çok iyi anlatıyordu. Her ikisi de okuyucusuna müthiş bir katarsis yaşatıyordu. Ancak Kuyucaklı Yusuf'a başlamadan önce diğer iki romanın bana hissettirdiklerini de göz önüne alarak beni diğerlerinden on kat daha fazla etkileyeceğini düşünemezdim. Üç gün önce kitabı bitirdiğimde öyle bir ruh halindeydim ki kurgusal bir metnin beni bu kadar kederlendirmesine hem şaşırdım hem de bir türlü kendimi romanın içerisinden çıkaramadım. Kuyucaklı Yusuf benim nezdimde bu yönüyle Sabahattin Ali'nin diğer romanlarından ayrılıyor. Çocukluğumdan beri en büyük korkum olan ve kabuslarıma hep konu olan şey anne ve babamdan herhangi birini kaybetme ihtimaliydi. Bu roman, baş karakterimizin ebeveynlerinin her ikisinin aynı anda ve gözleri önünde katledilmesiyle başlıyor. Çoğumuzun korkulu rüyası olan bu gerçeği Yusuf henüz 6 yaşında bir çocukken yaşıyor. Aslında Sabahattin Ali bu olayla birlikte en başından itibaren Yusuf'un çevresine karşı ilgisiz gibi görünen fakat içinde fırtınalar kopan bir çocuğa dönüşmesinin nedenlerini ortaya koyuyor. Yaşadığı bu travmatik olayın etkileri Yusuf'un her çağında etkisini gösteriyor. Bu olayın hemen ardından Yusuf'un hayatı olay yerine üç jandarma ile birlikte gelen ve kendisine acıyıp yanına alan Kaymakam Selahattin Bey'in evinde, kızı Muazzez ve hayata karşı fazla ihtiyatsız olan hedonist analığıyla birlikte; içindeki boşluğu doldurmaya çalışarak ve hayatın anlamını arayarak geçiyor. Yusuf, Selahattin Bey'in yanında "...bir sur harabesi üzerinde çıkan yabani incir gibi biraz sıkıntılı ve şekilsiz fakat serbest ve istediği gibi büyüyor." Şimdi şöyle beğendim, böyle beğendim faslını geçelim. Zira anladınız ki; hem bu kitabı hem de diğer iki eseri ben gayet beğendim. Gelelim 1K'da gördüğüm ve büyük ölçüde haksız olduğunu düşündüğüm bir-iki yoruma karşılık vermeye. Ben edebiyatçı değilim. Edebiyatla ilgim okumak ve "Ulan ne güzel şiir-romanmış" demekten öte değil; ancak kült olmuş diğer klasik eserlerle bu romanı karşılaştırmayı gayet iyi yapabileceğimi düşünüyorum. Evet, iyi karşılaştırabileceğimi düşünüyorum çünkü ben bu incelemeyi okuyan kişiye asla "Rasholnikov"u mu daha iyi tanıdın yoksa Yusuf'u mu diye bir soru sormayacağım. Hem Dostoyevsky'yle ortak hiçbir yönü olmadığını söyleyip hem de Dostoyevksy romanıyla bu romanı hiçbir yönden karşılaştırmayacağım. Evet karşılaştırmayacağım çünkü Suç ve Ceza 850 sayfalık bir roman ve değil bir karakterin en az 10 karakterin derinlemesine irdelendiği kült bir eser. Bu kadar çok sayfada da tanıtamasaydı zaten muhtemelen şimdi Dostoyevsky'nin ne kadar iyi bir yazar olduğunu değil beceriksizliğini konuşuyor olurduk. Evet Yusuf'u yeterince tanımamış olabiliriz; ancak düşüncem o ki 240 sayfada tanıyabileceğimizden -Böyle bir şeyi edebi açıdan gerekli görmememe rağmen- daha fazla tanıdığımızı düşünüyorum. Evet daha fazla tanıdık. Zira Yusuf'u ne arkadaşları ne kaymakam haliyle ne Şahinde ne de Muazzez tam anlamıyla tanıyor. Onun hakkında bilmemiz gereken tek şeyin dışarıya karşı kayıtsız gibi görünen fakat içinde