Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

KIRMIZI GÜRGENLER O sabah Sherlock Holmes Daily Telegraph’ın küçük ilânlarını okuduktan sonra: —Sanat sanat içindir prensibini kabul etmiş olanlar, basit, önemsiz şeylerden zevk alırlar dedi. Bu hakikati kavradığınıza şüphem yok Watson. Benim büyük rol oynadığım heyecanlı davaları bir tarafa bırakıp, basit ve ehemmiyetsiz sayılacak hadiseleri süsleyip yazıyorsunuz. Ne güzel. —Affedersiniz ama, dedim, sizin basit ve ehemmiyetsiz dediğiniz bu hadiselere herkes heyecanlı hadiseler diyor. Holmes maşayla bir ateş alıp çubuğunun ucundaki sigarasını yaktı: —Kabahat sizin dedi. Pek şaştım: —Neden? —Çünkü vak’aları siz süslüyor ve onlara esrarengiz bir mahiyet veriyorsunuz. Serin bir ilkbahar sabahıydı. Sabah kahvaltısından sonra ocağın başında oturuyorduk. Dışarıda sis vardı. Karşı evlerin pencereleri hayal meyal görünüyordu. Lambayı yakmıştık. Kahvaltı sofrası henüz olduğu gibi durduğundan, ışık altında örtü daha da beyazlaşıyor, bardak ve tabaklar ışıldıyordu. Holmes o ana kadar konuşmamış, küçük ilânları okumuştu. Neden sonra benim yazıklarımdan bahis açtı ve şöyle devam etti: —Hoş, bana yardım ettiğiniz meselelerin birçoğu kanuni manada suç sayılan şeyler değildi. Meselâ Bohemya Kralına yardımım, kaybolan nişanlı, Bükük dudaklı adam, Bekâr asilzade meselelerinde ağır cezayı ilgilendirecek taraf yoktu, selelerinde ağır cezayı ilgilendirecek taraf yoktu. Holmes bir mektup uzattı: —Ama bu sefer galiba kanunun cezalandıracağı bir suçlu bulacağız. Okuyunuz Watson. Mektup dün akşam Montayne Place’dan postaya atılmıştı. Okudum. Azizim Bay Holmes, Bana teklif edilen bir işi kabul etmeden önce size danışmak istiyorum. Eğer rahatsız etmezsem yarın sabah on buçukta size geleceğim. Saygılarımla: Violette Hunter. —Bu kadını tanıyor muydunuz? diye sordum. —Hayır. —Saat on buçuk. —Evet… İşte kapı çalındı. —Tam saatinde geldi. —Bu mesele tahmininizden daha meraklı bir hadise olabilir. Mavi Sinekçil Kuşu’nu hatırlayın. Başlangıçta fanteziden başka bir şey değildi, fakat sonunda çatallaştı. Biraz sonra anlarız. Merdivende ayak sesleri var. Kapı açıldı, içeriye genç kadın girdi. Sade fakat temiz giyimliydi. Zeki yüzü, yağmurkuşu yumurtası kadar çilliydi. Sarışındı, kendi yağıyla kavrulan bir kadın olduğu her halinden belliydi. Kendisini ayakta karşılayan dostuma: —Rahatsız ettiğim için özür dilerim, dedi. Başıma çok garip bir şey geldi. Akıl danışacak kimsem yok. Siz aklıma geldiniz. Bana yol göstermek lütfunda bulunacağınızı umuyorum. —Oturunuz Bayan Hunter. Kızın, Holmes’in hoşuna gittiğini anladım, Holmes, yeni müşterisinin hal ve tavrını beğenmemişti. Evvelâ kızı göz ucuyla inceledi, sonra dinlemek üzere koltuğuna gömüldü: şakaklarını uzatmış, on parmağının uçlarını birleştirmişti. Bayan Hunter anlatmaya başladı: —Beş sene albay Spence Munro’nun yanında öğretmendim. Albay Halifax’da bir iş buldu, çocuklarını alıp Amerika’ya gitti, ben açıkta kaldım. “Gazetelere ilan verdim, gazetelerde çıkan ilanlara cevap yazdım, iş bulamadım… Biraz para biriktirmiştim, hepsi güneş altında kar gibi eridi. Parasızdım, ne yapacağımı şaşırmıştım. “West End’dı “Westaway” adıyle tanınan bir iş bulma bürosu vardı, bu yazıhane özellikle öğretmenlik bulur. Haftada bir gün oraya gitmeyi alışkanlık edindim. “Westaway, büronun sahibidir ama, büroyu Bayan Stoper idare eder. Küçük bir odası vardır. İş ve işçi arayanlar yandaki salonda beklerler, yanına sırayla, birer birer girerler. “Geçen hafta gittiğim zaman her zamanki gibi büyük salondan Bayan Stoper’in küçük odasına girdim, ama Bayan Stoper yalnız değildi. Yanında son derece şişman bir adam oturuyordu. Gözlüklüydü. Odaya girenlere dikkatli bakıyordu. “Beni görür görmez yerinden fırladı, Bayan Stoper’e: “Bundan iyisi cansağlığı, dedi. Fevkalâde!.. Harikulûde!.. “Coşmuş, sevinçten ellerini ovuşturuyordu. Öyle içi geniş bir adamdı ki, insanın hoşuna gidiyordu. “İş mi arıyorsunuz Bayan?” diye sordu. “Evet efendim.” “Öğretmenlik mi?” “Evet.” “Ne aylık istiyorsunuz?” “Albay Spence Munro’nun yanında ayda dört sterlin alıyordum.” “Vay istismara vay!.. Alın teri içiyorlar yahu!..” “Sevinçten yerinde duramıyor, kıllarını havaya kaldırıyor, sonra indirip ellerini ovuşturuyordu.” “Sizin gibi seçkin, mükemmel bir insana bu kadar az para verilir mi? “Mükemmelden ne kastettiğinizi bilmem ama, belki de tahmin ettiğiniz kadar mükemmel bir öğretmen sayılmam. Biraz Fransızca, biraz Almanca, müzik ve resim bilirim.” “Bunları bir yana bırakalım, bunlar ikinci plânda kalır. Hâliniz ve tavrınız kibar. Bu yeter. Eğer bu derece kibar hâl ve tavırlı olmasaydınız, ilerde bu memleketin tarihinde büyük bir rol oynayacak olan bir çocuğun terbiyesini size bırakamazdık. Sizin gibi ruhu asil bir kadına az para verilir mi? Ben size senede yüz sterlin vereceğim Bayan.” “On parasız kaldığım bir sırada bu teklif bana rüya gibi göründü. İnanamıyordum. Bunu fark eden şişman adam portföyümü açıp elli sterlin çıkardı. Gözleri yüzünün beyaz yağları ortasında iki küçük nokta haline gelecek kadar gülümseyerek: “Çalışanlarıma üstlerine başlarına harcasınlar