Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Sherlock Holmes keyif için sokağa çıkan, keyif için gezen bir insan değildir. Tanıdığım en kuvvetli insandır, fevkalâde boks bilir. Fakat lüzumsuz yere vücudu yormanın enerji israfından başka bir şey olmadığı kanaatindedir. Ama iş icabı hareket etmeye, yürümeye, enerji sarfına başladığı zaman da yorulmak bilmez. O gün hava çok güzeldi, ilkbahar vaktinden evvel gelmişti. Öğleden sonra huyundan vazgeçen Holmes: —Haydi gezmeye gidelim, dedi. Hem hayret, hem sevinçle sordum: —Nereye gidelim? —Hyde Parkta dolaşalım. —Olur. Parka gittik, her yer yeşeriyor, dallar tomurcuklanıyordu. Tam iki saat yürümek zevki için yürüdük. Birbirini pek iyi tanıyan, daima beraber olan iki insan gibi, hiç konuşmadan yürüyorduk. Eve döndüğümüz zaman saat beşti. Uşak bizi kapıda karşıladı: —Sizi biri aradı, dedi. Holmes yüzüme sitemli baktı: —Boş yere gezmeye gitmek işte böyledir. Sonra uşağa sordu: —Beni arayan insan gitti mi? —Gitti efendim. —İçeri buyurun demedin mi? —Dedim efendim. —Girmedi mi? —Girdi efendim. —Ne kadar bekledi? —Yarım saat kadar. —Nasıl bir adamdı? —Çok asabi, çok heyecanlıydı. Odaya girdikten sonra hiç oturmadı, hep dolaştı. Kapının önünde beklediğimden ayak seslerini duyuyordum. Nihayet çıkıp: —Bu adamın geleceği yok!... diye haykırdı. —Sen ne yaptın? —Biraz daha bekleyin, nerede ise gelir, dedim. —Öyle çıkıp biraz hava alayım, yoksa boğulacağım. Biraz sonra tekrar gelirim, dedi. Ve çıkıp gitti. Holmesle beraber eve girdik. Holmes söyleniyordu: —Bu işi kaçırdıksa yanarım. Watson, işsizlikten canım sıkılıyordu. Adamın haline bakılırsa bana önemli bir iş getirmişe benziyor. Birden durdu: —A! Bu pipo benim değil. Piposunu unutmuş. Funda toprağı bir pipo, ucu da kehribar. Londra’da ucu kehribar ağızlık kaç kişide vardır? Eğer içinde sinek varsa, kehribar hakikidir derler. Al sana bir ticaret konusu: Sahte kehribarın içine sahte sinek koyup hakiki diye satmak! Holmes gülümsedi: —Bize gelen zatın ne derece perişan halde olduğu, çok değer verdiği piposunu unutmasından belli. —Büyük değer verdiğini nereden biliyorsunuz? —Bu pipoların fiyatı yedi silin altı penstir. Bu pipo iki kere tamir edilmiş. Bir kere tahtası, bir kerede kehribarı… Dikkat edin, kırılan yerler gümüş çemberle tutturulmuş. Astarı yüzünden pahalı bir tamir; Çünkü bu gümüş çemberler yedi şilin altı pense alınmaz. Yenisini alacak yerde avuç dolusu paraya tamir ettiren biri piposuna büyük değer veriyor demektir. —Daha başka? Holmes pipoyu evirip çeviriyor, sessiz düşünceli bakıyordu. Havaya kaldırdı ve işaret parmağıyla, kemik muayene eden bir profesör gibi, pipoya vurdu. —Saat ve kundura bağından sonra pipoların kendilerine mahsus bir hüviyetleri vardır. Ama bu pipoda emareler hem net değil, hemde önemli değil. —Bu pipodan ne anladınız? —Sahibinin solak kuvvetli bir adam olduğunu anladım. Sağlam dişleri var, ama kendine bakmıyor ve hasis davranmak lüzumunu da hissetmiyor. Holmes bunları laf olsun diye söyler gibi, kayıtsız bir tavırla söylüyor, bana da, dinleyip dinlemediğimi kavramak için göz ucuyla bakıyordu. Omuz silktim: —Yedi şilinglik pipo içen bir adam zengin midir sanıyorsunuz? —Piposunu lamba veya havagazından yakmayı huy edinmiş. Bakın: Bir tarafı kavruk. Kibrit böyle hasar yapmaz. Kimse kibriti lülenin kenarına tutmaz ve kimse, lüleyi kavurmadan piposunu lamba veya havagazından yakamaz. Lülenin sağ tarafı kavrulduğuna göre, demek ki, sahibi solak. Kolundan tutup beni lambanın yanına götürdü: —Piponuzu lambaya yaklaştırın. Solak olmadığınız için piponuzun sol tarafını aleve tutarsınız. Piponuzun