Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

330 syf.
8/10 puan verdi
·
25 saatte okudu
#spoilers# Eğer aşık olmaktan korkan bir insansanız, kesinlikle bu kitabı tavsiye etmem. Bu kitabı aslında kadın cinayetlerinin yeniden gündeme geldiği şu günlerde okumam da ayrı bir tesadüf oldu. Gerçi bu Türkiye'de sürekli gündemde olan bir sorun, ama tam olarak 2-3 gün önce gündemde olması ve reddedilen bir erkek tarafından işlenmiş bir cinayetin hemen üzerine bu kitap gerçekten uygun oldu. (Ve belki de bir kat daha korkutucu, özellikle bir kadın için.) Öncelikle kitabın kapağı ile ilgili çok sık gördüğüm bir yanlış bilgiyi düzeltmek istiyorum. Belçikalı ressam René Magritte tarafından yapılmış Aşıklar isimli tablo. Ressamın 1912 yılında annesi Sambre Nehri'ne atlayarak intihar etti. Magritte, annesinin sudan çıkartılışına şahit oldu. Annesinin cesedinin suyun üzerinde yüzüşünün, elbisesinin kafasını örtmesinin, ressamın 1927-1928 yıllarında çizdiği Les Amants (Aşıklar) serisine ilham kaynağı olduğu söylendi. (Bu seride toplam 4 eser var.) Fakat Magritte bu açıklamadan hiç hoşlanmadı. Çizimleri ile annesinin ölümü arasında herhangi bir bağ olmadığını söyledi. “Benim resmim hiçbir şeyi gizlemeyen görünür görüntülerdir” diye yazdı, “gizemi çağrıştırıyorlar ve gerçekten biri resimlerimden birini gördüğünde, kişi kendisine bu basit soruyu soruyor,“ Bu ne anlama geliyor? ” Hiçbir şey ifade etmiyor, çünkü gizem de hiçbir şey ifade etmiyor, bilinemez. ” Kendisi sürrealist bir ressam ve bu tablosu da bunu yansıtmakta. Gizem, maskelerin altında gizlenme, bilinemezlik. Görünenin altında aramamız gereken, gizlenmiş olan gerçeklik. Hikaye ile fazlasıyla uyumlu bir şekilde bu örtü, aşkın insan gözüne örttüğü perde de olabilir. Aynı şekilde bu beyaz örtülü aşk, bir kavuşamamışlık, bir imkansızlığı da simgeliyor. Yani diyebilirim ki, bu kitap için daha güzel bir kapak seçilemezdi. Hatta sanki kitap, bu kitabın yorumlanmasının hikayeleştirilmiş hali gibi. İlk okuduğum Livaneli kitabı Mutluluk'tu ve çok net bir şekilde bu kitaptan kat kat iyi olduğunu söyleyebilirim. Her 5 sayfasında bir durup düşündüren bir kitaptan, sırf sonunu merak ettiğim için kısa bir sürede, pek de üzerinde düşünecek derin bir konu bulamadan, bitirdiğim bir kitaba geçmek kalitede bir düşüş hissi yaşattı. Aşkın en tehlikeli duygu olduğu ve unutmanın insan için en iyi olduğu argümanlarından yola çıkılarak oluşturulan bir hikaye. Belki de ben de aynı düşünceye sahip olduğum ve böyle hissetmekten hoşlanmadığım için beni rahatsız etti, sonuçta kendimizde sevmediğimiz şeyleri başkalarında eleştiririz. Kitaba gelecek olursam. Emekli olduktan sonra bir Karadeniz sahil kasabasına taşınan Ahmet Arslan, kimseye dokunmamakta, hiçbir duygu hissetmemekte, sakin ve sessiz bir hayat sürmektedir. Kitapların her yeri kapladığı bir yerde tek başına yaşar. Ahmet'in de tanıdığı Arzu'nun öldürülmesi ile tanıştığı gazeteci kıza hayatını ve kardeşinin hayat hikayesini anlatmaya başlar. Anne ve babası 10 yaşındayken bir trafik kazasında ölür, ikiz kardeşi ve kendisi hayatta kalır. Ahmet kardeşinin hikayesini ilk kez birine anlatmaktadır, aynı zamanda da bir deftere kitap şeklinde yazdığı bu hikayeyi kıza anlatma sebebi, kızı yanında daha uzun süre tutmaktır. Çünkü kızın çok meraklı biri olduğu çok açıktır. Gazeteci kız gerçekçi yansıtılmış, genç, hırslı, meraklı ve idealist bir gazeteci. Fakat karakterin kitaptaki tüm kadınları bir şekilde objeleştirmiş, göğüslerine, gençlik/güzelliklerine ve çekici tavırlarına odaklanmış olmasını rahatsız edici buldum. 