Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

85 syf.
5/10 puan verdi
·
15 günde okudu
Evet, Jose Mauro de Vasconcelos. Ünlü bir yazar. Yazarımızın aslında ilk kitabı Şeker Portakalı. Onu da ele alacağız ama biz sondan başlamayı tercih ettik bu sefer. Zeze karakteriyle ilgili hayat biçiminde Güneşi Uyandıralım’dan sonra serinin üçüncü kitabı olan Deli Fişek. Aslında bu kitapta önceki iki kitapta benzer usul devam ediyor. Zeze biraz daha büyümüş ve o büyüdükten sonra başına gelenleri konuşuyor olacağız. Ama önermesiz kitaplar cinsinden bir kitap olduğunu söyleyebilirim işin edebi kısmında. Ve şöyle ifade etmek lazım; olay başlıyor, olay bitiyor ve olay bittikten sonra siz şunu kurguluyorsunuz: Ben aslında şimdi bana ne söylemek istedi? Ne yapmalıydım ki? Ne oldu? Bir aksiyon… Yani şöyle düşünebilirsiniz her filmin başında giriş bölümünde bir karışıklık vardır. Sonra bu karışıklık gittikçe artar. Yan karakterler onunla desteklenir. Çatışma unsurları oluşur. Sonra siz büyük bir heyecanla işin sonucunu beklersiniz ama bu kitapta bu heyecan yok. Aslında bu kitapta bu heyecanın olmaması belki yazarın kendi dünyasında yaşamış olduğu şeylerle de örtüşebiliyor ama kitabın bizim ilgimizi çeken en önemli taraflarından bir tanesi çalışma hayatından vazgeçmiş ya da hiç çalışmasam da olur diyen bir genç adamın babasının kendisini göstermiş olduğu çok acayip yerlerdeki toleransı çok tatlı bir dille bize anlatıyor olması bu kitabı incelemeye değer kılıyor. Gerçekten bir baba böyle mi olmalı? Bir genç böyle mi olmalı diye bir soru işareti kafamızda oluşuyor. Hep söylediğimiz bir şey var: Siz burada şeyleri okuduğunuz zaman böyle olacaksınız anlamına gelmez ancak böyle olmaya meylettiğiniz yerde bu denli dünyaca ünlü yazarların yazmış olduğu sözcükleri okurken kendi bilginizi, kendi tecrübenizi ya da kendi düşüncenizi desteklediği için evet ya ben de böyle düşünüyorum diyerek daha büyük bir motivasyonla harekete geçmeye başlarsınız. İşte satır araları konuyu bilmeyenler açısından bu kadar değerli ve mühim oluyor bizim için. Zeze’nin şu cümlesiyle başlayalım isterseniz: “Hay tanrı matematik. En zayıf noktamdı bu. Bütün aldığım cezaların nedeniyle sinemayı kaçırmamın, futbol maçına sokulmayışımın nedeniydi.” dediğinde matematikten uzaklaşan bir genç adamın veya bir lise talebesinin doğal olarak “Ya ben de tam böyle” deyip Zeze’ye şimdi kendisini örtüştürmeye başlayacak. Ve kendisini Zeze’yle beraber seyretmeye başlayacak. Bu ister istemez hepimizde olan bir süreçtir. Kendinden bir şeyler bulmak. Kendinden bir şeyler bulduğunuz Zeze’nin kendini anlattığı alanlardan bir tanesine bakalım şimdi. “Aslında benim yüzmekten başka düşündüğüm bir şey yoktu. Yüzmek, güneşlenmek ve özgür olmak. Kuşkusuz o benim doktor olup, muayeneye devam ettireceğimi düşünüyordu.” derken babasından bahsediyor. Doktordur babası çünkü. “Ben, doktor he. Başkalarından hastalık kapmak, yaraları ellemek, pis kokular duymak. Marista pederler de benim dinsel eğilimlerim olduğunu sanıyorlardı. Hiç ilgisi yoktu. Ayinler benim için gittikçe daha sıkıcı, tekdüze, birbirinin eşiği anlamsız olup çıkıyordu. Tıpkı emilmekten hiç tadı kalmamış bir şeker kamışı parçası gibi.” Dikkat! Babam diyor benden doktor olmamı ister ama ben doktor olmak istemiyorum. Ailem beni bir dindar olmam, dini öğrenmem