sağ tarafı bazen tesadüfen aleve raslar, ama kavrulacak kadar değil. Fakat bu piponun yalnız sağ tarafı kavrulmuş. Kehribar da ısırıla ısırıla yenmiş kemirilmiş. Demek ki, pipoyu içen sağlam dişli kuvvetli enerjik bir insan. Merdivenlerde bir ayak sesi duyuldu, Holmes kulak kabarttı: —İşte geliyor. Pipodan daha enteresan bir şey inceleyeceğiz. Biraz sonra kapı açıldı, salona uzun boylu biri girdi. Sade fakat zarif giyimliydi: Koyu gri elbise, kahverengi fötr şapka. Belki otuzu geçkindi ama hiç göstermiyordu. Biraz mahçup bir tavırla: —Özür dilerim, diye söze başladı. Kapıyı vurmadan girdim, halbuki kapıyı vurmam lazımdı dedi. Uykusuzluk insanın asabını çok çalışmaktan, hatta çok eğlenmekten daha fazla bozar. Genç adama yaklaştı: —Size ne yardımım dokunabilir? —Sizden akıl danışmaya geldim. Ne yapacağımı bilemiyorum, halbuki hayatım mahvoluyor. —Size dedektif sıfatıyla mı yardım edeceğim? —Hayır, sade dedektif olarak değil. Mantığı kuvvetli, aynı zamanda kibar bir insanın fikrine muhtacım. Bana yol göstermenizi rica edeceğim. Kesik kesik konuşuyordu. Söyleyeceklerini söylemek de onun için azaptı ve konuşmak için kendini zorluyordu. Bunu hissettim. —Mesela çok nazik, diye devam etti. İnsan yabancılara aile işlerini anlatmak istemez. Bugüne kadar yüzlerini görmediğim iki erkeğe karımdan bahsetmek ağrıma gidiyor. Bahsetmek zorunda kalmak çok acı… ama artık dayanamayacağım. Sherlock Holmes: —Muhterem Bay Grant Munro… Deyince adam yerinden fırladı: —İsmimi nereden biliyorsunuz? Diye haykırdı. Holmes tatlı tatlı gülümsedi: —Hüviyetinizi saklamak istiyorsanız şapkanızın içine isminizi yazdırmayın veya konuştuğunuz kimseye şapkanızın iç tarafını göstermeyin… Şimdi hemen şunu ilave edeyim: Biz, yani dostumla ben, bu odada bir çok sır dinledik ve bir çok dertli insanın derdini gidermeye muvaffak olduk. Şans bize yardım etti. Sizin de derdinize çare bulacağımızı ümit ederim. Belki kaybedecek zaman yoktur, sizi üzen meseleyi hemen anlatmanızı rica ederim. Bay Munro büyük bir acı hissediyormuş gibi, yine şakaklarını sıktı. Hal ve tavrından, yüzündeki ifadeden, geveze olmadığı, derdini dökmektense, saklamayı tercih eden bir insan olduğu belliydi. Nihayet sıkılganlığı bir yana bırakıp anlatmaya başladı: —Mesele şu Bay Holmes: Ben üç senelik evliyim. Üç sene karım beni, ben karımı sevdik ve az karı kocaya nasip olan mesut bir ömür sürdük. Her hususta anlaşıyorduk. Sözlerimiz, düşünceleriniz, zevklerimiz aynıydı. Şimdi ise, yani geçen. Pazartesi gününden beri, aramıza bir engel girdi. Karımın hayatında, zihninde bilmediğim, tanımadığım, kavrayamadığım bir şey var. Birbirimize yabancıyız. Bunun sebebini öğrenmek istiyorum. Biraz sustu, soluk aldı: —Daha fazlasını anlatmadan, daha ileriye gitmeden önce şunu iyi biliniz ki, Bay Holmes, Effie beni seviyor. Bu hususta hiçbir şüpheniz olmasın. Effie beni bütün kalbiyle, bütün ruhuyla seviyor. Beni dün, bugünden fazla sevmemiştir, dün ne kadar seviyorsa, bugün de o kadar sevdiğine eminim. Bu münakaşa kabul etmez bir hakikattir. Bir erkek bir kadının kendisini sevip sevmediğini pekala bilir. Fakat aramızda bir sır var, bu sır aydınlanmadan eskisi gibi olamayacağız. Holmes biraz sabırsızlandı: —Vak’aları anlatınız. Bay Munro! —Size bildiğim kadar Effie’nin hayatını anlatacağım. Onu tanıdığım zaman dul kalmıştı. Gençti, ancak yirmi beş yaşındaydı. O zaman ismi Bayan Hebron’du. Çocukken Amerika’ya gitmiş Atlanta şehrinde oturmuş ve bir hayli müekkili olan Hebron’la orada evlenmişti. Bir çocukları olmuş ve sarı humma salgınında kocası da çocuğu da ölmüş. Ölüm ilmübaberlerini