Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

623 syf.
4/10 puan verdi
Müslümanın ortak delili olarak kuran ve sahiplenmeleri gereken bakış açısı olarak İslam birliğinden bahsedilirken Sünneti Seniyyesi’ni ve Ehli Beyt sevgisi tamamen dışarıda bırakılıyor. İşin enteresan tarafı bugün anlattığım işin bu kitapta yaşanıyor olması. Cemalettin Afgani her ne kadar Sünneti Seniyyesin’den sadece bu kitapta Allah, kitap, peygamberi anlatırken iki üç hadise yer vermiş olsa da onu sevenler bir sonraki aşamada bu unsuru da ortadan kaldırmaya meyletmişler. O zaman Afgani’nin bu manada bir şeyleri yazarken farklı, yaşarken da farklı olabilme ihtimalini akla getiriyor. Ama meseleyi değerlendirmek için ihtimallere değil yazılanlara bakmaya Afgani bu işe merkezden yani İstanbul’dan başlamaya karar verdi deniliyor. Evet hakikaten de Afgani İstanbul’a geliyor eğitim bilimlerinde görev alıyor. Hatta yazdıkları kitaplardan bir tanesi Hindistan’daki materyalistlere karşı yazılıyor ve diyanet bu kitabı basıp halka dağıtıyor. Ama bir zaman sonra Osmanlı’nın içindeki ulema Afgani’nin çeşitli konulardaki yanlış görüşlerini, yetersizliklerini, yahut topluluğu bir cihada taşırken savaş odaklı bir din anlayışının varlığını sezinliyor olsa gerek onu İstanbul’dan uzaklaştırıyorlar. Konu şöyle anlatılıyor. İkinci Abdülhamit henüz devletin başına geçmemişti. İstanbul işin başında Afgani’yi çok sıcak bir şekilde karşıladı. Kısa zamanda büyük maarif meclisi üyeliğine atandı. İslam’ı eylemsizlikten kurtarmak düşünce alanına hurafelere arındırmak ve İslam düşüncesini akli boyutlarına değinmek oluşturuyordu. Afgani için akıl ön plandaydı ve daha 1880’lü bu yıllarda İslam’ın parçalanarak İngilizlerin eline geçmesine karşı duran ve İngilizlere de ciddi giydirmeler yapan Afgani’nin bunları yazdıktan sonra İngiltere’ye gittiğini sonra da geri dönüp Paris’te bu dergiyi yayınlamaya devam ederken Paris hayatında özgürlük bu dediğini görüyoruz. Dolayısıyla Afgani hayatını Yaşarken bizi sürekli şaşırtıyor. O yüzden genç kardeşlerim adamın yazdıklarında nüveleri araştırıyoruz. Bu ön söz. İçendeki nüvelerden oluşan meyvelerin bir bölümü. Bakalım. O meyvede ne diyor. Gerek Afgani ye yapılan çünkü karşılıyorlar Afgani’nin görüşmelerine. Gerekse Şeyhuslaman’ın isteğinden dolayı en azından çalkantılar sakinleşince kadar Afgani’nin süreli olarak başkentte ayrılmasına karar verildi. Yani bir devlet kararıyla Afgani Osmanlı topraklarından başkentinde en azından uzaklaştırılıyor. Kısa bir süre sonra Afgani çağdaş Mısır’ın ilk ve en önemli partisi olan vatan partisi el hizbul vataniyye’yi kurdu. Bu partinin ne özellikte olduğunu internette yazarsanız detaylarını görebilirsiniz. İşin aslı cihadçı bir anlayışın el kaideci duruşun geçmiş kökenleri den bir damar ucuna rastlıyoruz burada. Bir atabeylikten bahsedebiliriz yani. Ağustos 1879 da Kahire’nin sıcak gecelerinden birinde Afgani tek başına evinden alınarak polis karakoluna götürüldü. Limanda Mısır topraklarından ayrılan ilk gemiye bindirildi. Gerçekten de o gece Mısır’daki yabancı kralın yaptıkları Mısır halkının muhtemel hareketlerini baltalamayı hedef alan bir inkılaptı. Ama inkılap tam değil eksikti. Nitekim bu tarihten yalnızca iki yıl sonra Afgani’nin öğrencileri Kral Tevfik’e baş kaldırarak çağdaş mısır tarihini aydınlatacak direnişini gerçekleştirdiler. Devlete sonradan baş kaldıran ama süreç boyunca devleti bir sevgili olarak kendine gösteren bir unsur. 