fırtınalar kopan bir genç olduğu gerçeği. Hikayedeki işlevi bakımından bence sadece bunu bilmemiz bile yeterli. Zaten Yusuf'u çok iyi tanısak bile hangi bilinmezliği çözecektik ki? Muazzez'i önce Ali'ye gözünü bile kırpmadan verirken sonrasında neden onu kaybetmekten delicesine korktuğunu anlamamızı mı sağlayacaktı? Neden okula gitmeyi gereksiz gördüğünü ve hayatı boyunca sadece zeytin bahçelerinde çalışarak vakit geçirdiğini anlamamızı mı kolaylaştıracaktı? E biz bunların nedenlerini zaten Yusuf'u tanımamamıza rağmen bilmiyor muyuz? Bu cümlelerimle bu argümanın ne kadar yersiz olduğunu anlattığımı düşünüyorum. Çünkü bazen bazı yazarlar her şeyi, olayları düşünerek tertip ederler ve karakterleri olayların işleyişine göre tanıtmayı gerekli görürler veya görmezler. Tıpkı Charles Dickens'ın İki Şehrin Hikayesinde yaptığı gibi. Sdney Corton hakkında ne biliyorduk? Hayattan bezmiş biri olduğu ve mösyö Marki'ye çok benzediği dışında ne biliyorduk? Ben söyleyeyim; hiçbir şey. Peki bu kadarı bile hikaye için yeterli olmuş muydu? Bence evet. Yine aynı incelemede veya başka birinde bir başka "garip" yoruma rast gelmiştim. Yusuf'un altını değiştirdiği, kendisi büyüttüğü kızla on beş yaşında evlenmesinin "etik" olmadığını ve twitter profillerinde "İstanbul Sözleşmesi yaşatır" çerçevesi kullanan kadınlarımızın buna tek bir kelime dahi söylemediğini belirtmiş değerli bir okurumuz. Şimdi de günümüz etik değerleri ile mi değerlendireceğiz bu romanı? Günümüz kanunlarına, yasalarına bakıp romanda neyin yasadışı olduğunu neyin olmadığına mı bakacağız? Bunu yapmak gerçekten gerekli mi? Evet günümüz bakış açısıyla değerlendirdiğimizde on beş yaşında bir kızın abisi sayılablecek birisiyle evlenmesi absürt kaçabilir; ancak Allah aşkına çoğumuzun büyük annesinin daha 50 yıl öncesine kadar bile bu yaşlarda evlendiğini unutmasak daha iyi olmaz mı? Evet, şimdi bu normal bir şey değil; fakat bu daha yakın tarihe kadar bile ülkemizin bir normaliyken Osmanlı döneminde geçen bir romanda anormal olmasını beklemek ne kadar rasyonel olur. Bunun akılcı olanı o dönemin normalleri çerçevesinde incelemek ve değerlendirmek değil midir? Sabahattin Ali'nin bu gerçeği gözardı etmesi gerektiğini nasıl düşünebiliriz? "Altını değiştirdiği" deteyını da muhtemelen aralarındaki yaş farkına dikkat çekmek için vermişti bu okurumuz. O dönemdeki evliliklerde kadınlar ve erkekler arasındaki yaş farklarının ne kadar saçma olduğuna hiç girmeyeceğim; fakat Yusuf ile Muazzez arasında şimdi bile anormal karşılanmayacak bir yaş farkı vardı. Dolayısıyla hem dinen hem de kanunen evlenmelerinde bir sakınca olmayan bu iki karakterin evlenmesinin etik olup olmadığını tartışmak bizi hiçbir yere götürmez. Eserin kötü olduğunu da kanıtlamaz. İlla ki bu şekilde değerlendirmemiz gerekiyorsa ben de size şunu soruyorum; Karamazov Kardeşler’de baba ile oğulun aynı kadına aşık olup birbirine düşmesi ne kadar etik? Böyle bir şey insanlığa, edebe, ahlaka sığar mı ey okur? Koskoca adam bir kadın için oğluyla rekabet ederken hiç utanmamış