gördüm. Kocasıyla çocuğunu kaybettikten sonra Amerika’da oturmak istemeyen Effie, Middlesex’e geldi. Pirmer’de ihtiyar teyzesinin yanına yerleşti. Kocasından 4500 sterlin kalmıştı, bunu yüzde yedi faizle işletiyordu. Effie’ye tanıdığım zaman Pinner’e geleli altı ay olmuştu. birbirimizi görür görmez birbirimize aşık olduk ve birkaç hafta içinde evlendik. —Affedersiniz Bay Munro mesleğiniz? —Şerbetçi otu satarım. Toptancıyım. —Tekrar af dilerim. Kazancınız? —Senede yedi sekiz yüz sterlin gelirim vardır. Geçim bakımından rahatız. —Nerede oturuyorsunuz? —Norbury’de seneliği seksen liraya bir villa kiraladık. Hem Londra’ya yakın, hem de sayfiye sayılır. Biraz yukarımızda bir küçük otel, iki ev ve tam karşımızdaki arsada da bir köşk vardır… Ta istasyona kadar başka hiçbir binaya rastlanmaz. Senenin muayyen mevsiminde şehre inerim, fakat yazın işlerim hafifler. Köşkümüzde, karımla baş başa mesuttuk… Bu meseleye kadar aramıza bir gölge dahi girmedi. —Tekrar affınızı dileyeceğim, karınızın parası… —Evet, onu söyleyeyim. Evlendiğimiz vakit karım bütün parasını bana verdi. Ben istemedim. İşlerim bozulacak olursa, güç duruma düşeriz dedim. Fakat karım ısrar etti. Ben de parasını kendi sermayeme kattım. Bir buçuk ay evvel, karım: —Jack, dedi, paramı sana verdiğim zaman, ihtiyacım olduğu gün benden bir miktarını geri isteyebilirsin demiştin, dedi. —Tabii, dedim, para senin. —Öyleyse bana yüz sterlin lazım. Şaşmadım dersem yalan söylemiş olurum. Fakat belki kendine elbise veya başka bir şey almak istiyor diye düşündüm ve sordum: —Yüz sterlini ne yapacaksın? Her zamanki neşeli gülüşüyle güldü: —Benim bankerim olacağını söylemiştin. Bankerler sual sormaz. —Yüz sterline sahiden ihtiyacın varsa veririm. —Sahiden ihtiyacım var. —İhtiyacının ne olduğunu söylemeyecek misin? —Bugün söyleyemem Jack, ama bir gün belki söylerim. Fazla ısrar etmedim. Fakat aramıza ilk defa bir sır girmişti. Karım ilk defa benden bir şey saklıyordu. Bir çek yazdım ve bu işin üstünde fazla durmadım. Belki de bu işin asıl meseleyle ilgisi yoktur ama anlatmayı uygun buldum. Bizden biraz ilerde bir villa daha var demiştim. Bizim villayı o villadan bir arsa ayırmaktadır, fakat o villaya önümüzden geçen yoldan sapıp, dar bir sokaktan gidilir. Villanın arkası da güzel bir çamlıktır. Ağaçları sevdiğim için sık sık o çamlığa gider dolaşırım. Sekiz ay villada kimseyi görmedik. Villa boştu, bu güzel köşkün boş durması yazıktı. Pazartesi akşamı çamlığa giderken dar sokakta bir yük arabası gördüm. Villanın kapısı önünde eşyalar yığılmıştı. Anlaşıldı, villa nihayet kiralanmıştı. Yürüdüm, geçtim, akşam dönüp baktım. Acaba villayı tutanlar ne biçim insanlar! Ben köşke bakarken üst kat pencerelerinden birinde birinin beni gözlediğini sezdim. Beni gözleyen adamın yüzünde ne vardı bilmem ama, tüylerim ürperdi Bay Holmes. Aramızda hayli mesafe olduğu için, yüzü iyi göremiyordum. Fakat bu yüzün anormal, insanlık dışı bir yüz olduğunu hissediyordum. Bu hissinde yanılmış olabilirim. Beni gözleyenin kim olduğunu daha, yakından, daha iyi görebilmek için geri döndüm, ama yüz o anda pencerenin önünden çekildi, gözümden kayboldu: O kadar çabuk ve ansızın kaybolmuştu ki, sanki biri tutup penceresinin önünden odanın karanlığına çekmişti… Beş dakika durup hislerimi inceledim, düşündüm. Pencereden gördüğüm yüz kadın yüzümüydü yoksa erkek yüzü mü? Bunu anlayamamıştım. Fark ettiğim bir şey vardı: Yüzün rengi. Bu sapsarı donuk, korkunç bir surattı. O kadar merak ettim ki, köşkü kiralayanların kimler olduğunu öğrenmek için kapıyı çaldım. Kapıyı hemen açtılar. Karşıma bir deri bir kemik