15 Temmuz tarihini Yaşarken sanırım anlattığım mevzuyu anlatmak için bir başka ismi kullanmaya burada gerek yok. Ama Afgani’nin bu kitabı hakikaten de o isimlerin ilk dönemlerine oldukça benziyor. Afgani’nin bağlantısına direnen Mısır halkına destek olmasından korkan İngilizler bombaya onu daha sıkı kontrol etmeye başladılar. Bombaya nakledildi. Bu sefer Hindistan’a geçiliyor İngilizlerin eliyle. Çünkü garip bir şey var Afgani’yi hep başından beri söylüyoruz ya mealcikeri destekleyen bir Fransız ekolü var diye. Her zamana Fransanın desteklediği ve bu dergiyi bedava dünyaya dağıttığı, Ruslardan fazla bahsetmemeye çalıştığını kitap boyunca görüyoruz. Yani İngilize karşı düşman okulunun kökeninde biraz da o Fransız etkisini ve Kuzey Afrika’da Fransa’nın getirmek istediği modernizme olan ilgisini kitap boyunca görmek mümkün. İngilizlerin Mısır topraklarını işgal başladıkları haberi Afgani ye ulaştığında kafasındaki büyük projeyi uygulamaya başladı. “El ulvetilvusga” adında uluslararası İslami bir teşkilat kurdu. Bu da o teşkilatın dergisi. Yani. Tarihte cihadı merkez alan ilk geniş çaplı örgütlenmeden bahsediyoruz. Paris’e hicretten bahsediliyor. Paris ve hicret kelimesinin yan yana olması biraz ironi olmuş. Bazı yerlerde siyasi çalışmalarını engelleyecek bir sürü faktörlerin varlığından dolayı Afgani bu tip çalışmaları yürütmek için partisi merkezi seçti. Basın özgürlüğü olduğu ve siyasi çalışmaların serbestçe yürütüldüğü tek İslam ülkesi olan Mısır da İngilizlerin eline geçmişti. Mısırdaki basın özgürlüğünün olmadığı dönem hangisi? Dikkat 1884. Osmanlı’nın hala etkisinin devam ettiği süreç ki kitabın içinde Afgani’nin Osmanlı sevmezliğini göreceğiz. Ama burada da Paris’te mısır İslam ülkesini kıyas edip burada kral geldi, İngilizler burayı aldı deyip Fransa da nefes aldığın söylemek bana yine 15 Temmuz tarihinde geçen isimlerle benzerlikleri hatırlatıyor. Sonuçta insan kendisini peygamber gibi görmeye başlayınca Kuranı merkeze aldığın iddia ederken bir başka şeye doğru çeşitleniyor, değişiyor. Bazen bilinçli bazen bilinçsiz. Teşkilat adını bir kuran ayetinden alıyordu. Yukarıda söyledik bakara suresi 256. Ayeti Kerime Teşkilat İslam yapışacak taguti güçlere karşı mücadele verecekti. Bu tagut kelimesini youtube da bir arama motoruna yazarsanız karşınıza çıkacak genç kardeşlerimin çıktığı yolculuğu gördüğünüzde ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Sürekli savaşmak isteyen, sürekli çatışmak isteyen, süreklicihad bekleyen, hadi savaşalım diyen bir zihniyet. Unutmayın bu topraklar her zaman sevgi ve muhabbetle yoruldu. Her zaman sevgi ve muhabbeti beyan eden tasavvuf erbabıyla bugünlere geldi ve biiznilah kıyamete kadar da böyle gidecek. Tasavvufa şirk diyen bir anlayış Müslümanlara artık siz tağuta oy verdiniz. Tağutun okuluna gittiniz. Tağutun sisteminde askere gittiniz diyerek onları kafir ilan ettiklerini youtube da sere serpe görüyorsunuz ne yazık ki. Aynı zamanda bu insanların Allahu Ekber nidalarıyla ne yazık ki Müslüman insanları katlettikleri göreceksiniz. Bu bir katliamsa eğer, bu bir vahşetse, bu vahşetin kökenindeki insanlardan bahsediyoruz. Teşkilat adaleti sever ve çeşitli musibetlerden dolayı kafaları yorulan birtakım Avrupalılarla da sağlam ilişkiler kurmuştur. Avrupalılarla. “Teşkilatın gizliliğine gelince o günkü doğu İslam dünyasının şartları bu tip siyasi uğraşıları zorlaştırdığı için