50 küsür yaşındaki bir adamın yeni mezun olmuş bir kıza daha babacan bir yaklaşımda bulunmasını beklerdim, tabii ülkemizdeki "babacan tavır" anlayışı aslında kitaptaki gibi olabilir. Ahmet çok fazla kitap okuyarak insanları ve duyguları anlamaya çalışıyor, kitabın belli başlı yerlerinde kendi kendine Sherlockçuluk oynaması bana biraz komik geldi. Ama çok fazla kitap okuyan bir insana göre fazla sığ kalmış, "Sevgiliniz olsa, durmadan arardı sizi. Belki de buraya gelmeye kalkardı." gibi cümleler kuruyor. Bir kadınla beraber uyumayı ayrıcalık sayıp "Daha önce bu ayrıcalığı yaşamış bir erkek var mıydı yok muydu bilemiyordum." diye anlamsız bir merak içerisine giriyor. Varsa vardı, yoksa yoktu, bu neden önemli? Eşini aldatan karakterinin isminin "Arzu" olması da fazla klişe. Kitapta beni en çok düşündüren "gerçek aşk" üzerine düşüncelerdi. Bu konuda İspanyol bir arkadaşımla da çok konuşmuştuk, ve bu kitaptaki bir karakter gibi o da gerçek aşk ile sahiplenme duygularının farklı olduğunu, sahiplenen insanın kıskandığını fakat gerçekten aşık olan insanın sevdiğinin mutluluğundan başka bir şey istemediğini söylemişti. Onu başka birinin mutlu etmesi bile seven insanı rahatsız etmemeliydi. Bu benim için kabul edilebilir bir düşünce değil, hatta aptallık. Kitapta "karasevda" diye adlandırılan, gözü kör eden, ve aslında kıskanmadığı için değil, sırf o kişiyi kaybetmek istemediği için o diğer adamlara/kadınlara göz yumulan bir çeşit saplantı durumu. Tabii bu benim kişisel görüşüm. Ahmet hayatının bu döneminde determinist bir felsefe benimsemiş, insanları hormonlarının emrinde birer robot gibi görüyor. Aslında duyguları ve egosu olmadan bir robot gibi olan kendisi. Genç kadına hipofiz bezi tarafından kontol edildiğini, çocuk yapabilmek için en uygun erkeği aramakta olduğunu, yine Sherlockvari bir çıkarım ile söylüyor.Kız bebek istiyormuş, ama asıl isteyen hormonlarıymış. Gazeteci kızımız da "Herkes çocuk sahibi olmak ister." diyerek, katılmadığım bir genelleme yapıyor. Ahmet gerçek hayatla kurguyu birbirine karıştırmış, kitapların aslında gerçek hayatı yansıttığını ve gerçek hayatın da aslında kurmaca olduğunu savunuyor. Aslında buralar hikayenin ileri kısımları için çok zekice eklenmiş detaylar, Ahmet'in bilinçdışına ittiği bazı travmatik olayların kendilerini gösterme çabası. [ Özellikle de ikizi Mehmet'in "Adın iyi ki Ahmet, Mehmet olsa kötü olurdu." dediği kısım bu durumun doruk noktası. Çünkü aslında Ahmet yok, sadece Mehmet var. Ve bana öyle geliyor ki Mehmet'in hikayeyi anlatmaktaki amacı gazeteci kızı yanında tutmaktan çok, senelerce baskılayıp "unuttuğu" benliğini ortaya çıkarmak. Freud der ki, insan bir şeyi ne kadar unutmak istersek o şeyi o kadar çok düşünür. Zaten kitap olduça Freudcu bir travmatik olayları baskılama