için bir pederin yönetimindeki bir okula, bir kiliseye gönderdi ama benim din adamı olmakla hiç alakam yok. Hatta o kadar alakam yok ki bu eğitim biçimi tıpkı emilmekten tadı kalmamış bir şeker kamışı gibi. Şeker nedir? Dindir. Dinin bir ihtiyaç oluşudur. Dini kullanırsın kullanırsın, bir süre sonra bayar çünkü dünya lezzetlerinden seni uzaklaştırırın biraz daha edebi ifadesi efendim. “Hiçbir şey düşünmedim. Düşünmek istediğimde yok.” Sözüyle beraber Zeze’nin aslında düşünmeden yaşamanın da mümkün olduğunu anlatır. Bugün bütün gençlerin düşünmeden yaşamak istiyorum. Düşünmekten çok yoruldum demesine atıfta bulunabileceğimiz bir alan. Yanlış anlamayın. 1920’lerde yine gündem edilmiş bir kitap. “Ben hiçbir şey olmak istemiyorum. Ben de serseri ruhu var. Beni sevmek isteyen olduğum gibi kabul eder.” dediğinde artık genç bir arkadaşımı çoktan kazanmıştır Zeze’nin eliyle yazar. “Ama sevimsiz bir okula para ödemek, okulda gözetmenlik yapmak zorunda olmak, özel ders vermek, işçi eğitimi merkezlerinde okumak, öğretmek çok aptalcaydı.” derken eğitim aşamalarının mutlak surette bir sonuca varması gerektiğini, sonuca varmayacak eğitimlerin en azından kendi nefsi için sonuca varmayacak eğitimlerin insana bir şey katmayacağını ifade eder. “Derin derin iç geçirerek burnumu siliyor, kendimi dünyanın en talihsiz insanı gibi hissediyordum.” diyor bu süreç için Zeze. Aynı bugünün gençleri gibi. “Gerçekten umutsuzdum. Yaşım 20’ye yaklaşmıştı ve hiçbir işe yaramıyordum. Ölsem daha iyiydi.” derken bir yandan da kendi vicdanını tatmin yolculuğuna nasıl çıkabileceğini düşler ama kitabın hiçbir yerinde bunun için bir çaba sarf ettiğini görmeyiz. “O anda keşfettiğim şeyi düşündüm. Hasta olduğumda babam bana ilgi gösteriyordu.” diyen Zeze, babasıyla arasındaki iletişim metaforu olarak kullanmış olduğu bu hastalanma sürecinin aslında ilgi beklediği insanlara karşı nasıl kullanılabileceğini ifade ederken bir diğer taraftan bir rol ve öğrenim biçimini bize sunar. “Olanlar yine gözümün önünden geçiyordu. Hayatta mutluluk veren bir şeyle her karşılaşıldığında insanın içinde yeniden doğan o sevinçle girmiştim okula.” diyor. Ama sevinçle devam etmediğini de sonradan ifade ediyor. Yani siz de umutlarla giderseniz okula, çok umutlu olmayın diyor. “Birdenbire onu deli edecek bir şey geldi aklıma. Kendimi tiyatroya vereceğim. Rio’ya gideceğim. Sinema artisti olacağım.” diyerek babasını sinirlendireceğini düşünür ve her insanın bu uçuk kaçık fikirlerle ailesinin karşısına çıkması nedenli doğal bir şey olduğunu söyler. Yani hiç aklı başında bir çocuk olma gerekliliğinden bahsetmez yazar. Zaten gençlik böyle geçmelidir der. Sonra bir eliminasyon. Eh işte bakalım bir şeyler çıkarsa ne ala kafasındadır. “Uzaklarda bir çiftlikte ölecektim.” diyerek hayalini perçinlemeye çalışır ama aslında hayali bu değil tabii ki. Çok daha zengin ve kolay yoldan bir imkana kavuşmak ama ne yazık ki onu da görmeyiz kitapta. “Kimseyi rahatsız etmeden, hiç kimseyi tek başıma. İşte bu kadar. Bu korkunç hayattan kurtulacaktım.” Niye? Çünkü hayat bir sorumluluktur. Genç arkadaşımız Zeze ise bu sorumlulukların hiçbirini hayatında istemez görmeyi. Silvia diye bir genç kızdan bahseder. İşin acıtıcı taraflarından biridir. Silvia denilen genç kızla yakınlaşmak ister ama Silvia’nın bir erkek arkadaşı daha vardır