ve yol masrafı yapsınlar diye yarım yıllık avans veririm, dedi.” “Hiç kimse bende bu adam kadar alâka uyandırmamıştı ve onun kadar akıllı bir insan görmemiştim. Veresiye alışverişe başlamıştım bile. Bu avans tam zamanında yetişmişti. “Fakat her şeye rağmen bu muamele o derece olağanüstü bir şeydi ki, işi kurcalamayı uygun buldum.” “Nerede oturduğunuzu sorabilir miyim?” “Hamphire’de. Kırmızı Gürgenler güzel bir sayfiyedir. Winchester’in öte yanında, sekiz kilometre uzağındadır. Orası memleketin en güzel yeridir ve ev, o bölgenin en eski binasıdır. “Ne iş göreceğim?” “Bir çocuğa bakacaksınız. Altı yaşında çok sevimli bir çocuktur. Topuğuyla Tak!. Tak!. Tak!. vurarak hamam böceklerini öldürmesini bir görseniz!.. Siz daha kaş çatacak vakit bulamadan üç tanesini ezmiştir bile…” “Koltuğuna yaslayıp yine gülmeye başladı, gözleri yine noktalaştı.” “Yetiştireceğim çocuğun hamam böcekleri öldürmekten zevk duyması pek hoşuma gitmedi ama, belki de babası şaka söylüyor diye düşündüm.” “Bütün işim bir çocuğa bakmaktan mı ibaret?” “Şişman adam haykırdı; “Hayır, hayır… İşiniz yalnız çocuğa bakmak olmayacak sayın Bayan… Belki anlamışsınızdır, karımın her dediğini yapacaksınız. Yalnız karımın sizden isteyecekleri, kibar bir kızın yapabileceği şeylerdir, buna emin olabilirsiniz.” “Elimden geldiği kadar yaparım.” “Alâ. Gelelim kıyafet meselesine. Nasıl anlatayım, biz manyak insanlarız, ama iyi insanlarız. Bir gün size bir elbise verir ve ‘Bunu giymenizi rica ederiz!’ dersek söz dinlersiniz, itiraz etmezsiniz değil mi? “Etmem.” “Doğrusu şaşalamıştım. Şişman zat devam etti: “Oraya oturmayın, buraya oturun veya buraya oturmayın oraya oturun dersek, alınmazsınız ya?” “Hayır alınmam.” “Bize gelmeden önce saçlarınızı kestirin dersek?” “Kulaklarıma inanamıyordum. Saçlarım uzun ve gürdür, kendine özgü bir rengi vardır, fındık rengidir zannediyorum. Beğenmeyen kimse görmedim. Bu teklifi nasıl kabul ederdim Bay Holmes!...” “İşte buna imkân yok, dedim.” “Küçük gözlerini bana dikti, yüzünün biraz somurttuğunu fark ettim. “Saçlarınızı kesmeniz en esaslı şarttır, dedi. Bu karımın bir fantezisidir, fakat kocalar, eşlerinin fantezilerini gözleri önünde bulundurmak zorundadırlar.” Yarım saniye susup sordu: “Saçlarınızı kestirmeyecek misiniz? Tereddütsüz cevap verdim: “Kestirmeyeceğim.” “Şu halde mesele kalmadı… Ama yazık, her bakımdan bize uygundunuz.” “Bayan Stoper’e döndü: Başkalarıyla görüşeyim. “Bayan Stoper işleriyle meşgul olmuş, o ana kadar söze karışmamıştı. Ama bana öyle bir bakış baktı ki, benim kabul etmemem yüzünden dolgun bir bahşiş kaybettiğini anladım. “İsminizi defterde silelim mi? diye sordu. “Silmemenizi rica ederim Bayan Stoper. Bırakın kalsın, dedim.” “Dik bir sesle cevap verdi. Bence lüzumsuz!... “Neden Bayan? “Fevkalâde teklifleri reddedecek olduktan sonra defterden isminiz durmuş ne çıkar!.. Size başka iş bulmak için vakit kaybedeceğimizi ummayın. Güle güle Bayan Hunter!.. “Zile bastı. Garson beni odadan çıkardı.” “Evime döndüm Bay Holmes, büfede ne kaldı, ne kalmadı diye baktım, masanın üstünde bir fatura gördüm ve kara düşüncelere kapıldım; İşi kabul etmemekle budalalık mı etmiştim? “Adam manyak olduklarını söylemişti. Herkesin bir huyu vardır. O adamlar da, ne kadar acayip olursa olsun, her istediklerini yaptırmak hevesindeler. Ama hiç değilse iyi para veriyorlar. İngiltere de senede yüz sterlin alan pek az öğretmen vardır. “Hem çok uzun olmalarına rağmen, saçlarını ne işe yarıyordu? Kadınların çoğu saçlarını kesiyor ve hiç de çirkinleşmiyorlar!... “Daha ertesi gün sersemlik ettiğime inandım. “Ertesi gün budalalığıma hükmettim. “Burnumu kırıp yazıhaneye gidecek, Kırmızı Gürgenler’e öğretmen bulunmadıysa ben gideyim diyecektim. Buna karar verdiğim gün bir mektup aldım. Şişman adam yazıyordu. Çantasından mektubu çıkardı: “Mektubu getirdim, okuyorum dedi. Kırmızı Gürgenler “Sayın Bayan Hunter, “Bayan Stoper bana adresinizi vermek lütfunda bulundu; ben de verdiğiniz karardan vazgeçip geçmediğinizi anlamak için size bu mektubu yazıyorum. “Karıma sizi tarif ettim, sizin gelmenizi çok istiyor, tarifim üzerine sizi çok beğendi. “Garip huylarımızla sizi rahatsız edeceğimizi bildiğimizden, buna mukabil size senede yüz yirmi sterlin vereceğiz. “Her şeye rağmen fazla rahatsız olacağınızı da sanmıyorum. Karım açık mavi rengi pek sever. Sabahları açık mavi esvap giymenizi isteyecektir. Masraf edip bu renk elbise diktirmenize de gerek yok. Hâlen Philadelphia’da bulunan sevgili kızım Alice’in bir elbisesi var, size uyacak ve çok yakışacaktır. “Oturacağınız yerlere gelince. Şurada veya burada oturmanızı isteyeceğimiz yerler sizin için farklı olmayacaktır. “Saçlarınıza gelince; konuşurken saçlarınızın fevkalâde güzel olduklarını fark etmeme rağmen, kestirmenizin şart olduğunu tekrarlamak zorundayım. Aylığınızı arttırmamızı bu kaybın tazminatı sayınız. “Çocuğu hiç düşünmeyin, bu yönden işiniz pek hafiftir. “Artık ısrardan vazgeçip geliniz. Sizi Winchester’den arabayla gelip alırım. Bineceğiniz trenin kaçta hareket edeceğini bildiriniz. Saygılarımla: — Jephro Rucastle.” Bayan mektubu katladı: —Bunu aldıktan