asık yüzlü, uzun boylu bir kadın çıktı. —Ne istiyorsunuz? Diye sordu. Şivesi güney şivesiydi. Evimi gösterdim: —Komşunuzum, dedim. Yeni taşındığınızı gördüm, bir şeye ihtiyacınız olup olmadığını anlamaya geldim. —Ya!... Bir şeye ihtiyacımız olursa size haber veririz. Kapıyı suratıma kapatıverdi. Bu kaba muameleye canım sıkıldı, eve döndüm. Bütün gece, düşünmemeye gayret ettiğim halde, pencerede gördüğüm sarı suratlı, kadının kaba muamelesi gözlerimin önünden gitmedi. Karıma sarı surattan bahsetmemeye karar verdim: Karım asabidir, çabuk heyecanlanır. Gördüğüm şey hoş bir manzara değildi, onu sinirlendirmekle mana yoktu. Yalnız yatarken villanın tutulduğunu haber verdim. Hiçbir şey söylemedi. Uykum çok ağırdır. Aile arasında benim top atılsa duymayacağım meşhur söz olmuştur. Sahiden de geceleri hiçbir şey beni uyandıramaz. O gece yeni tutulan villada gördüğüm sarı suratın hayaliyle mi veya herhangi başka bir sebepten mi nedir, derin uyuyamadım. Uykunun arasında, rüyada görür gibi, karımın kalktığını, giyindiğini, mantosunu şapkasını giydiğini gördüm. Ağzımı açacak, bu saatte neden giyindiğini soracak, hatta çıkışacaktım; bu sırada gözüm mumum aydınlattığı yüzüne ilişti. Hayret ve korkudan dilim tutuldu. Onu hiç böyle görmemiştim, onun bu hale gelebileceğini tasavvur edemezdim: Karımın yüzü ölü gibi sarıydı. Soluk soluğa nefes alıyordu. Uyanmadığına emin olmak için arada bir yatağını gözleyerek mantosunu giyiyordu. Kımıldamadım, uyur gibi nefes aldım. İşi rahatladı, usulca odadan çıktı. Biraz sonra bir gıcırtı duydum. Sokak kapısı açıldı. Yatağında doğruldum, rüya görmediğime kanaat getirmek için kolumu çimdiklerdim. Sonra saate baktım: Üçtü. Sabahın üçünde karımın sokakta ne işi olabilirdi? Yirmi dakika bunu düşündüm, düşündükçe mana veremedim. Bu izah edilemez, olağanüstü bir şeydi. Yirmi dakika sonra sokak kapısı tekrar açılıp kapandı. Merdivende ayak sesleri duyuldu. Yatak odasına girer girmez sordum: —Nereye gittim Effie? Sesimi duyunca iliklerine kadar ürperdi, haykırmamak için kendini güç tuttu… onun bu hali beni büsbütün çileden çıkardı: Demek ki, kabahatliydi. Karım açık sözlü, gizli kapaklı hiçbir şey yapmayan bir kadındı… Kendi odasına hırsız gibi girmesi, kocasının uyandığını görünce korkması, haykırmamak için kendimi güç tutması korkunçtu? Sinirli sinirli güldü: —Uyandın mı Jack?... Kulağının dibinde top atsalar uyanmazsın sanıyordum… Hiddetim artıyordu, tekrar ettim: —Nereye gittin? Serinkanlı söylendi: —Şaşmakta haklısın… Mantosunun düğmelerini çözerken ellerinin titrediğini görüyordum. Devam etti: —Ömründe böyle bir şey yapmış değilim. Boğulur gibi oldum, açık havaya ihtiyacım vardı. Eğer sokağa çıkmasaydım boğulacaktım. Biraz kapının önünde durdum, şimdi iyiyim. Konuşurken başını kaldırıp yüzüme bakmıyordu, sesinde de her zamanki ahenk yoktu. Yalan söylediğine emindim. Cevap vermedim. İçime kurt düşmüş yüreğime şüphe girmişti. Üzgün ve hiddetli, arkamı dönüp yattım. Karımın benden sakladığı neydi? Nereye gitmişti? Bunları öğrenmeden rahat edemeyeceğimi hissediyordum. Fakat her kere yalan söylediğinden, tekrar bir şey sormadım. Bütün gece, hakikati meydana çıkarıp saadetimizi bozmayacak bir hal çaresi bulmaya çalıştım, bulamadım. O gün şehre gidecektim, fakat iş görecek halde değildim. Karımın hali de benimkinden beterdi. Bakışlarından, yalan söylediğini anladığını kavradığı belliydi. O da ne yapacağını şaşırmıştı. Kahvaltıda iki kelime ya konuştuk ya konuşmadık. Sofradan kalkar kalkmaz sokağa fırladım. Sabah serinliğinde işi daha iyi düşünmek ihtiyacındaydım. Crystala Palas’a kadar gittim, bir