Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

"Ört beni, üşüyorum. Ört beni. Ört beni. Üşüyorum." Üzerine yorganlar, battaniyeler yığıyordu kız. "Yaralarınız mı acıyor, parmaklarınız mı sızlıyor beyim, uzatın bana, ovayım ayaklarınızı. Canınız yanıyorsa Mahir Bey'in verdiği damladan içireyim." "Yaralarım değil Mehpare, yüreğim sızlıyor. Anlayamıyorsun ne yazık ki. Çünkü bilmiyorsun. Tasavvur edemiyorsun." "Anlatın o halde. Ben de sizinle birlikte acı çekeyim. Beyim, anlatın ki içinizden çıksın o hatıralar, benim olsunlar. Ben üzüleyim. Ben üşüyeyim." "Ne kadar anlatsam, yüreğimdeki yarayı göremezsin. İsyanımı anlayamazsın. Arkadaşlarımın donarak öldüğü, aç kurtlara ve Ermeni çetelere yem olduğu o seferden beri, beni acıtan bambaşka bir şeydir Mehpare. Vatan için donaydık, vatan için öleydik gam yemeyecektim. Bizler o karlı dağlara niçin tırmandık, bilir misin? Ruslarla savaşan Almanların hatırı için. Rus kuvvetleri peşimize düşürelim de, Alman askerleri rahatlasın diye, bir Şark cephesi açması için baskı yapıldı Osmanlı'ya. Enver delisi sürdü bizleri beyaz cehenneme, doksan bin genç adamı, gözünü kırpmadan sürdü dağlara. Arap çöllerinden gelenler üzerinde incecik kumaştan üniformalarla, bizler ayağımızda kösele postallarla, karın üzerinde günlerce yürüdük. Rüzgârda buzdan kalıplara dönmüş kaputlarımızın içinde, kollarımızı kıpırdatamıyorduk. Buz tabutlara konmuş gibiydik. Eldivenlerin içinde parmaklarımız önce üşüdü, sonra yandı acıdan, daha sonra hissizleşip dondu. Dövüşemeden, bir kurşun atamadan teker teker dondurdu bizi. Öldürdü bizi Enver." "Beyim... Beyim... Yapmayın. Ağlamayın. Allah öyle yazmış yazılarını ölenlerin. Sizin elinizden ne gelir ki. Unutun o günleri, o geceleri. Unutun gitsin!" "Kar önce kelebekler gibi yumuşacık uçuşarak üzerimize düşüyor, kaputlarımızın içine işliyordu. Sonra birden rüzgâr çıktı. Kaputların rüzgârda buz tuttuğu o gece var ya, o gece aklımdan çıksa düşüme girer, düşümden kaçsa düşünceme yerleşir. Paslı bıçak yarası gibi acıtır hâlâ hem etimi, hem de ruhumu soğuk. Ruhum kaldıysa eğer, ruhumdan bir parçacık kaldıysa ten kafesimde, titreşir, üşür, ürperir habire. O gün bugündür ben elimde cigaram hep soba kenarına tünerim yaz kış. Palandöken'de beni saklayan ailenin kulübesinde kalırken, maltızı söndürtmedim bahar geldiğinde, Mehpare. Ola ki bir gece içim titreyiverir, elim ayağım uyuşur, sırtım üşür de görüntüsü olsun içimi ısıtır, beyaz ölümü de ürkütür diye, kurdurduğum sobaları yaz kış kaldırtmadım yerlerinden, biliyor musun? O soğuk, soğuk, soğuk ve bembeyaz gecenin hatırasından kurtuluşum mümkün değil, Mehpare." "Unutun artık o geceyi beyim. Bakın evinizdesiniz işte. Sıcacık odanızdasınız. Kapayın gözlerinizi, dalın. Ben başınızda otururum sabaha kadar, soba sönerse canlandırırım, harlarım ateşi, üşümezsiniz. Uyuyun siz." "Dinle Mehpare, dinle. Bunları tek başıma taşıyamıyorum artık..." "Dinliyorum. Kulaklarım