ve enteresan taraflardan biri şu Zeze kızın sevgilisi varken o kızla beraber olabilmenin mücadelesini verip bazı yerlerde de başardığına dair izleri okuyor oluruz. Dolayısıyla bir adam kandırmanın çok da kötü bir şey olmadığını, emelleriniz uğrunda yeri gelip sevdiğiniz arkadaş eş dostlarına karşı yapacağınız şeylerin sizin hayatınızda bir parça olabileceğini “Sakın pişman olmayın.” şeklinde verir bize. Hani bugünlerde çok meşhur bir şey var ya adama soruyorlar: Hayatta pişman olduğunuz bir şey var mı? Herkes cevap veriyor. “Bugüne kadar hayatımda pişman olduğum hiçbir şey yapmadım.” Bu çok ulu bir cümle. Yani affedersiniz ama tarihe geri gidip Sahabe’den bir tanesi deseydi ki “Efendim bize pişman olduğunuz bir şey anlatabilir misiniz? O da bize derdi ki; ne bir, sana bin tane on bin tane anlatabilirim.” Teşbihte hata olmasın. Böyle cevap verirdi bize. Çünkü insan olmanın getirisi olan günah işleyebilme kapasitesi ve kabiliyeti insana takdir edilmiştir. Buna nazaran yaptığım hiçbir şeyden pişmanlık duymadım demek iste bu ayıbın içinde karşımıza çıkar. “Silvia daha açık davrandı. Ne istiyordum? Gençliğin verdiği iyimserlik ve güven duygusu durumu kurtarıyordu. Sana kur yapmaya geldim.” Silvia gürültülü bir kahkaha atarak kapıya doğru işaret etti. “Ama benim sevgilim var.” Ve cevap verdi Zeze: “Bunun ne önemi var. Onunla ilgiyi kesersin.” “Ben onu seviyorum.” dedi Silvia. “Bu çok saçma. Ta şeyden beri bana cilve yapmıyor muydu?” “Paskalya yüzünden kiliseyle ilgili olan ve kesinlikle hoşuma gitmeyen pek çok şey yüzünden belki de çocukluğumdan beri okulda her gün ayine katılmak ve bu yüzden erken kalkmak zorunda olduğum için aç karınla bir yandan dua ederken bir yandan da sonradan içeceğim kahveyi iştahla düşündüm. Bir de pederin hep kızdığı günah çıkarmalar. Çünkü üç aşağı beş yukarı aynı günahlar yenileniyordu. Aman tanrım insanı aptala çeviriyorlardı.” derken evet kilise metaforu içerisinde insanın günah çıkarması çok saçma bir şey olduğu doğru ama bu saçmalığı bizim için okuyan bizim tarafta okuyan bir gencin böyle anlamasından şüpheliyiz. “Kızı buldun mu?” diye soru sorar babası bu sefer Zeze’ye. “Babam ne tatlıydı. Onu nasıl seviyordum.” diye çünkü kız arkadaşından konuşmaya başladı. İşte burada garip bir baba figürüyle karşılaşıyoruz. Belki her gencin benim babam da böyle olabilir mi acaba diyeceği bir alana doğru yavaş yavaş uzanıyoruz. “Babam ne tatlıydı. Onu nasıl seviyordum. Evet onu buldum başka bir sevgilisi varmış ama onu bırakacak. Onunla evleneceğim. Dur bakalım.” dedi babası “Sakin ol. Neden hep böyle yapıyorsun oğlum? Ya çok hüzünlüsün ya da aşırı neşeli. Sizler bana her zaman ya sekiz ya da seksen sekiz olduğumu söylemiyor musunuz?” diyerek babasına cevap veren Zeze, babasından bekleyeceği o olumlu sinyali almıştı ve bugünün çocuğuna şunu söylüyordu: Sizin de böyle bir babanız olsun istemez misiniz? “Babam bir başka türlü bakar olmuştu bana. Son derece sevecendi. Bazen gözlerimi kaldırıyor, onun en küçük hareketimi izlemekte olan gözleriyle karşılaşıyordum.” diyerek kendisini gözetleyen babası eğer kendisinin yanında durmaya devam ediyorsa onun için bir babanın varlığı güzel olabilirdi. Annesini ise şöyle tarif eder Zeze: “Annem kolumdan yakalayarak tuttu beni. Yerime oturdum. Günün birinde o salağa dersini verecektim.” diye