sonra fikrimi değiştirdim dedi. İşi kabul ettim. Fakat yola çıkmadan önce sizden akıl danışmayı da ihmal etmedim. Sherlock Holmes gülümsedi: —İşi kabul ettinizse mesele yok Bayan Hunter. —Kabul etmeyeyim mi? Holmes başını salladı: —Eğer teklif kız kardeşime yapılsaydı, kabul et demezdim. —Peki ama bu ne biçim iş Bay Holmes?. —Hiçbir şey bilmediğim için hiçbir şey söyleyemem. Gözlerini kızın gözlerine dikti: —Siz ne diyorsunuz? —Bana sorarsanız Bay Rucasth nâzik ve iyi bir insan. Fakat karısı galiba biraz çatlak. Rahat etmek için karısının her dediğini yapıyor ve bu suretle kadının tımarhaneye kaldırılmasına sebep olacak bir buhranı önlüyor. Acaba tahminim yanlış mı? —Yanlış olmayabilir… Mümkündür… Hatta çok da makul… Fakat ne olursa olsun, gideceğiniz ev, bir genç kız için pek hoş bir yer değil. —Ama para Bay Holmes!... Para!... —Evet, hakkınız var, para… Aylık yüksek, çok yüksek… bu midemi bulandırıyor!.. Senede kırk sterline öğretmen bulabilirler, böyle olduğu halde neden size yüz yirmi sterlin veriyorlar? Bu cömertliğin, çok önemli bir sebebi olsa gerektir. Kız şaşırmıştı, ne yapacağını kestiremiyordu: —Başıma geleni anlatınca yardımınıza muhtaç olduğumu anlayacağınıza emindim. Sizi arkamda hissedersem kuvvet bulurum. Holmes hiç düşünmeden konuştu: —Arkanızdan ayrılmayacağıma emin olabilirsiniz. Anlattıklarınız yepyeni bir şey ve hattâ olağanüstü… Beni çok sardı. Kendinizi sıkıda ve tehlikede hissedince haber verin: Bayan Hunter haykırdı: —Tehlikede mi hissedersem? Holmes serinkanlı: —Evet, dedi. Kız çarpıntıya yakalandı: —Bu işte tehlike mi görüyorsunuz? Holmes başını salladı: —Tarif edebilseydim tehlike kalmazdı. Gece veya gündüz, saat kaç olursa olsun bana telgraf çekiniz, hemen gelirim. —Teşekkür ederim. Kalktı. Çarpıntısı durmuş, korkusu geçmişti. Yüzü gülüyordu: —Bay Rucastle’ye kabul ettiğimi hemen yazacağım. Bu gece saçlarımı keseceğim, yarın Winchestre’ye gideceğim. Elimizi sıkıp gitti. Merdivenlerde azimli, hızlı adımlarının sesine kulak verirken: —Kendi kendini savunmasına bilen bir genç kız, dedim. Holmes çok ciddiydi: —Kendini savunmak zorunda kalacaktır. Birkaç gün içinde bizi çağırmazsa şaşarım!... Dostumun tahmini doğru çıktı. Esasen onun doğru çıktı. Esasen onun doğru çıkmayan tahmini yoktu ki… On beş gün geçti. Şimdi yatağımda hadiseyi hatırladığım gibi, geceleri yatınca “Kırmızı Gürgenler” i düşünüyordum. Acaba o genç kız ne biçim insanların eline düşmüştü?. Yüksek aylık, garip şartlar, hafif iş… Bütün bunlar normal değildi… O insanlar sahiden manyak mıydılar, yoksa bir entrika mı yaşıyordu, yoksa haydudun biri miydi? Dostuma gelince: Arada sırada, yarım saat kadar kaşlarını çatıp derin derin düşündüğünü görüyordum. Ne zaman Bayan Hunter’dan bahsetmek istesem elini kaldırıp sözümü kesiyordu: —Bilgi vermesi lazım Watson!... Bilgi olmaksızın bir şey yapamam. Tuğla toprağı olmadan tuğla yapılabilir mi? Ve kendi kendine mırıldanıyordu: —Kız kardeşim olsaydı oraya göndermezdim. Bir akşam geç vakit telgraf aldık. Ben yatmaya, Holmes de, çalışmaya hazırlanıyordu. Şimdi tecrübeleri yaparken onu daima yalnız bırakırdım. O gece yarısı imbiğe eğilir, ben odama gidip yatardım. Sabahleyin kalkar onu imbiğin başında bulurdum. Holmes telgrafı açtı, bir göz atıp bana verdi, sonra imbiğe doğru yürüyüp: Tarifede tren saatlerine bakınız, dedi. Telgrafı okudum: “Yarın öğle üzeri Winchester’de “Siyah Kuğu” otelinde bulununuz. Geliniz. Dayanamayacağım… Hunter.” Holmes başını kaldırıp sordu: —Benimle gelecek misiniz? —Tabii geleceğim. —Tren kaçta? —Dokuz buçukta bir tren var. —Kaçta varıyor? —On bir buçukta. —Peki. Aseton üstündeki denemelerimi bırakayım. Yarın tam formumuzda olmalıyız. Watson. ••• Ertesi gün saat on birde eski İngiliz başkentine yaklaşıyorduk. Yol boyunca Holmes gazete okudu. Hampshire’i geçtikten sonra etrafı seyretmeye başladı. Çok güzel bir ilkbahar havasıydı. Açık mavi gökte, Batıdan Doğuya, pamuk yığınları halinde bulutlar kayıyordu. Hava yaşamak zevki veriyordu. Bu havada insana gayret geliyordu. Yeşermeye başlayan dallar arasında, her tarafta, çiftliklerin gri ve kırmızı damları görünmekteydi. Baker Street’e hapsedilmiş bir insanın açık havada duyacağı sevincin coşkun sesiyle: —Ne serin, ne güzel değil mi? diye bağırdım. Holmes boynunu büktü. —Birdenbire şaşırdım. —Neden Holmes? —Benim gibi bir insan her şeye meslek zaviyesinden baktı mı her şeyi meslek çerçevesi içinde görüyor. Siz, bu ovaya serpelenmiş evlere bakıyor: ‘aman ne güzel!..’ diyorsunuz. —Tabii. Sizce güzel değil mi? —Belki güzel… Fakat ben göremiyorum ki… Alay mı ediyordu. Ben de şaka ettim: —Miyop mu oldunuz Holmes? —Hayır Watson. —Öyleyse?... —Ben de bakıyor, görüyor ve sadece şunu düşünüyorum: Bu evler birbirlerinden çok uzak… Hepsi ıssız… Burada işlenen bir cinayetin, bir suçun faili ele geçmeyebilir… —Hey Allahım!... Şu küçücük güzelim evlerle suç ve cinayetin ne münasebeti var? Holmes dudaklarını kısıp cevap verdi: —Beni de korkutuyorsunuz. —Sebebi de basit. Şehirde, kanunun başaramadığını umumi efkârın baskısı başarır. Londra’nın en sefil mahallesinde işkence edilen bir çocuğun feryadı, bir sarhoşun saldırışı komşuları ayaklandırır; adalet cihazı da o kadar yakındır ki, bir ihbar üzerine hemen harekete geçer. Suç ile sanık iskemlesi arasında bir adımlık mesafe vardır. Bunu da herkes bilir. “Bir de şu birbirinden uzak evlere bakın. Hepsi ıssız bir arazi içinde… Oturanları da kanun nedir bilmeyen biçare insanlar… “Amansız gaddarlıkları, kurnazca yapılan kötülükleri düşünün… “Bizden yardım isteyen kız Winchester’de otursaydı, onu merak etmezdim. Fakat Winchester’le arasında sekiz kilometre kır var; beni bu korkutuyor. Şahsen tehlikede olmadığı da belli değil. İtiraz ettim: —Belli, şahsen tehlikede olamaz? —Nereden belli? —Bize Winchester’de randevu verdiğine göre demek sokağa çıkabiliyor. —Tamamıyla sizin fikrinizdeyim: Kız hür. —Öyleyse neden korkuyorsunuz. Korkunuzun sebebini izah edebilir misiniz? —Ayrı ayrı yedi şekilde izah edebilirim. Yedisi de bildiğimiz vak’alara uygun. Ama hangisi doğru? Bunu alacağımız yeni haberlerden sonra anlayacağım. Kilisenin kulesi göründü. Biraz sonra Bayan Hunter’le buluşacağız. “Kara Kuğu” oteli istasyonun yanındaki Haute sokağında meşhurdur. Genç kızı bulduk. Bir salon kiralamış, yemek hazırlatmış bizi bekliyordu. Bizi görünce: —Geldiğinize ne kadar sevindim tasavvur edemezsiniz diye haykırdı. Bu lütfunuzu unutmayacağım. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Holmes acele etti: —Neler olup bittiğini hemen anlatın. —Saat üçte döneceğimi söylediğim için hemen anlatmalıyım. Bay Rucastle bu sabah şehre inmeme izin verdi ama, sebebini tabii bilmiyor. Holmes uzun bacaklarını ateşe karşı uzattı, koltuğa gömüldü: —Her şeyi sırasıyla anlattı, dedi. —Evvelâ şunu söyleyeyim, Bay ve Bayan Rucastle’den şimdiye kadar hiçbir kötü muamele görmedim. —Şu halde derdiniz ne? —Onları bir türlü anlayamıyorum, bunun için endişe ediyorum. —Anlamadığınız nedir? —Hareket tarzlarını anlayamıyorum… —Lütfen izah edin. —Geldiğim gün beni istasyondan arabasıyla Bay Rucastle aldı. Kırmızı Gürgenler’e götürdü. Yalan söylememişti. Çok güzel bir yerde; ama ev pek güzel değil. Rutubet lekesi içinde dört köşe taş bir bina. Evin üç tarafı tarla ve koru, bir tarafı da Southampton şosesine inen hafif bir meyilli hoş bir saha… Şose kapının yüz metre aşağısından geçiyor. Bu saha eve ait, fakat korular Lord Southerton’un. Tam sokak kapısının karşısında Kırmızı Gürgen korusu var, ev ismini bu korudan almış. “Yeni patronum ilk günkü kadar nazikti. Karısıyla çocuğuna beni öğleden sonra tanıttı. —Nasıl bir kadın? —Size kadın hakkındaki tahminimi söylemiştim. —Deli mi? —Hayır Bay Holmes tahminim tamamıyla yanlışmış. Bayan Rucastle deli değil. Sessiz, donuk yüzlü, kocasından çok daha genç bir kadın. —Kaç yaşında? —En fazla otuz. —Bay Rucastle? —O kırk beş yaşında var. Bay Rucastle ilk karısı öldükten sonra, yedi sene evvel tekrar evlenmiş. İlk karısından bir kızı olmuş, Philadelphia’daymış. —Bunun sebebini sormadınız mı? —Sormadım ama, Bay Rucastle usulca söyledi: Üvey annesiyle geçinemediği için Philadelphia’ya gidip yerleşmiş. —O kız kaç yaşındaymış? —Yirmi yaşında… Ama hak verdim. Yirmi yaşında bir kızın otuz yaşında bir üvey anayla geçinmesi zordur. Holmes bir noktada ısrar etti. —Demek Bayan Rucaltle’ın aklı başında. —Evet, ama pek akıllı diyemeyeceğim. Zekâsı da yüzü kadar donuk… Bende ne sempati uyandırdı ne de antipati. Sıfır bir kadın görünüşte kocasıyla oğlunu çok seviyor. Açık mavi gözleriyle onlara bakıyor, leb demeden leblebi istediklerini anlıyor ve daha onlar istemeden, isteyeceklerini veriyor. —Ya kocası? —O farfara ve gürültücü, ama anlaşmış Mesut görünüyorlar… Gelgelelim kadının gizli bir derdi var sanıyorum. Bazen dalıyor, o zaman gözlerinde bir elem ifadesi görüyorum. Kaç kere ağlarken yakaladım. Evvelâ oğluna üzülüyor diye düşündüm. —Çocuk hasta mı? —Hayır, dünyanın en şımarık, en ahlaksız kişisi. Yaşına göre ufak kalmış, boyuna göre de koca kafa… Vaktini vahşet buhranlarına yakalanmakla ve surat etmekle geçiriyor. —Vahşet buhranından kastiniz? —Gücü yettiği bir kişiye işkence etmek. İşte zevki bu. Fare, kuş, böcek yakalamakta usta. Bu çocuktan fazla bahsetmeyeyim Bay Holmes, çünkü hadiseyle pek ilgili değil. Holmes kabul etmedi: —Size göre ehemmiyetsiz de olsa, bana her şeyi ayrıntılarıyla anlatınız. —Önemli hiçbir şeyi unutmamaya gayret edeceğim. Evde ilk gözüme batan ve hiç hoşuma gitmeyen hizmetçi ile uşak oldu. Hal ve tavırlarını beğenmedim. Bunlar karı koca. Adamın ismi Taller. Kaba ve terbiyesiz. Favorili, kır saçlı. Leş gibi içki kokuyor. İki sefer körkütük sarhoş gördüm. —Bay Rucastle görmüyor mu? —Görmezlikten geliyor. —Ya karısı? —Karısı uzun boylu, şişman, iri yarı bir cadı!... O da Bayan Rucastle gibi az konuşuyor ama, ondan çok daha sevimsiz. Acayip bir karı koca. Ben vaktimi çocuğun odasıyla kendi odamda geçiriyorum. Odalarımız yan yana. —Diliniz kurudu Bayan Hunter. —Evet, bir yudum su içeyim. Hemen kalkıp su verdim. Bir yudum içip devam etti: —İlk iki günüm sakin ve rahat geçti. Üçüncü günün sabahı, Bayan Rucastle kahvaltıdan sonra indi, kocasının kulağına bir şeyler fısıldadı. Bay Rucastle: “Ha!.. Evet!.. dedi. Sonra