hikayesi. Mehmet yaşadığı büyük aşk acısının ardından, başına aldığı bir darbe ve yoğun duyguların oluşturduğu travmanın sonucu, kendisinden tamamen soyutlanmış, acısını hafiflemenin tek yolu olarak "kendisini unutmuş" ve kardeşinin kimliğine bürünmüş. Kendisine yabancılaşmış ve egosundan, duygularından arınmış. Çok güçlü bir kendini koruma mekanizması bu. Ve gazeteci kız tarafından, masallardaki gibi öpülüp duyguları açığa çıkana kadar da bu şeklide devam ediyor. Arzu'nun gerçek katili hakkında kitapta neredeyse hiçbir ipucu geçmiyor. Genelde bu tarz kitaplarda "Tabii ya! Ben nasıl göremedim?" der insan. Ama bu kitapta diyemiyorsunuz, çünkü bir şekilde anlamanıza imkan yok. [ Eve temizliğe gelen kadının zihinsel engelli oğlu öldürmüş. Arzu çok açık giyiniyormuş, çok cilveliymiş, kendisini aldattığını düşünerek öldürmüş. "Aşk cinayetleri." temasına uygun bir durum evet, ama insanda bir "Ne alakası var?" tepkisi uyandırıyor. Zaten ilk suçlanan kadın da, Arzu'nun kocası Ali'ye aşık olduğu için böyle bir cinayeti işlediği düşünülmüştü. Muharrem'e bağlayan tek ince ayrıntı, Arzu'nun kolyesinin Ahmet'in tanımadığı herkese havlayan köpeği Kerberos'un kulübesinde gömülü çıkması. Aslında o andan itibaren 3 şüpheli oluyor, Ahmet/Mehmet, Hatice Hanım ve oğlu. (hide spoiler)] Başta da dediğim gibi, aşktan ve kendini kaybetmekten korkan biriyseniz gerçekten bu korkunuzu sadece arttırmakla kalacak, karanlık bir hikaye. Neden sadece otçul hayvanları yiyip etçil hayvanları yemediğimiz konusu gerçekten ilginç, bunun üzerine daha önce hiç düşünmemiştim. Ama dini bir yanı olduğunu biliyorum. 228inci sayfa beni gerçekten etkiledi. Yeni neslin iPad bağımlılığı (burda bir marka da sıkıştırılmış araya) ve kitaplara ilgisizliği de eleştirilmiş. Buna da tamamen katılıyorum. Kardeşinin hikayesine gelince [ tabii aslında yabancılaşmış olduğu kendi hikayesi, çökmekte olan Sovyetler Birliği'nde bir inşaatta mühendis olarak çalışıyor. Orada bir pazarda gördüğü Olga adındaki (daha klişe bir isim hayal edemiyorum) bir kıza kör kütük aşık olması ile başlıyor her şey. (hide spoiler)] Açıkcası erkeklerdeki bu "ilk görüşte aşk" kavramını çok anlamsız buluyor, ve bir Civan Canova alıntısıyla hislerimi açıklıyorum: "Hoşumuza giden bir bedenin içine hayalimizdeki ruhu yerleştirir, adına da aşk deriz bu saçmalığın." Bu arada ben bu alıntı Shakespeare'e ait sanıyordum, hatta bu isimde bir kitap bile var Shakespeare ile ilgili Destek Yayınları'ndan çıkan. Neyse, konuya dönecek olursak, daha tek kelime etmiş olmadığı, nasıl biri olduğunu bilmediği insana aşık olamaz insan, bunun adı olsa olsa "takıntı" yada "saplantı" olabilir. Aslında çoğu acının kaynağı da budur. Nereden bileceksiniz, belki tanısanız sevmeyeceksiniz? Gerçi o zaman da şu soru doğuyor, "İnsan sevmediği birine aşık olabilir mi?" Kız melek gibi bir kızmış, güzel demek az kalırmış, kelimelerle güzelliği anlatılamazmış betimlenemezmiş. Mehmet kızla iletişim kurmak için maaşının yarısını (ve o dönemin çöken Sovyetlerinde çok iyi bir para) Ludmilla isimli bir çevirmene vererek kızla konuşmaya, buluşmaya başlar. Ludmilla için hava hoş, çok iyi para kazanıyor. Derken bir gün bir otele