kardeşinden bahsediyor burada. “Natal de herkesin ahlaksızlıklarından söz ediyor.” diyen annesini bu sefer yerin dibine sokar. Yani ona yanlışını söyleyen kötü, doğrusunu söyleyen, yanlışını doğru olarak kabul eden, onun sırtını sıvazlayan baba ise burada iyi bir pozisyona geçirilir. Dolayısıyla bir erkek çocuğun en az bir erkek tarafından anlaşılabileceği bu yüzden babaların da erkek oğullarına böyle davranması gerektiği söylenerek kötü olanın desteklenerek düzeltilebileceği inancı oturtulur. Hatta bunu bir baba adayının okuduğunu düşünsenize. Tam da çocuğuyla böyle bir iletişim kurması gerekliliği zaten medyada sürekli pompalanırken onun için böylesine bir yazar destekleyici bir faaliyete yardımcı olmuş olacaktır. “Nicedir durup sana bakıyorum. Tek bir insanın içinde bunca hayat, bunca huzursuzluk mümkün değil. Natar küçük bir kent. Oysa sendeki bu tutkuya kocaman bir dünya gerek.” derken onun bu tutkular peşinde koşması gerekliliğine imkan tanınır. Herkes tutkusu için varlığının mümkün olduğunu beyan eder. Dolayısıyla insana tutkular dünyasının kapısı aralanmıştır ve hepimiz o tutkularla gerçekten umuda yolculuk edebilecek insanlar olduğumuzu ve dünya hayatında çok kafa takmama gereğimiz öğretilmiş olur. “Hiç kimse ve hiçbir şey umurumda değildi. En olmayacak şey vakit kaybetmekti.” diyerek zaman kazancının eğlenmeye harcanacak olan dilim olarak anlatır bize. “Neden herkes burnunu sokup can sıkıyordu sanki? Ne de olsa çocuk değildik biz. 17 yaşında bir kadınlar 20 yaşında koskoca bir erkek. Orta çağda doğmuş olsak daha iyiydi. Romeo ile Juliet biri 18 biri 14 yaşındaydılar. Tanrı kahretsin.” derken Zeze, babasının hoşnutsuzluğu olabilme ihtimaline karşılık insanın hayatında seçeceği kadınların illaki kendi yaşında olması gerekliliğinden bahsedemeyeceğini ifade eder. “Elimi tutarken uyuya kalıyor, parmaklarının aralanmasıyla elim kayıp düşüyordu. Garip bir bencillikle keşke hep hasta olsa diyordum babası için. Ama tabii ciddi bir şey olmasını da istemiyordum.” dediğinde hastalanan babasıyla yapacağı görüşmeye doğru adım adım gidiyoruz. Ve hatta bu sefer babasından oğluna bir tavsiye beklerken acayip bir sonla bitiyor ki orada bu kitabın da hani böyle dikkat ediniz kitaplardan olduğunu anlıyoruz. Hoş, önermesi olmaması sebebiyle edebi tarafının kuvvetini de henüz anlamış değiliz. “Eliyle yatağa vurarak oturmamı işaret etti.” Kim? Babası. “Daha iyi misin baba? Tanrı duyup da nazar değdirmesin diye öyle alçak sesle sormuştum ki.” Kim nazar değdirmeyecekmiş tekrar edelim. Tanrı duyup da nazar değdirmesin diye. Yani tanrı kıskançmış. Yani tanrı aslında insanların mutlu yaşamasını istemeyen bir varlıkmış. Zeze arada derede bunu da çözmüş. Bu ince cümleyle kazımış bir yerlere. “Ne diyeceğimi kimse bilemezdi ki. Sadece tanrı bilirdi.” diyerek hala varlığına iman ettiğini iddia eden Zeze “İşte sorun da buydu ya.” der ve devam eder. “Mademki sadece tanrı biliyordu, neden hemen oracıkta konuşmuyordum onunla. Vicdanım beni itiyordu. Sorun şu ki sen kiliseye gidip onunla konuşmaya söz vermiştin.” diyerek tanrının kilisede konuştuğunu ama ona asla ulaşamayacağının bilgisini çocuk bilinciyle ve o bilincin içindeki değere atfetmiş olur. Efendim yine sonlara doğru giderken şu cümle “Burada meydanda tek başına ne yapıyorsun?” diye kız arkadaşıyla karşılaşır