1. Dünya Savaşı’ndan bu yana doğum-ulus bağ(lantıs)ı, ulus-devlet içindeki meşruiyet sağlama işlevini yerine getiremez oldu ve bu iki terim önü alınamaz bir biçimde birbirinden kopmaya başladı. Bu perspektiften bakıldığında, buradaki en önemli iki fenomenden biri, Avrupa’daki mültecilerin ve devletsiz insanların sayısındaki büyük artıştır (kısa bir zaman dilimi içinde 1.500.000 Beyaz Rus, 700.000 Ermeni, 500.000 Bulgar. 1.000.000 Yunanlı ve yüzbinlerce Alman, Macar ve Rumen yurtlarından edildiler). İkinci önemli fenomen ise şudur: Aynı zaman dilimi içinde pek çok Avrupa ülkesi, kendi ülkelerinde yaşayan insanların büyük bir kısmını toplu olarak vatandaşlıktan ve milliyetten çıkarmak için hukuksal düzenlemelere gitti. Hukuk düzenine böyle düzenlemeler koymanın ilk örneği 1915 yılında Fransa’da, “düşman” soyundan olup da vatandaşlık verilen insanlara yönelik olarak gerçekleşti. 1922 yılında Belçika, Fransa örneğinin peşinden giderek, savaş sırasında “ulusa karşı” eylemlerde bulunan vatandaşların vatandaşlığını iptal etti. 1926 yılında (İtalya’daki) faşist rejim, “İtalyan vatandaşlığını hak etmediklerini" göstermiş olan vatandaşlar için benzer bir yasa çıkardı. Bu kervana 1933 yılında da Avusturya katıldı. En nihayet "Reich vatandaşlığı" ve “Alman kanı ve onurunun korunması”na dair Nuremberg yasaları bu [genel] süreci en uç noktasına taşıdı; Nuremberg yasalarına göre vatandaşlık, insanın kendisinin bunu hak ettiğini kanıtlaması gereken ve dolayısıyla da sürekli sorgulanabilen bir şeydi. Nazilerin “Nihai Çözüm” sürecinde titizlikle uydukları çok az kuraldan biri de şuydu: Yahudiler, toplama kamplarına, ancak tamamen milliyetten çıkarıldıktan (Nuremberg yasalarından sonra geriye kalan bakiye vatandaşlıktan da çıkarıldıktan) sonra gönderilebiliyordu.