bana döndü: “Bayan Hunter, saçlarınızı kestirmeye kadar kaprislerimize saygı gösterdiğinizden dolayı size minnettarız. Sizi temin ederim bu fedakarlık güzelliğinize hiç zarar getirmedi. Şimdi bakalım açık mavi elbise size yakışacak mı? Odanızda, yatağınız üstünde duruyor. Gidip giyerseniz size bir kere daha minnettar kalırız. “Odama gittim. Elbiseyi yatağımın üstünde buldum. Güzel bir maviydi, kumaşı da güzeldi, fakat giyilmişti… Ancak, üzerime dikilmiş olsaydı bu kadar tamam gelirdi. “Aşağı indim. Odaya girdim. Karı-koca beni mavi elbiseyle görünce sevinçten âdeta çıldırdılar. “Bulunduğumuz salon evin cephesi boyunca uzanan büyük bir salondu. Üç camlı kapısı vardır. “Orta kapının önüne, arkası kapıya dönük bir koltuk konmuştu. Bay Rucastle o koltuğu gösterip: “Oturunuz!” dedi. “Oturdum. Bay Rucastle salonda dolaşarak tuhaf hikâyeler anlatmaya başladı. Ömrümde bu kadar gülünecek hikâyeler dinlememiştim. Ne derece komik olduğunu bilemezsiniz. Gülmekten sahiden katılacaktım. “Mizah ve nükteden pek anlamayan Bayan Rucastle bir iki kere gülümsedi. Ellerini karnı üzerine kavuşturmuş, mahzun bir bakış vardı. “Bir saat kadar sonra Bay Rucastle birdenbire işe başlamanın vakti geldiğini, elbisemi değiştirip küçük Edonard’ın yanına gitmemi söyledi. “İki gün sonra aynı şey tekrarlandı. Mavi esvabı giydim, camlı kapının önüne oturdum ve patronun, çok güzel anlattığı tuhaf hikâyeleri dinleyip gülmekten katıldım. “Sonra elime sarı ciltli bir kitap verdi, ışık gözüme gelmesin diye koltuğumu çevirdi, hızlı sesle okumamı istedi. “Bir bahsin yarısından başlayarak okudum. On dakika sonra, bir cümleyi bitirmeme vakit bırakmadan elbise değiştirmemi emretti. Genç kız sustu. Bir müddet sustuk. Holmes neden sonra: Merak içindesiniz değil mi? dedi. Meraktan öleceğim Bay Holmes. Bu işin iç yüzü nedir?. Dikkat ettim, arkam dönük oturduğumdan, arkamda neler olup bittiğini göremiyordum, o da başımı arkaya çevirmeyeyim diye gözlerini üstümden ayırmıyordu. Bunu hissediyordum. “Göremeyecek miydim arkamda olup bitenleri? Derken aklıma bir çare geldi. El aynam kırılmıştı. Bir parçasını mendilime sardım. İlk fırsatta, kahkahayla güldüğüm bir sırada, mendilimi gözlerime götürdüm ve gizlice baktım. —Ne gördünüz? —Hiçbir şey görmedim… Olan bir şey yoktu… Daha doğrusu ilk bakışta bana hiçbir şey olmuyor gibi geldi. Ama ikinci göz atışta gördüm. Southampton yolunda kısa boylu, sakallı, gri elbiseli biri durmuş, bana bakıyordu. Bizim tarlanın parmaklığına dayanmış büyük bir dikkatle bizim eve bakıyordu. “Mendili gözlerimden çektim. Bayan Rucastle’ye baktım. O da içimi okumak istiyormuş gibi bana bakıyordu. Bir şey söylemedi. Fakat elimde ayna olduğunu ve arkamı gördüğünü anladığına eminim. “Hemen yerinden fırladı: “Jephro!... dedi. Yolda bir küstah adam var, Bayan Hunter’e bakıyor!.. “Bay Rucastle sordu: “Bir ahbabınız olmasın Bayan Hunter? “Olamaz, dedim, burada kimseyi tanımıyorum. “Şu dünyada ne küstah insanlar var!.. Arkanıza dönünüz Bayan Hunter, işaret ediniz de gitsin. “Görmezlikten gelsek daha iyi olmaz mı? “Olmaz. Boyuna burada dolaşıyor, dönünüz ve böyle işaret ediniz. “Dediği gibi yaptım, bu sırada Bay Rucastle perdeyi indirdi. Holmes sordu: —Bir hafta evvel. O günden sonra bir daha o koltuğa oturmadım. Bir daha mavi elbiseyi giymedim. Bir daha yolda kimseyi görmedim. Holmes coştu. —Devam ediniz Bayan, hikâyeniz çok meraklı olmaya başladı. —Kırmızı Gürgenlere ilk geldiğim gün Bay Rucastle beni mutfak kapısına bitişik bir binaya götürdü. Yaklaştığımız sırada bir zincir şakırtısı ve büyük bir hayvanın kımıldandığını duydum. “Bay Rucastle iki tahtanın aralığını işaret etti: “Bakınız!... Harikulâde değil mi? “Baktım, karanlıkta bir cisim ve pırıl pırıl iki göz gördüm. İki adım gerileyince patronum gülerek: “Korkmayın, dedi. Köpeğim Carlo… Köpeğim diyorum, çünkü uşağım ihtiyar Toller’den başka kimse yanına yaklaşamaz. Günde bir öğün yemek veririz o da doyasıya değil. Bunun için hep tetiktedir. “Toller geceleri çözer. Dişlerini geçireceği serseriye Allah acısın!. Rica ederim, geceleri evden dışarı adım atmayın. Hayatınız tehlikeye girer. “Bu ihtar boşuna değildi. İki gece sonra, saat ikiye doğru odanın penceresinden dışarı baktım. Mehtap harikulâde düzeldi, evin karşı tarafındaki yol gümüş gibi ışıldıyordu. Ortalık gündüz gibi aydınlıktı. Manzaranın sessizliğine koyuldum, fakat kırmızı gürgenler altında bir şeyin kımıldadığını fark ettim… Ay ışığına çıktığı zaman ne olduğunu anladım: Koca kemikleri dışarı fırlak, ağzı siyah, dişleri meydanda, kızılımtrak tüylü, dana kadar büyük bir dev köpekti. “Azametli bir edayla yolun öbür tarafına geçip kayboldu. Bu korkunç nöbetçi damarlarımdaki kanı dondurdu. Hiçbir haydut beni bu derece korkutamazdı. “Şimdi çok enteresan bir noktaya geldik. Söylediğim gibi Londra’da saçlarımı kestirmiş, fakat atmamış sandığımın dibine koymuştum. “Bir gece çocuk uyurken, vakit geçirmek için odasının eşyalarını gözden geçirip, neyi nereye yerleştireceğimi düşünmeye başladım. “Eski bir konsol vardı. Üstteki iki çekmecesi açık, alttaki çekmece kilitliydi. İki çekmeceye çamaşırlarımı