saat parkta dolaştım, saat bire doğru Norburey’ye döndüm. Dönüşte sarı suratı gördüğüm köşkün önünden geçtim. Geçerken, o sarı suratı yine görürüm daha dikkatli tetkik ederim ümidiyle durup pencerelere bakmaya başladım. Köşkün kapısı açıldı ve kim çıktı dersiniz Bay Holmes? Karım çıktı!... Karımı görünce yıldırımla vurulmuşa döndüm. Fakat göz göze geldiğimiz an, karım benden beter şaşırıp korktu… Koşarak eve girecek sandım. Ama inkarım fayda vermeyeceğini anladı ve bana doğru yürüdü. Dudaklarında tatlı bir gülümseme vardı ama, fal taşı gibi açılan gözleriyle sapsarı yüzü bu tebessümle tezat teşkil ediyordu. —Yeni komşularımıza gittim Jack. Bana neden böyle bakıyorsun?... Bana darıldın mı? —Demek dün gece de buraya geldin… —Ne demek istiyorsun? —Dün gece de buraya geldiğine artık eminim. Sabaha karşı ziyaret ettiğin bu insanlar kimdir? —İlk defa şimdi onlara. —Neden boş yere yalan söylüyorsun? Sesin bile başka… Ben senden hiçbir şey saklamadım. Köşke girip işi anlayacağım. Karım haykırdı: —Allah aşkına yapma Jack!... Yemin ederim, bir gün her şeyi anlayacaksın. Fakat şimdi o köşke girersen felaket olur. İttim, yalvararak sarıldı: —Bana itimat et Jack! Bu seferlik itimat et! Pişman olmazsın. Senden hiçbir şey saklamadığımı bilirsin, bir şey saklıyorsam seni çok sevdiğim içindir. Bu meselede hayatınız bahis mevzudur. Benimle beraber eve gelirsen iş düzelir. Bu köşke zorla girersen, aramızda her şey biter. O kadar ciddi ve o kadar meyus konuşuyordu ki, kapının önünde durdum. Ne yapacağımı kestiremiyordum. Nihayet: —Sana bir şartla inanırım, dedim. —Söyle. —Şu andan itibaren artık esrar kalmasın. Kendine ait bir sırrı saklamak hakkındır, ama artık sabaha karşı bu köşke gelmeyeceğine benden hiçbir şey saklamayacağına söz ver. Karım rahat nefes aldı: —Bana itimat edeceğine emindim. Ne istersen yaparım. Haydi artık evimize gidelim. Kolumdan çekiyordu. Villadan uzaklaştık. Bir aralık dönüp arkama baktım: Üst katın penceresinde sarı suratı gördüm. Bu mahluk ve dün gördüğüm o cadı karı ile karımın arasında ne münasebet o cadı karı ile karımın arasında ne münasebet vardı? Bu alelade bir muamma değildi. Fakat bu muammayı çözmeden rahat yüzü göremeyeceğimi de anlıyordum. İki gün evden çıkmadım. Karım da bana verdiği sözü tutuyordu, o da evden bir yere kımıldamadı. Fakat üçüncü gün sözünde durmadığını gördüm. Onu vazifesinden ve kocasından uzaklaştıran esrarengiz kuvvetin elinden kendini kurtaramıyordu. O gün şehre gitmiş, her zamanki gibi üçü otuz altı treniyle dönecek yerde iki kırk treniyle döndüm. Eve girince hizmetçi beni şaşkın bir telâşla karşıladı. —Hanım nerede? Dedim. —Galiba gezmeye gitti!... dedi. İçime yine şüphe girdi. Yukarı çıktım karımın evde olmadığına kanaat getirdim… Pencereden baktım. Hizmetçimiz koşa koşa karşı villâya gidiyordu. Bunun mânası meydandaydı. Karım yine oraya gitmiş, ben gelecek olursam, hizmetçiye, kendisine haber vermesini tembih etmişti. Hiddetten köpürerek sokağa fırladım. Bu esrara son vermek kararındaydım. Karımla hizmetçinin geldiklerini gördüm ama durup konuşmadım. Hayatımı karartan esrarın yuvası karşıki köşktü. Ne bahasına olursa bu esrarın mahiyetini öğrenecektim. Kapıyı çalmadım, tokmağı çevirip açtım. Alt katta kimse yoktu. Mutfakta bir tencere kaynamaktaydı. Bir sepette bir kedi çöreklenmiş yatıyordu. Cadı karı meydanda değildi. Öteki odaya baktım boştu. Merdiveni döner döner çıktım. Yukarı kattaki iki oda boştu. Köşkte kimse yoktu. Eşyalar ve tablolar, sarı suratı gördüğüm odanınkiler müstesna çok bayağı şeylerdi. O oda iyi döşenmişti, zarifti ve şöminenin üzerinde