mıydı? Bu adamlık mıdır? Dostoyevsky böyle bir şeyi nasıl yazar? Muhtemelen o okurla beni ortak noktada buluşturan tek şey "Kübra ile annesi" olmuştur. Bu iki kişinin hikayedeki rolü Şakir'in tecavüzünü anlatmaksa eğer evet ben de hemfikirim ki bu tek bir cümlede anlatılabilirdi. Hikayede bu ikiliye bu kadar çok değinilmesini ve neredeyse olayın merkezine girmelerini beklerken bir anda kıyısından geçip gitmelerini ben de anlamlandıramadım. Kesinlikle beğenmekle mükemmel olduğunu anlatmaya çalışmadığım bu romanın benim nezdimde kusurlarından birisi buydu. Ya farklı bir rol biçilmeliydi bu ikiliye ya da hikayedeki işlevini yerine getirmesi için kısaca değinilip bırakılmalıydı. Sistem eleştirisi yaptığını ve batılılaşmayı konu alan diğer romanlara karşın Osmanlı'daki mevcut sosyolojik ve siyasal düzeni eleştirdiğini söyleyenler mutlaka olmuştur. Evet yegane amacı bu olmasa dahi romanın böyle bir özelliğinin olduğu söylenebilir. Bazıları bunu ne denli yaptığını da eleştirmiş. Doğrudur. Belki de yeterince eleştirmemiştir; fakat didaktik bir eser olmadığı için böyle bir zorunluluğu olduğunu da düşünmüyorum. Geniş çaplı eleştiriler istiyorsak daha farklı tarihsel kaynaklar mutlaka vardır. İsteyen onları okuyabilir. Bu daha çok lirik bir eser ve bu özelliğini de hakkıyla yerine getirdiğini düşünüyorum. Kitap duygularıma oldukça etki etti ve ben bunu bu eseri daha fazla derinlemesine irdeleyerek bozmak istemiyorum. Yeşilçam filmlerinde buna benzer çok hikaye olduğunu söyleyenler de olmuş. Hikayenin basitliğine vurgu yapmak istemişler. Hatta birisi bir diziye çevrilse kimin hangi rolü oynayacağını tek tek yazarak bir cast ekibi bile kurmuş. Bu da doğrudur. Belki de bunun gibi bir sürü hikaye vardır; hem Yeşilçam’da hem de günümüz sinemasında; ama bu kitabın 1937'de yayımlandığını da göz önünde bulundurmak gerekir. Neredeyse 20 yıl sonra var olan Yeşilçam'la bu kitap arasında bir benzerlik kurmak ve bu hikayelerden çokça var olduğunu dile getirmek bu romandan hiçbir şey götürmez. Sadece Yeşilçam'ın ve günümüz sinemasının ne kadar az çeşitliliği olduğunu ve kendisini ne kadar tekrar ettiğini gösterir o kadar. Son olarak hikayenin sonuna değinelim. Okuduktan sonra “Ne oldu şimdi?” diyenler olabilir; fakat sevseniz de sevmeseniz de “Ben senden korkuyorum Yusuf” diyen Muazzez’in Yusuf’un kurşunuyla ölmesi yazarın kurgusal zekasını gösterir. Karakteri “kadın katili” olarak yargılasanız da yargılamasanız da. Ayrıca tam her şey güzel bitecek derken bir anda sonunun Muazzez’in ölümüyle olması çoğumuzu ters köşeye yatırmıştır. Ben bu noktada da tatminim. Bana ne kattı ne katmadı bilmiyorum. Mutlaka bir şeyler katmıştır; ama umurumda değil. Bu romanla ben sonuna kadar karakterlerle birlikte sinirlenmenin, onlarla birlikte üzülmenin, yine onlarla birlikte Selahattin Bey’in yasını tutmanın verdiği sonsuz hazzı yaşadım. Benim için sadece bu bile yeterli.
Kuyucaklı Yusuf
Kuyucaklı YusufSabahattin Ali · Ataç Yayınları · 2019174bin okunma
·
61 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.