Mişa, Mordovya'da, ormanın derinliklerindeki bir çalışma kampına gönderildi. Altı ay sonra, kampın komutanı, Lena'yı, şimdi yeni eşi ve en sonunda sahip olduğu oğluyla birlikte yaşadığı dairesinde ziyaret etmek üzere Moskova'ya geldi. Kamp komutanı dünya üzerindeki en parlak zekaya sahip insanlardan biri değildi muhakkak, fakat belli ki yumuşak yürekli bir insandı. Lena'yı ziyaret etmeye kendisi karar vermişti. İşin başında olan kişi olarak, Mişa'dan boşanmış olmasına karşın Lena'yı bulmanın ve ona 'Mikael'inin (komutan Mişa'dan bu şekilde söz ederek Lena'nın yeni kocasını dehşete düşürmüştü) bugüne kadar gördüğü en iyi, en okur-yazar ve kamptaki en çalışkan mahkum olduğunu söylemenin görevi olduğunu düşünmüştü. Pedagojik bir yaklaşıma sahip olduğu belli olan kamp komutanı, Mişa'yı mahkumların kütüphanesinin sorumlusu yapmıştı ve Mişa da kütüphaneyi baştan aşağı yeniden düzenlemişti. Mişa çok okuyor, diğer mahkumlarla bir psikolog gibi ilgileniyordu. Mişa, dikenli tellerle çevrili kamp alanının içine, kendi başına ahşap bir kilise inşa etmişti ve keşiş olmaya hazırlanıyordu. Seçmiş olduğu bu yolda kendisine rehberlik etmeleri için bir manastırla yazışıyordu. Kamp komutanı, Lena'ya, kampındaki katillere, tecavüzcülere ve eski suçlulara tek iyiliğin keşişlerden geldiğini gördüğünden, Mişa'nın keşişlikle ilgili eğilimlerine destek verdiğini de söyledi. Mişa'nın ricası üzerine, Moskova Patrikhanesi'nin dükkanından bir kilise duvar tabanlığı satın alacak ve bunu kampa geri götürecekti. Komutan sözlerini, örnek davranışlarından dolayı Mişa'nın cezasının kısaltılmasını isteyeceğine söz vererek sona erdirdi. Lena'nın gözyaşları içinde olduğunu görerek, "Lena, yoksa bu haber karşısında memnun olmadınız mı?" diye sordu. Lena, "Korkuyorum," diyerek cevapladı adamı. "Korkmanıza gerek yok," diyerek karşılık verdi Mişa'nın komutanı da. "O çok değişti, artık tehlikeli biri değil. Artık içmiyor ve kimseyi de öldürmeyecek. En azından, ben öldürmeyeceğini düşünüyorum." Kamp komutanı saçlarını düzeltti, çayını içti, avuçlarından ateş çıkartmak istermişçesine ellerini ovuşturdu ve şöyle dedi: "Gerçeği söylemek gerekirse, kamptan gideceği için üzülüyorum."
Bizler kendimizi olabilecek her türlü olaya karşı hazırlamaya başladık. Mişa her an Moskova'da yeniden ortaya çıkabilirdi. Nitekim, 2001 yılında yeniden göründü. Birkaç hafta orada burada dolaştı, yine kalacağı bir yeri yoktu, Almanca'yı unutmuştu ve artık yeni hayata uyum sağlama becerisini bütünüyle yitirmişti. Onun uzun zamandır Moskova'da yaşadığını biliyordum, nihayet bir gün rastlantıyla Tverskoy Bulvan'nda karşılaştık. Birbirimize rastladığımızda, bir zamanlar çok yakından tanıdığım yüz hatlarım zar zor çıkarabildim. Bir banka oturduk ve yaklaşık üç saat boyunca hiç ara vermeden konuştuk. O bana çocuklarımı sormadı, ben de ona oğlunu sormadım. Mişa'nın sadece biriyle konuşmaya, kendisini dinleyecek birine ihtiyacı vardı. Uzun uzun doğru manastırı seçmekle ilgili olarak konuştu. Karşımda duran adama dikkatle baktım. Eski Mişa'dan ya da gençliğindeki halinden geriye hemen hiçbir şey kalmamıştı. Gri, yaşlı ve çökmüş görünüyordu. Eskiden sahip olduğu yetenekleri tamamen kaybetmiş gibiydi. Geriye kalan sadece kadere karşı duyduğu hınç ve hapishanede edindiği argoydu. Buna ek olarak, Mişa bana hayatın anlamıyla ilgili olarak, zorlukla okuyabilenler için yazılan broşürlerde bulabileceğiniz türden bayağı saçmalıklar anlatıp durdu. Mordovya'daki kampta ne türden bir kütüphaneleri olduğunu düşünebiliyordum. "Bir iş buldun mu?" "Nerede? Her yerde ücretler çok düşük ve karşılığında çok fazla şey bekliyorlar." "Evet, ama şimdi hepimiz aynı durumdayız. Buna katlanmamız gerekiyor ... " diye söze başladım. Mişa sözümü kesti. "Pekala, ben herkese benzemek istemiyorum." Bu konuda kesinlikle kararlıydı. "Manastırla ilişkilerin ne durumda?" "Şu anda beni kabul edebilecek durumda değiller. Sırada bekleyenler var ve bunun için bile araya nüfuzlu tanıdıklar sokmak gerekiyor. Bir çevren olması gerekiyor. Hapishaneye girmiş olmak işleri kolaylaştırmıyor." "Sanırım bu anlaşılabilir bir durum. Gerçekten de senin hapisten çıkmandan bu yana çok fazla zaman geçmedi." Mişa, "işte ben bunu anlayamıyorum," diyerek saldırganlaştı. "Ne yapmayı planlıyorsun?"