karımın boy resmini görünce şüphem kalmadı. Bu resmi üç ay evvel ben çekmiştim. Köşkün boş olduğuna tam kanaat getirmek için uzun müddet kaldım. Sonra, kalbimin üstünde müthiş bir ağırlık hissederek çıktım. Köşküme girince karımı antrede gördüm, fakat o derece dertli ve hiddetliydim ki, konuşmadım. Durmadan çalışma odasına yürüdüm. Peşim sıra gelen karım, ben daha kapıyı kapayacak vakit bulamadan arkamdan içeriye girdi. Sözümü tutamadığım için üzgünüm Jack, dedi. Ama her şeyi bilsen beni affedeceğine eminim. Çıldırmak işten bile değildi: Öyleyse her şeyi söyle! Diye haykırdım. Söyleyemem Jack!... Söyleyemem!... O köşkte kimin oturduğunu, resmini kime verdiğini söylemedikçe artık senin hiçbir şeyine itimat edemem. Karımı itip odadan çıktım. Bu dün oldu Bay Holmes. Dünden beri karımı görmedim, neler olup bittiğini bilmiyorum. Hayatımızı karartan bu ilk buluttur. Bizi öyle ansızın kapladı ki, ne yapacağımı kestiremiyorum. Bu sabah aklıma geldiniz. Siz bana akıl öğretebilirdiniz. Size geldim. Eğer anlamadığınız bazı şeyler varsa sorunuz. Fakat her şeyden önce ne yapmam lâzım geldiğini söyleyiniz, çünkü benim için felâket çok müthiş. Son derece heyecanlı bir adamın bu garip macerasını dikkatle dinlemiştik. Dostum bir müddet sessiz durdu. Çenesini bir elinin avucu içine almıştı. Nihayet mırıldanarak sordu: —Pencerede gördüğünüz suratın insan suratı olduğuna kesin olarak emin misiniz? —İki sefer de hayli uzaktan gördüm, kesin bir şey söyleyemem. —Buna rağmen o surat sizde fena bir intiba bıraktı değil mi? —Evet, rengi anormaldi ve hiçbir çizgisinin kımıldamaması acayipti. Yaklaştığım zaman arkadan çekilmiş gibi kayboldu. —Karınız yüz sterlin isteyeli ne kadar zaman oldu? —İki ay. —İlk kocasının resmini görmüş müydünüz? —Hayır. Ölümünden birkaç gün sonra Atlanta’da büyük yangın oldu, bütün evrakı yandı. —Ama karınızda defin ilmuhabiri var. O ilmuhabiri gördüm demiştiniz. —Evet, yangından sonra suretini çıkarmıştı. —Amerika’da onu tanıyan kimseniz var mı? —Yok. —Karınız hiç Amerika’ya gitmek istedi mi? —Hayır. —Amerika’dan mektup alır mı? —Ben görmedim. —Teşekkür ederim. —Şimdi ne olacak Bay Holmes? —Bu meseleyi inceleyeceğim. Eğer köşk mütemadiyen boş kalıyorsa, hayli güçlükle karşılaşacağız demektir. Yok, tahmin ettiğim gibi, kiracılar sizin geldiğinizi haber alıp gittilerse dönmüşlerdir. Böyleyse davayı halletmek kolaydır… —Ben ne yapayım? —Size şunu tavsiye edeceğim: Norbury’ye gidin, pencereleri gözleyin, villânın boş olmadığını anlarsanız kapıyı zorlamayın, bize bir telgraf çekin. Telgrafı aldıktan bir saat sonra orada oluruz, pek kısa bir zamanda da muammayı çözeriz. —Ya köşk yine boşsa? —O zaman yarın gelirsin, konuşuruz. Güle güle gidin. Adam kalktı, selâm verdi, Holmes ilave etti: —Makul bir sebep olmadan kendinizi sakın boş yere üzmeyiniz. —Teşekkür ederim Bay Holmes. Bay Grant Munro’yu kapıya kadar geçirip dönen Holmes: —Pek hoş bir iş değil galiba Watson! Ne dersiniz? —Evet, işin içinde bir ahlaksızlık var. —Eğer pek yanılmıyorsam bu işin içinde şantaj var. —Peki şantajı yapan kim? —Şöminenin üstüne kadının resmini koyar ve zarif döşeli odasında oturan adam… Seni temin ederim Watson, pencereden bakan sarı surat son derece enteresan… Bu meseleyi elimden kaçırmak istemem. —Ne tahmin ediyorsunuz? —Şöylece bir şey tahmine diyorum ama bu doğru çıkabilir. —Tahmininiz nedir? —Köşkte kadının ilk kocası oturuyor. —Nereden biliyorsunuz? —İkinci kocasının köşke girmesinden o derece korkmasının başka bir sebebi olamaz. Bence hadiseler şöyle cereyan etti: Kadın Amerika’da evlendi. Günlerden bir gün kocası hastalandı, ya