sizde, gönlüm sizde, aklım sizde beyim. Anlatın." "Soluk kesen rüzgâr karları yerden kaldırıp kaldırıp üzerimize savuruyor, ağzımıza, burnumuza, gözlerimize dolduruyordu. Isınmak için birbirimize yaslanmış, iç içe geçmiş, tek vücut olmuş, öyle yürüyorduk gecenin içinde. Açtık, hastaydık, bitliydik. Tifüs kırmıştı belimizi. Yine de hagayret, düşe kalka, dona döküle yürümeye çabalıyorduk karın üzerinde. Komutanımız kışlaya dönmemizi uygun görmüştü ama İstanbul'daki paşaya laf anlatamıyordu. Büyük yerden geliyordu emir. Durmayacaktık. Beklemeyecektik. Rus domuzunu arkadan çevirecek, pusuya düşürecektik. Üzerine bezler paçavralar sardığımız delik postalların içindeki ayaklarımızı hissetmeden yürüyorduk. Soğuktan aklını yitirenler vardı aramızda. Kimimiz kaçmak için ağaçların arasına dalıyordu, gücümüz yeterse koşup geri getiriyorduk onları ki, kaçak diye kurşuna dizilmesinler ya da kurda kuşa yem olmasınlar. Ağlıyorduk. Gözlerimizden dökülen yaşlar yanağımızda donuyordu. Yamaç yukarı tırmanırken nefesi büsbütün kesilenler, ara sıra yere çökerek soluklanmak istiyorlar ve yere çöktükleri anda uykuya bırakıyorlardı kendilerini. Onları zorla ayağa kaldırıyor, donmuş ellerimizle donmuş yüzlerini tokatlıyor, kollarına girerek karın üzerinde sürüklüyorduk. Kimi zaman da gücümüz yetmiyordu uyku ile ağırlaşan arkadaşlarımızı ayağa kaldırmaya. Bırakıyorduk yerde. Gövdeleri anında taze yağan karın altında yok oluyordu. Ölümse aramızda dolanıp alay ediyordu bizimle. Derler ki, can almaya gelirken, çeşitli kılıklarda zuhur edermiş Azrail. O aralık gecesi, Palandöken Dağları'nda, beyazlar giyinmiş gelin gibiydi ölüm. Hınzır ve arsız bir gelin gibiydi. Doymuyordu, doymak bilmiyordu. Gencecik erlerin hepsini birden istiyordu koynuna. Bizim alayda, hepimizi aldı da, ancak birkaçımız kurtulabildi elinden. Dimyatlı Musa Çavuş, Üzümdereli İsmail, Hacıların Hasso, bir de ben kurtabildik paçayı! Bizi neden almak istemedi, orasını bilemem. Hasso'nun donmuş ayaklarından hayır gelmedi bir daha. Diz altından kestiler bacaklarını. Musa Çavuş aklını yitirdi. İsmail'den hiç haber alamadım. Ben sadece iki parmağımı kaybettim o gece, böbreğimi yaraladım, ciğerimi üşüttüm, bir de soba düşkünü oldum, kaldım. Ucuz atlattın, dediler. Doğrudur, yamaçlara her kar düştüğünde usumda canlanan o korkunç gecenin hatırasını yeni baştan yaşamanın ve yaz kış hep üşümenin dışında, ucuz atlattım ben. Şimdi, böbreklerimde sancım, gecelerimde kâbuslarımla, eksik parmaklarımla, aldığım her nefeste, sabırla hesap soracağım günü beklemekteyim. O gün geldiğinde, iki elimle yakasına yapışacağım Enver'in ve ona Sarıkamış seyrüseferinde, dağlarda donarak ölen doksan bin askerin hesabını soracağım. Yakında. Çok yakında. Ben de nihayet beyaz kelebekler gibi uçuşup, benden çook önce donup giden arkadaşlarımın yanına vardığımda...
Sayfa 111Kitabı okudu
36 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.