yerleştirdim, yetmedi, üçüncü çekmecenin kilitli olması canımı sıktı. “Birdenbire akıl ettim. Belki de tesadüfen kilitli kalmıştır dedim ve kendi anahtarımı tecrübe ettim. Çekmecenin kilidi açıldı. Çektim. “Çekmecede ne vardı bilir misiniz? Sandığımın dibine sakladığım kesik saçlarım!. “Saçları alıp baktım. Benim saçlarım kadar yumuşak ve benim, saçlarımın rengindeydi, fakat bunlar benim, saçlarım olamazdı. Benim saçlarım sandığın dibindeydi. “Ellerim titreyerek sandığı açtım, saçlarımı çıkardım. Konsolda bulduğum saçların yanına koydum: Birbirlerinin aynıydı. “Çok garip değil mi? “Düşündüm, zihnimi yordum, kafamı patlattım, işin içinden çıkamadım. “Kendime ait olmayan saçları yine konsolun gözüne koydum ve bundan Rucastle’e hiç bahsetmedim. Kilitli bir çekmeyi açtığım için kabahatliydim. “Fark etmişsinizdir Bay Holmes, ben çok dikkatli bir kızım. Evin için avucumun içi gibi öğrendim ve ezberledim. Binanın bir kanadı boştu, kimse oturmuyordu. Tollerin dairesine giden kapının karşısındaki kapı, o kanada açılan kapıydı ama hep kapalı duruyordu. “Bir gün Bay Rucastle’in o kapıdan çıktığınızı gördüm. Elinde anahtarlar vardı ve yüzü her zamanki gibi gülmüyordu. “Yanakları kıpkırmızıydı, kaşları hiddetten diken diken olmuştu, şakak damarları atıyordu. “Kapıyı kilitledi ve beni görmezlikten gelip, tek kelime söylemeden yanımdan geçip gitti. “Beni de merak sardı. Çocuğu bahçeye çıkardığım zaman o tarafa gidip pencerelere baktım. Sırayla dört pencere vardı. Üçünün camları tozlu ve pisti, dördüncünün panjurları sıkı sıkı kapalıydı. Binanın bu kanadında kimsenin oturmadığı anlaşılıyordu. “Oralarda dolaşırken Bay Rucastle yanıma geldi. Her zamanki gibi neşeliydi, yüzü gülüyordu. “Genç Bayan, dedi, biraz evvel sizi görmemiş gibi, hiçbir şey söylemeden yanınızdan geçtiğim için sakın beni kabalıkla itham etmeyin… Zihnim işlerimle o kadar meşgul ki… “Estağfurullah, dedim. “Ve kendimi tutamayıp ilâve ettim: “Evin bu kanadı boş galiba? Odalardan birinin panjurları da kapalı… “Fotoğraf meraklısıyım. Panjurları kapalı oda, filmleri yıkadığım karanlık odadır... “Sustu, yüzüme baktı: “Bu ne dikkat! Maşallah gözünüzden hiçbir şey kaçmıyor!... Bu derece dikkatli olduğunuzu sanmıyordum. “Şaka eder gibi konuşuyordu ama, gözlerime dikilen gözlerinde şaka ifadesi yoktu; şüphe can sıkıntısı gördüm, neşeden eser yoktu! “O odalarda görmemem, bilmemem lazım gelen bir şey bulunduğunu anlayınca merakım büsbütün arttı. “Bu hissime merak demekte doğru değildir. Meraktan ziyada bir vazife hissiydi bu. Oraya girersem, iyilik edeceğim gibi geliyordu bana. “Kadınların önsezileri kuvvetlidir derler… Evin o kanadına girmek için fırsat gözlemeye başladım. “Nihayet fırsat dün çıktı. Şunu da söyleyeyim: O boş odalara girip, çıkan yalnız Bay Rucastle değildi. Toller’le karısı da evin boş kısmında dolaşıyorlardı. “Bir gün Toller’in büyük siyah bir torbasıyla o odaların bulunduğu kapıdan girdiğini görmüştüm. Son günlerde çok içiyordu, dün gece de çok sarhoştu. Yukarı, çıkarken muhtarı kapının üstünde buldum. Unuttuğu muhakkaktı. “Bay ve Bayan Rucastle çocukla beraber aşağıdaydılar. Bu mükemmel bir fırsattı. Yavaşça anahtarı çevirdim, kapıyı açtım, usulca girdim. “Karşıma halısız bir koridor çıktı. Dümdüz uzanıyor, sonra sağa kıvrılıyordu. Orada yan yana üç kapı vardı. İlk ve üçüncü kapı açıldı, bu iki oda boş, pis ve kasvetliydi. Biri iki, biri tek pencereliydi. Camlar o derece kirliydi ki, ışık güç giriyordu. “Orta kapı kapalıydı. Bir koldemiri vurulmuştu, öbür ucunda kalın bir ip vardı. Kapı da kilitliydi… Bu demirli ve kilitli kapı, panjurları kapalı duran odanın kapısıydı. Kapının altında hafif bir ışık sızıyordu, oda karanlık değildi. “Koridorda, kapının önünde durmuş, o odanın sakladığı esrarın ne olabileceğini düşünürken bir ayak sesi duydum, kapının altında sızan ışıkta bir gölge ilerleyip geriliyordu. “Ansızın korktum Bay Holmes. Öyle korktum ki, sahiden ödüm patlayacaktı… Gerilen asabım nihayet koptu: Döndüm ve koştum… Sanki eteğime korkunç biri yapışacakmış gibi koştum. Koridoru geçtim, kapıdan adımımı dışarı attım, Bay Rucastle’ın kolları arasına düştüm. “Patronum gülümseyerek; “Vay! Siz misiniz?... dedi. Kapıyı açık görünce sizin girdiğinizi tahmin etmiştim. “Soluk soluğa tekrarladım: “Korkuyorum! Korkuyorum, “Sevgili genç Bayan!... Benim sevgili genç misin!... “Ne derece tatlı ve müşfik konuştuğunu tasavvur edemezsiniz. “Söyleyiniz bakayım sevgili genç Bayan, sizi bu kadar korkutan nedir? “Sesi lüzumundan fazla tatlıydı. Her zamandan daha şefkatliydi. Hemen kendimi topladım: “Budala gibi evin boş kısmına girdim, diye haykırdım. O kadar karanlık ve sessiz ki, korktum. Oradaki sessizlik çok korkunç! “Ruhuma nüfuz etmeye çalışarak sordu: “Yalnız sessizlikten mi korktunuz? “Daha neden korkacaktım? Korkacak başka bir şey mi var? “O kapıyı neden kilitli tutuyorum? “Bilmem. “İşi olmayanlar giremesinler diye. “Gayet sevimli gülümsemekte devam ediyordu. “Eğer bilseydim… “Artık biliyorsunuz. Bir daha o kapıdan adım atarsanız… “Tam bu sırada tebessümünün yerini korkunç bir ihtilaç tuttu, suratı ekşidi, kaşları çatındı, beni bir