Arkasını işaret ederek, "Bu küçük kiliseye gideceğim," dedi; gerçekten de arkasında, uzun yıllar boyunca sapasağlam ayakta kalmış, Moskova'nın en eski kiliselerinden biri duruyordu. "Beni bekçi olarak işe almalarını isteyeceğim. Bana bir manastıra girebilmem için özgeçmişimin gerekli puanı tutturması gerektiği söylendi." Bu sözlerine ikimiz de güldük. Sadece SSCB'de doğmuş ve bilinçli hayatının yeterince uzun bir bölümünü bu ülkede geçirmiş biri, bunun, araya nüfuzlu birilerini sokup iş bulamadığında kullanılan tipik bir Sovyet yaklaşımı olduğunu bilir. Ve işte biz oturmuş, Sovyet tarzı hayatın gündelik gerçekliğinden fazlaca ayrılamayan manastırdan, inançtan, dinden, Kilise'nin kurallarından söz ediyorduk. Bu duruma gülüyorduk. Mişa, "Yeni Rusya'da Ortodoksluğun ve Sovyet hayatının yollarının aniden nasıl birleştiklerini görmek garip," dedi. Böbrek ya da kalp sorunu olduğuna işaret eden su toplamış gözkapaklarının altından, bana aniden o eski, neşeli, uyanık şakacı, centilmen Mişa baktı. "Elbette ki yolları birleşti. Katılmaya çalıştığın kilisenin, bir zamanlar kaçtığın Genç Komünistler Birliği'nin yerel komitesine dönüşmüş olması yüzünden korku duymuyor musun? Sadece her şey yeni renklere boyandı, en sonunda manastıra girdiğinde hayal kırıklığına uğrayacaksın ve . . . " Sustum. Ne söyleyeceğimi bilemedim. "Sorunlarım yüzünden onları suçlayarak yine birilerini öldüreceğimi söyleyecektin, değil mi?" Tam da bunu söylemek üzere olmama karşın, "Hayır, elbette ki hayır," diyerek kekeledim. Anlaşıldığı kadarıyla ikimiz de aynı şeyleri düşünüyorduk. "Tam da bunu söyleyecektin. Buna cevaben, elbette sadece kendi adıma korktuğumu söyleyebilirim, ancak gidecek hiçbir yerim yok. Eğer burada kalırsam sonunda yeniden hapse gireceğim. Hapishane gibi sınırlandırılmış bir yerde kendimi daha iyi hissediyorum; manastır, çalışma kampı gibi bir yer, sadece gardiyanları farklı. Benim gözetim altında olmaya ihtiyacım var. Etrafımızdaki hayat tarzını görüp, kendimi kontrol etmem mümkün değil." "Peki, ne tür bir hayat tarzı bu?" "lyiliğe inanmayan, sinik bir hayat tarzı. Sinizme tahammül edemiyorum. lçmeye de bu yüzden başladım."
"Öyleyse kadın arkadaşını neden öldürdün? O da iyiliğe inanmayan bir insan mıydı?" "Hayır, çok iyi bir insandı, onu neden öldürdüğümü hatırlayamı-yorum. Sarhoştum." "Yani, her halukarda bu dünyada durmayacaksın." "Hiçbir koşulda. Bu dünyaya katlanamıyorum." Mişa'yla daha sonra yeniden karşılaşmadım, ancak bir manastıra girmeyi başaramadığını biliyorum. Bürokratik işlemler uzadıkça uzamış. Rusya'da Ortodoks bürokrasi büyük ölçüde devlet bürokrasisine benzer, kendisini doğrudan etkilemeyen her şey karşısında kayıtsızdır. Mişa, Patrikhane'ye gitti, onlara formları götürdü, bir kilisede bekçilik yaptı, fiilen bir kilisede yaşamaya başladı. Yavaş yavaş yeniden içer oldu. Para istemek için iki kez Lena'lara gitti. llk seferinde Lena ona 100 ruble verdi, ikinci seferde para vermeyi reddetti. Lena bu konuda son derece haklıydı. O ve kocası, Mişa'ya istediği zaman sarhoş olabilmesini sağlamak için çalışmıyorlardı. Haklıydılar elbette. Ne var ki Mişa kendisini bir metro treninin altına attı. Biz bunu çok sonra, o da tesadüf sonucu öğrendik. Sonra da, tanıdığım en yetenekli Ruslardan biri olan Mişa'nın, evsiz ve 'sahipsiz' biri olarak gömüldüğünü öğrendik. Daha doğrusu, onun küllerini gömmüşlerdi, çünkü bu durumdaki ölüleri yakıyorlar. Mezarının nerede olduğunu hiç kimse bilmiyor.