ve kız şöyle der: “Ben özgür bir kadınım öyle değil mi?” Saçları kıvır kıvırdı. “Saçların düz daha hoşuma gidiyordu.” der Zeze. “Sahi mi? Değişiklik olsun diye kayıtsızlığı içime işliyordu.” derken bir kadının özgürlüğünün saçlarının savrulmasında var olan basit bir şeyle figürleştirir ve öyle öğretir bize. Çünkü bu yaşanılan coğrafyada genel itibariyle özgürlükler örtünmeyle özgürlüğün elinden aldığı düşüncesini sürekli öğretilmeye çalışıldığı bir alandır ne yazık ki. “Dudaklarımız dahasını istiyor.” diyerek o sürece giriyor. Daha da fazlasını daha da daha da. Baba, anne, yıldız, dünya, evren, yeryüzü, insanlar, tanrı bizim için artık hiçbiri yoktu diyor. Bir kadınla yaşamış olduğu bir anda her şeyi unutabilecek bir noktaya geldiğini anlatan Zeze yine satır arasında bize acı bir ateizmi tatlı bir dille tam da cinsellik arasında sokuşturuveriyor. “Ben erkeğim. Sonuçlarına katlanmalıyım. Şimdi çekip gitmezsem evde hep o anlaşmazlıklar olacak. Teslim olma Ze.” diyerek babasından izin isteyen Ze’yi anlatır. “Ne kadar gerekiyor?” diye sorar babası. “Yaklaşık 200 bin.” Elini göleğin altına sokup bir tomar kağıt para çıkardı. Ağır ağır saymaya koyuldu dediğimde Zeze’ye destek olan babasının artık onun dünya hayatında istediği tutkulara koşmasına yardım eder hem de hasta yatağında. Hem de ona hiçbir doktrin, hiçbir öğüt vermeden. Hiçbir doktrine dayalı hiçbir öğüt vermeden. Sonuna geldik efendim. Şu cümlelerle bitiriyorum meseleyi. Sondaki cümle acayip zaten. “Dünyanın kapılarını açıyordu bana ve ben korkuyordum ne yalan söyleyeyim. Korku içindeydim. Dünya öyle büyüktü ki. İnsanoğlunun girebileceği en büyük en keder dolu yerdi.” Evet nefsimiz için keder değil ama ruh için keder olduğu söylenebilir. “Vücudumun ağırlığını hissetmeden indim merdivenleri. Ateşle yazılmış o sözcükler ruhumu dağlıyordu.” Bakalım neymiş ruhunu dağlayan sözcükler. Bizim de ruhumuzu bir anda titretebilecek mi diye bakıyoruz. Cevabı geliyor: “Coğrafya, tembellere ve serserilere özgü bir derstir.” Kitap böyle bitiyor. Siz de ne alaka diyorsunuz. El cevap; coğrafya kaderdir diye çok konuşulan bir cümle vardır. Kader, tembellere ve serserilere özgü bir derstir diyerek kaderinize boyun eğmeyin. Tembellik yapmayın. Serserilik de yapmayın. Size özgü bir ders olarak bunu kabul etmeyin. Aslında kader sizin elinizdedir. Bak ben babamı kandırdım. Babamı istediğim yola getirdim. Bir erkek arkadaşı olan kızı kandırdım. Onunla yapmak istediğim her şeyi yapmayı başardım. Annem benimle çok uğraştı. Kendince beni adam etmek istedi ama onu da rayından çıkardım. Kız kardeşim bana bir şeyle öğretmek için belki beni itekledi ama onun da gıcıklığını size anlattım der ve yazar bize der ki kader senin elinde, ister çal ister oyna. Hakikat, dünya bir oyun ve eğlenceden ibarettir diyen Kuran’ı Azimuşşan hakikatine nazaran ve rağmen dünya hayatının güzelliğini anlatırcasına bize ateizmi ince ince kokularla öğreten Deli Fişek kitabında böylece izah etmeye gayret ettik. Efendim, neyi okuduğunuzu, nasıl okuduğunuzu bilerek okuyorsanız okuduklarınızdan bazı şeyleri öğrenmeniz mümkündür. Ama bunun için en başta öğrenmeniz gerekenleri öğrenmeniz gerekir.
Delifişek
DelifişekJosé Mauro de Vasconcelos · Can Yayınları · 202127,3bin okunma
··1 alıntı·
498 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.