cehennem zebanisi gibi tepemden tırnağıma süzdü: “...sizi köpeğin ağzına atarım! “Aklım başımdan gitmişti, ne yaptığımı pek bilmiyorum, galiba odama koştum. Hiçbir şey hatırlayamıyordum. “Yattım, ama yattığım yerde zangır zangır titriyordum… “O zaman aklıma siz geldiniz. Bay Holmes birine akıl danışmam gerekti. Artık her şeyden, evden, patrondan, karısından, uşak ve hizmetçilerden, hatta çocuktan bile korkuyorum. Benim gözümde korkunçtular. Sizi eve sokabilseydim içim rahatlayacaktı. “Ben kaçabilirdim, fakat korktuğum kadar da merek ediyordum. Çabuk karar verdim. Size telgraf çekecektim. “Mantomu, şakamı giydim, evden altı yedi yüz metre kadar ötedeki postaneye gittim, telgrafı çektim, eve içim biraz daha rahat döndüm. “Dönerken tüylerim ürperdi: Ya köpek çözülmüşse? Hatırladım: Toller sızmış olacaktı, köpeğe de ondan başka hiç kimse yaklaşamazdı. “İçeri girdin, odama çıktım. Bugün sizi göreceğim sevinciyle uyku tutmadı. “Bu sabah Winchester’e gitmek için izin istedim. İtirazsız verdiler, yalnız saat üçte evde olmam lazım. Karı-koca misafirliğe gidecekler, gece gelmeyeceklermiş. Çocuğu yalnız bırakamam. Kız derin bir nefes alıp: —İşte bütün macerayı anlattım, dedi. Bunların manasını lütfen söyler misiniz?... Fakat her şeyden önce benim ne yapacağımı söyleyin. Ben şimdi ne yapayım? Holmes’le beraber anlattıklarını merak ve dikkatle dinlemiştik. Dostum kalktı, kaşları çatık, elleri cebinde bir müddet odada dolaştı, sonra sordu: —Toller hâlâ sarhoş mu? —Evet. —Nereden biliyorsunuz? —Karısının Bayan Rucastle’e şikâyet ettiğini duydum. —Ne diyordu? —Herif bu akşam ayılamayacak, diyordu. —Rucastle’ler bu gece evde değiller mi? —Değiller. —Evde kapısı kilitli bir bodrum yok mu? —Var. Şarap bodrumu var. —Bayan Hunter bu işte çok hassas ve çok cesur davranmışsınız…. Bir şeye daha teşebbüs edebilir miyiz? —Neye? —Eğer sizi müstesna bir yaradılış telâkki etmeseydim, böyle bir teşebbüse girişmezdim. —Sizi hayal kırıklığına uğratmamaya çalışıyorum… İstediğiniz nedir? —Saat yediye doğru. Krımızı Gürgenlere geleceğiz… Rucastle’ler yok, Toller sızmış… Ortalığı velveleye verecek bir Tollerin karısı kalıyor… —Doğru. —Onu bodruma yollayıp üstünden kapıyı kilitleyebilirseniz işimiz kolaylaşır. Bayan Hunter tereddütsüz: —Kolay, dedi, yaparım. —Bravo!... İşin içyüzünü öğreniriz. Şimdilik kuvvetli bir ihtimal var. Siz Kırmızı Gürgenlerde birinin yerini tutmaktasınız. Yerini tuttuğunuz kimse de mahpus… —Sahi makul Ama karanlık odada hapsedilen kim? —Amerika’da olduğunu söylediğiniz Rucastle’in kızı Alice. —Bu akla yakın değil. —Aksine çok yakın. Suçlarınızın rengine kadar Alice’e benzediğiniz için sizi tuttular. Alice’in saçları kesik olduğu için sizin de saçlarınızı kestirdiler… Tesadüfen onun saçlarını konsolun kilitli gözünde buldunuz. —Peki ama mavi elbise? —Yolda evi gözleyen adam onun dostu, belki de nişanlısıdır. Alice’in mavi elbisesini giydiğiniz, ona benzediğiniz ve kahkahayla güldüğünüz için, sonra da elinizle kendisine “git” işareti verdiğinizden Alice’in mesut olduğunu, kendisinin müdahalesine ihtiyaç kalmadığını sandı… Köpek de geceleri, Alice’e hiç kimse yaklaşamasın diye çözülüyor. Bayan Hunter’in aklı yattı. —Evet, olabilir. —Bu işte en mühim nokta çocuğun durumudur. Bu sefer ben söze karıştım: Ne alakası var? —Azizim Watson, doktorsunuz, bu bakımdan ana babayı inceleyip çocuğun nelere meyledeceğini anlamaya çalışırsınız. Bunun aksi caiz değil midir? Ben çok kere çocuğu inceleyip ana-baba hakkında fikir edindim. “Çocuğun gaddarlıktan zevk alması, eline geçirdiği hayvanları öldürmekle hoş vakit geçirmesi, belki de ona güler yüzlü babasından veya anasından geçmiştir. Herhalde zavallı kızın, ana-baba elinden neler çektiğini anlatmaya yeterlidir. Bayan Hunter haykırdı: —Haklısınız var Bay Holmes! Bay Rucastle çok kurnaz ve çok sinsi bir adam. Aklıma daha birçok şey geldi. Meselenin bam teline bastınız. Vakit kaybetmeden o biçare kızın imdadına koşalım. —Ama çok ihtiyatlı davranmalıyız. Saat yediden önce hiç bir şey yapamayız. Patronun kurnaz ve sinsi olduğunu siz de söylüyorsunuz. Saat yedide gelir, işi kökünden hallederiz. ••• Sözümüzde durduk. Arabamızı civardaki bir lokantanın önünde bırakıp Kırmızı Gürgenlere girdik. Ağaçların kırmızı yapraklar, batan güneşin kızıl ışığında bakır gibi parlıyordu. Eğer Bayan Hunter güleryüzüyle bizi kapıda beklememiş olsaydı bile kırmızı yapraklı ağaçların sayesinde evi bulmanız kolay olacaktı. Sherlock Holmes sordu: —Dediğimi yapabildiniz mi? Aşağıda boğuk bir sesle duyuluyordu: —Bayan Toller’in bodrumda şarkı söylediği duyuyorsunuz, dedi. Kocasına gelince, mutfakta horluyor. İşte anahtarları. Bunlardan birer tane de Bay Rucastle’de vardır. Holmes’in yüzü güldü: —Mükemmel dedi. Şimdi bizi o karanlık odaya götürün de işi kökünden halledelim. Merdiveni çıktık, yasak kapıyı açıp girdik, koridoru geçtik, kol demiri vurulmuş. Bayan Hunter’in tarif ettiği kapının önüne geldik. Holmes ipi kesip kol demirini çıkardı. Sonra bütün anahtarları denedi, hiçbiri uymadı. İçeride ses seda duyulmuyordu. Holmes’in kaşları çatındı. —Geç kaldık galiba!... Bayan Hunter, siz