cüzama tutuldu veya budala oldu. Kadın kaçtı, İngiltere’ye döndü, isim değiştirip kendini dul olarak tanıttı ve yeniden evlenip her dertten kurtulduğunu sandı. Evleneli üç sene olmuştu, durumundan emindi. İsmini tahrif ettiği eski kocasının ölüm ilmuhabirini yeni kocasına göstermişti. Fakat eski kocası, kendisiyle yaşayan acuze bir kadın vasıtasıyla adresini buldu. Bayan Grant Munro’ya mektup yazıp, hakiki hüviyetini açıklamakla tehdit ettiler. Kadın onları susturmak için kocasından yüz sterlin istedi ve bu parayı onlara gönderdi. Onlar parayı alıp komşu geldiler. Kocası köşkün kiralandığını haber verdiği zaman kadın kiracıların kimler olduğunu biliyordu. Bir gece kocası uyuduktan sonra çıkıp onlara gitti, kendisini rahat bırakmalarını yalvardı. Kandıramayınca kocasını şehre indiği gün tekrar gitti, çıkarken yakalandı. Kocasına bir daha o köşke gitmemeye söz verdi. Fakat onların elinden kurtulması şarttı. İki gün sonra onları razı etmek ümidiyle yine gitti ve istedikleri resmi de götürdü. Münakaşanın en hararetli anında hizmetçi Bay Munro’nun eve geldiğini haber verdi. Kadının kocasının köşke gireceğini bildiği için eski kocasıyla o acuzeyi arka kapıdan çamlığa gönderdi. Bay Munro köşkü boş buldu. Fakat bu gece boş bulacağını sanmam. Bu tahminime ne dersiniz? —Tahminine ne denir? —Ama vakıalara uyuyor. Eğer bu tahminimize uymayan başka vakıalar olursa, o zaman bu tahmini bir tarafa bırakırız. Şimdilik yeni dostumuzdan telgraf beklemekten başka yapılacak iş yok. Çok beklemedik. Çayımızı bitirirken geldi: Köşk boş değil. Sarı suratı pencerede gördüm. Yedi treninde bekleyeceğim. Siz gelmeden hiçbir şey yapamayacağım. Bay Munro’nun telgrafı bundan ibaretti. Vagondan inince kendisini gördük. Yüzü son derece sararmıştı, heyecandan ürperiyordu. Dostumun kolunu tutup: —Köşkteler, dedi. Pencerelerde ışık gördüm. Artık bu meseleyi halledelim, hem de kökünden halledelim. İki yanı ağaçlı yoldan yürürken Holmes sordu: —Planınız nedir? —Her çareye başvurup köşke gireceğim. Her halde zorla gireceğim. Köşkü kiralayanların kimler olduğunu anlayacağım. Siz de şahitlerim olacaksınız. —Karınıza rağmen bunu yapacak mısınız? —Evet! —Ama karınız size bu işi kurcalamamanızı rica etmiş. —Ne olursa olsun ben kararımı verdim. —Haklısınız. Herhangi bir hakikat insanı kemiren şüpheden iyidir. Hemen o köşke gidelim. Yapacağınız şey kanuna aykırıdır ama öyle bir sebebi var ki, değer… Şoseden dar yola saptığınız zaman ortalık kararmış hafif bir yağmur başlamıştı. Bay Grant Munro çok hızlı yürüyordu. Sendeleyerek onu takibe çalışıyorduk. Bay Munro, eliyle, ağaçlar arasından görünen ışıkları işaret etti. —İşte evim… Şu karşıdaki de zorla gireceğim ev. Yolun köşesini sapınca köşk önümüze dikildi. Kapının aralık olduğu sızan sarı ışıktan belliydi. Üst katın bir penceresi açıktı. Pencereye bakarken perdede siyah bir gölge kımıldandı. Grant Munro: —Cadı karı! dedi… Görüyorsunuz ya köşk boş değil. Peşi sıra geliniz, işin iç yüzünü anlayacağız. Kapıya yaklaştık, ansızın eşikte bir kadın göründü. Yüzünü pek iyi göremiyordum. Yalvarır gibi kollarını uzatıp ellerini kavuşturdu: —Allah aşkına Jack!... diye haykırdı. Bu gece geleceğini içime doğdu. Bu eve girme canım. Bana itimat et. Girmediğine pişman olmazsın. —Sana lüzumundan fazla güvendim Effie. Bırak geçeyim. Bu eve girmem lazım. Dostlarımla beraber bu işi kökünden halledeceğiz. Karısını itip geçti. Onu takip ettik. Kapıyı açtı. Önüne bir kadın çıktı, yolunu kesmek istedi, onu da şiddetle itip yürüdü. Merdiveni çıktık. Grant Munro aydınlık odaya girdi bizde arkasından girdik. İyi döşenmiş