gidiyorlar, Mehmet Ludmilla için bir, kendisi ile Olga için de ayrı bir oda tutuyor, üstelik KIZA HİÇ SORMADAN. Kız da sarhoş, gidiyor odaya. Kızın adamı sevip sevmediği kitap boyunca hiç netlik kazanmıyor, ama o gece yakınlaştıklarında kız kriz geçiriyor, ve Ludmilla'ya psikolojik hasta olduğunu, Mehmet'le olamayacağını söylüyor. Ama Ludmilla bunu çevirmiyor, çünkü her şeyden memnun, parasını kaybetmek istemiyor. Kitapta kadınlar genel olarak nankör, cilveli, güvenilmez, fazla meraklı, boş konuşan, dengesiz, çocuksu, kıskanç, bencil ve çıkarcı olarak yansıtılmış. Erkekler ise bu kadınların etrafında pervane oluyor, hayattaki tek amaçları bir kadın elde etmek. Psikolojik ve felsefi açıdan bu kadar derin bir kitabın yan karakterlerinin bu kadar sığ olması şaşırtıcı. [ Ardından en beklenmedik olay yaşanıyor, burda gerçekten çok şaşırdım, Ludmilla da Olga'ya aşık oluyor! Bu aslında yine aşktan ne anladığınıza göre değişir, ama bu kitabın genel retoriğine uygun bir şekilde bu da aslında bir saplantı. Anne şefkati ile sahiplik arası bir yerde duruyor. Cinsel bir yönü yok, hatta Mehmet ona lezbiyen olup olmadığını sorduğunda "Umarım bu anlattıklarımı basit bir cinsellikle karıştırmıyorsundur." diyor. İkisinin de tek isteği Olga'ya sahip olan tek kişi olmak. Olga'nın ne istediği konusunda tek bir satır bile yok. Buradan da anlıyoruz ki, hissettikleri şey aşk değil. Bencilce bir takıntı, sahiplik. Zavallı Olga da arada kalmış, şizofreni tedavisi için Ludmilla'nın onu hastaneye yatırmasını bekliyor. Olga'ya şefkat gösterme yarışına girdiklerinde Ludmilla hiçbir erkeğin kendisinin gösterebileceği şefkati Olga'ya gösteremeyeceğini iddia ediyor. Tabii ki bu sadece kendi bencilliğinin bir yansıması, cinsiyeti ile hiçbir ilgisi yok. Ama Olga'nın onu dudaklarından öpmesi, acaba Olga'nın istediği bu mu? düşüncesi uyandırıyor. Ludmilla Sovyetler Birliği'ne Mehmet'i başka biri gibi şikayet ediyor ve 1 seneden fazla süre tek başına bir hücrede kalmasına sebep oluyor. Mehmet çıktığında ondan intikam almak bile istemiyor, tek isteği Olga'yı alıp gitmek. İnanılır gibi değil, insan böyle bir aşktan nasıl korkmasın? Mehmet 10 yaşında tüm ailesini kaybetmenin, 1 seneden uzun süre tuvaleti bile olmayan bir hücrede tek başına yaşamanın, sevdiği kadına asla kavuşamayacak olmanın ve kafasına gelen at tekmesinin travmaları ile birlikte "Ahmet" oluyor. Duyguları, egosu olmayan, kimseye dokunmayan (Sevgili adını verdiği sarılma makinesi hariç), kendini kitaplara gömmüş, bedeninden önce ruhu ölmüş bir adam. En sonunda da kızın öpücüğü ile her şeyi anlıyor, savcıya katilin kim olduğunu şifreli bir şekilde anlattığı mektubunu yazıp, "Sevgili"yi kullanarak kendini öldürüyor. Mutsuz sonlu kitapları da sevmem, gerçekten iç karartıcı. Sevdiğim, biraz nihilizm ve determinizm esintileri olan bir kaç alıntı ile bitiriyorum. İnsanın biyolojik fonksiyonlarına aşırı bir anlam yükleme çabası içindeyiz. Çünkü hiçlik zor geliyor. Belki de edebiyatçılık anlatmaktan çok, bir anlama uğraşına dayanıyordu.
Kardeşimin Hikayesi
Kardeşimin HikayesiZülfü Livaneli · Doğan Kitap · 2019105,1bin okunma
·
213 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.