odaya girmeyin. Sonra bana döndü: —Watson omzunuzla yardım edin, iki kişi birden omuzlarsak kapıyı açabiliriz. Kapı eskiydi, zora dayanamadı, açıldı. Odaya girdik. Boştu. Bir ot minder, bir küçük masa bir bez torbadan başka bir şeyler yoktu. Tepe camı açılmış, odada hapsedilen kız gitmişti. Holmes başını salladı: —Fena!... Müşfik baba Bayan Hunter’in maksadını sezmiş, kızı alıp başka bir yere götürmüş. —Nereden çıkarmış? —Pencereden şimdi anlarız. Kedi gibi dama tırmandı: —Tamam. Merdiven duruyor. Aşağıdan merdiven dayamışlar. Bayan Hunter şaşaladı: —Nasıl olur? Rucastle’ler gittikleri zaman merdiven yoktu. —Demek geri dönmüş… Kurnaz ve sinsi bir adam olduğu anlaşılıyor… Dinleyin… —Merdivende ayak sesi vardı: —Galiba geliyor… Watson, tabancanız hazır olsun. Daha sözünü bitirmeden kapıda şişman güçlü kuvvetli, elinde kalın bir baston tutan bir adam göründü. Bayan Hunter korkudan sarardı, Holmes adamın üstüne yürüdü: —Haydut, kızınız nerede? Şişman adam etrafına baktı, tepe camını gösterdi: —Bunu ben size sorayım dedi. Sizi gidi hırsızlar sizi!... Ama yakalandınız!... Sizin icabınıza bakarım!... Döndü ve koşarak merdiveni indi. Bayan Hunter inledi: —Köpeği getirmeye gitti. —Tabancam var, dedim. Sherlock Holmes: —Sokak kapısını kapayalım, dedi. Merdiven indik. Antreye girdiğimiz zaman bir köpek havlaması, sonra can çekişen bir insan inilti ve hırıltısı duyduk. Bu sırada yan kapıdan yüzü kıpkırmızı, yaşlı bir adan çıktı. Sendeleyerek yürüyordu: —Aman Allah!... diye haykırdı. Biri köpeği çözdü. Köpek iki gündür aç… Adamın imdadına koşun!... Holmes’le beraber dışarı fırladık. Evin arka tarafına gittik. Toller peşimizden geliyordu. Köpek dişlerini, yerde yatmış debelenen Rucastle’ın gırtlağına geçirmişti. Tabancamı çekip hayvanı beyninden vurdum. Köpek düştü. Efendisinin tombul gerdanı hâlâ düşleri arasındaydı. Rucastle’ı köpeğin ağzından güç kurtardık. Ölmemişti ama ağır yaralı ve bitkindi. Eve götürdük. Salondaki divana yatırdık. Ayılan Tolles’i karısını çıkarsın diye bodruma gönderdik. Biz yaralıyı tedaviye uğraşıyorduk. Kapı açıldı, içeriye iri yarı, korkunç bir kadın girdi. Bayan Hunter: —Bayan Toler! dedi. —Benim Bayan. Bay Rucastle yukarı çıkmadan önce bodrumun kapısını açtı. Ah Bayan, yazık ki, bana maksadınızı önceden söylemediniz. Söyleseydiniz boş yere vakit kaybettiğinizi size anlatırdım. Holmes kadına baktı: —Galiba Bayan Toller bu işin içyüzünü herkesten iyi biliyor, dedi. —Evet, biliyorum. Bildiklerimi de söyleyeceğim. —Öyleyse oturun da anlatın. Çünkü henüz kavrayamadığım bir iki nokta var. —Anlatayım. Bodrumdan çıkabilseydim daha evvel anlatırdım. Eğer işe polis ve adliye karışacak olursa, ben sizden yana çıkacağım. Bayan Alice’in dostuyum. “Bayan Alice evinde hiç rahat etmedi. Ömründe rahat yüzü görmedi. Hele babası yeniden evlendikten sonra rahatı büsbütün kaçtı. Of demeye hakkı yoktu. “Bir gün arkadaşlarının evinde Bay Powler’i tanıyınca işler bütün bütün çatallaştı. Bayan Alice’in annesinden miras kalan parası vardır, fakat o kadar sessiz ve sabırlıdır ki, hakkını istemedi. Paralarını babası istediği gibi idare ediyordu. “Bay Rucastle’ın kızından korkusu ve endişesi yoktu, kızının ömrünün sonuna kadar hakkını aramayacağına emindi. Fakat evlenirse kocası pek tabii olarak karısının hakkını arayacak, Bay Rucastle parasız kalacaktı. “Kızıma bütün servetini kendisine hibe ettiğine dair bir senet imzalatmak istedi. Bayan Alice imzalamadı… Kızını bu yüzden öyle hırpaladı, öyle horladı ki, kız bir buçuk ay hasta yattı. “Ayağa kalktığı zaman bir deri bir kemik kalmıştı. Saçlarını kesmişlerdi. Fakat Bay Fowler Bayan Alice’e yine âşıktı, ona yine sadık kaldı. Holmes sözü kesti: —Meseleyi aydınlattınız, artık iş anlaşıldı. Üst yanını ben anlatabilirim. Bunun üzerine Rucastle kızını bir odaya hapsetti. —Evet efendim. —Bay Fowler’i atlatmak için de Londra’dan Bayan Hunter’i getirdi. —Evet efendim. —Fakat Bay Fowler Bayan Alice’i o kadar çok seviyordu ki, evinin önünden ayrılamıyordu. Nihayet sizi buldu ve sizi, her ne şekilde ise, kendine bağladı. Menfaatinizin kendi menfaatlerine bağlı olduğunu size inandırdı. —Bay Fowler çok kibar, çok cömert bir insandır. —Kocanızın ayık kalmamasını ve fırsat çıkınca bir merdivenin hazır bulunmasını sağladı. Karı koca gidince de fırsat çıkmış oldu değil mi? —Evet, efendim. —Teşekkür ederiz. Bayan Toller. İşte doktorla Bay Rucastle de geliyor. Holmes bana döndü: —Watson, Bayan Hunter’i Winchester’e götürsek iyi olur. İşte, kapısı önünde Kırmızı Gürgenler bulunan uğursuz evin esrarı bu suretle aydınlandı. Bay Rucastle ölmedi ama, kendini de tamamıyla toparlayamadı. Tollerler yine yanında oturuyorlar. Ne olsa eski adamları, geçmişini bildikleri için onları yanından ayırmadı. Bay Fowler’le Alice evlendi. Fowler Maurice adasında bir memuriyete tayin edildi. Bayan Violette Hunter’e gelince; dostum Holmes bu bakımdan beni hayal kırıklığına uğrattı. Bayan Hunter’le hiç ilgilenmedi. Dava kalmayınca kızı başından savdı. Violette Hunter Walsall da özel bir okul açtı, muvaffak da oldu.
·
2.306 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.