bir odaydı. Masanın üstünde iki, şöminenin üstünde de iki mum yanıyordu. Bir köşedeki rahleye bir kız çocuk eğilmişti. Bize arkası dönüktü. Üstünde kırmızı elbise, ellerinde de uzun konçlu beyaz eldiven vardı. Bize dönünce hayret ve korkuyla haykırdım. Bu yüz sapsarıydı, iğrençti, tamamıyla ifadesizdi. Holmes gülerek çocuğun başının arkasına elini attı. Bir maske düştü: Karşımızda bembeyaz otuz iki dişini göstererek bir zenci kız çocuğu gülüyordu. Kendimi tutamadım, çocuklu beraber ben de gülmeye başladım. Fakat elini gırtlağına götüren Munro bağırdı: —Bu da kimdir? —Söyleyeceğim. Bayan Munro odaya girdi, güzel ama korkunç güzeldi. —Beni her şeyi söylemeye zorladın. Ben söylemeyecektim, madem ki istedin, gerçeği her ikimiz de göğüs germeliyiz! Kocam Atlanta’da öldü, kızım yaşıyor. —Kızın ha!... Korsesinden gümüş bir madalyon çıkardı: —Bunu hiç açmadın mı? —Açıldığını bilmiyordum. Kadın madalyonun kapağını açtı. Bir resim vardı, güzel bir zencinin resmi. Afrikalı olduğu belliydi. Grant Munro’nun karısı anlattı: —Atlantalı John Hebson… Yeryüzünde onun kadar asil ruhlu insan yoktur. Irkımı bir yana bırakıp onunla evlendim. Ölünceye kadar beni bir gün bile kırmadı. Kızımızın benden fazla ona çekmiş olmasından başka üzüntümüz yoktu. Sevgili kızım Lucy babasından da siyah. Ama ister beyaz ister siyah olsun, annesinin sevgili, bir tanecik kızıdır. Kız koşup annesinin dizlerine sarıldı. Kadın devam etti. —Çok zayıftı, yolculuğa dayanamazdı, onu bunun için Amerika’da bıraktım. Hizmetçiniz İskoçyalı, bize çok bağlı bir kadına emanet etmiştim. Kızımı inkâr edecek değilim, fakat talih seni karşına çıkarıp da seni sevdiğimi anlayınca, kızından bahsedemedim, çekindim. Allah beni affetsin. Beni anlamazsın diye korktum. Bir türlü her şeyi itiraf edemiyordum. Seninle kızım arasında kalınca seni tercih ettim ve üç sene bir kızım olduğunu senden sakladım. Fakat dadısından mektup alıyordum. Kızım iyileşmişti. Nihayet öyle göreceğim geldi ki bu arzumu bir türlü yenemedim. Her tehlikeyi göze alıp birkaç hafta için olsun buraya getirmeye karar verdim. Dadıya yüz sterlin gönderdim, boş villayı tarif ettim, gelip kiralamasını bildirdim. Aramızda hiçbir rabıta bulunmadan kızıma komşu olacaktım. Çok ihtiyatlı davrandım, her türlü tedbiri aldım. Burada bir zenci kız göze batacağından gündüzleri çocuğa maske takmasını da yazdım. Bu kadar tedbir almasaydım belki daha iyi ederdim, ama gerçeği öğreneceksin diye deli oluyordum. Köşkün tutulduğunu evvela sen haber verdin. Bunun üzerine sabahı bekleyemedim. Uyku tutmadı. Uyanmasın diye sabaha karşı saat üçte çıkıp gittim. Ama sen uyanmış, giyinip çıktığımı görmüştün… Fazla sorun etmedin. Daha sonra beni köşkten çıkarken yakaladın. Ama kaçta gireceğini tahmin ettiğimden dadıyla kızımı arka kapıdan kaçırdım… Bu gece her şeyi öğrendim… Şimdi sana soruyorum Jack, ben ve kızım ne olacağız? Önüne, bakıp cevap bekledi. İki dakika sonra Grant Munro’nun sesi duyuldu ve cevabı şu oldu: Üvey kızını kucaklayıp kaldırdı öptü, öbür elini karısına uzattı. Kapıya yürüdüler: —Evimizde daha rahat konuşuruz Effie. Ben kusursuz bir insan değilim, fakat sandığından daha iyi bir insanım. Holmes’le beraber onların arkasından yürüdük. Dostum kolunu tuttu: —Londra’ya gitsek daha iyi ederiz… Gece geç vakte kadar bu meseleden hiç bahsetmedi. Yatmak için odasına giderken; —Watson dedi hissiyatına kapıldığımı, kendime fazla güvendiğimi veya bir meseleye gereği kadar önem vermediğimi hissedersiniz lütfen kulağıma “Norbury” diye fıslayın. Size minnet kalırım.
·
1.606 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.