gizli çalışma yolu tercih edilmiştir.” İslam dininde tebliğ gizli yapılan unsur değil. Söyleyeceğimi sözler açık ya kurandan bir ayet Ya Sünneti Seniyyeden bir hadis ya Ehli Beyt ten evliyaullahtan kıymetli bir söz ve bunun değerlendirmesini üzerine. Bunun gizliliği bunun sırrı olmaz. Müslüman açık olandır açıkça beyan edendir sözünü. Efendim, sevenlerini getiren Cemalettin Afgani’nin bu dergide içten içe yazdıklarına geleceğiz. Objektif olmaya çalışacağız. Çıkarım yapmaya çalışmayacağız. O yüzden biraz zorlayıcı bir kitap. Siyasi işler için söyle diyor Cemalettin el hüsemi el Afgani, artık bu derginin siyasi şefi olmuş baş yazarı olarak da Muhammed Abdul atanmış. Dergi ücretsiz dağıtılmış. Durumu iyi olanlar için beş franklık bir yardımtalep edilmiş.Yani verirseniz denilmiş. Bu tarihlerde bu para girdisi önemli bir unsur olarak kafaya takılıyor. Dergiyi ekonomik yönden el urvetül vusga teşkilatı finanse ediyordu. Ama bu teşkilatın finans metodolojisi neydi bu konuda bilgi sahibi değiliz. İlk sayısı 8 Mart 1984 de çıkıyor ve 8 ay sonra o 8. Sayısı ile Birlikte kapanıveriyor. “Afgani de İngiliz siyasetine saldırıyor. Sudan valisi olan Gordon Paşa adındaki İngiliz subayını sürekli eleştiriyordu. Bu arada da Osmanlı hükümetini de İngilizlere yardım etmemeye çağırıyordu” derken 30. Sayfada Cemalettin Afgani Osmanlı’nın İngilizlerle beraber hareket ettiğini aslında Osmanlının da değişmesi gerektiğini anlatır. “İngilizler Mehdi hareketi attığında görüşlerini almak üzere Afgani’yi Londra’ya çağırdılar.” Neden. Çünkü Afgani Sudan’daki ve mehdi akımını desteklemektedir. Bir teşkilat bir ordu bir yapılamadı. Çatışmacı bir düzenekte. Ve tağuta inanan kim varsa, o tağutu bazen Osmanlıyla doldurabilirsiniz, bazen bir alim bazen bir tasavvuf erbabı ki kendisi tasavvuf erbabından tamamen ayırır kendisini. Bu konuda Londra’ya çağırılıyor. Megditi haksız gösterecek şeri bir fetvayı vermesini istiyor. Sudan tahtını ona teklif ediyor. Ama bu Afgani in ifadesi. Sudan tahtı teklifinden sonra İngiliz hükümeti Afgani’nin gücünü bilmekte, görüşlerini takdir etmekte ve İslam hükümetlerle iyi ilişkiler kurmak istemektedir. Resmi evrakla göre Lord salirsbury Afgani’ye şunları söylemiştir. Üsteki nedenlerden dolayı seni bir sultan olarak Sudan’a göndermeyi teklif ediyoruz. Mehdi fitnesinin kökünü kazıyacağından ve orada İngiliz zemin hazırlayacağından eminiz. Afgani, İngiliz oyununa düşmeyi rederek İngiliz mantığıyla alay etti deniliyor. Sudan İngilizler’in malı değil ki tahtını diledikleri verebilsinler. Afgani diğer bir sayıda da Osmanlı padişahının Mehdi hareketinden hoşnut olduğunu belli etmiştir. Bu konuda Resmi bir bilgi yok ama soru işareti şu. İngilizler yıllarca Mücahit olduğu düşünülen hakikaten Müslüman olduğuna kani getirdiği bir ismi resmi evrak altında Sudan tahtını sizce teklif eder mi? Cevabını siz verin. “Müslümanların geri kalmışlığının nedenlerinden bahsediyor Afgani. Müslümanların ayrılığa düşmeleri, güçlerinin zayıflaması, kadere boyun eğen bir kaideye sarılmalar, yöneticilerin bilgisizlikleri, İslam’ın gerçeklerini bilmemeleri, vehimlerle uğraşarak gerçek ilmi ihmal etmeleri” diye bahsediyor. Aslında. Ama enteresan olan taraf şu ilerde kaderden öyle bir bahsediyor ki Ehli sünnet anlayışına cuk diye oturuyor. Evet diyorsunuz kader anlayışı doğru. Ama burada bu genç bireyleri toplarken, kadere boyun eğme iz şimdi böyledir, baş kaldırma vaktidir diyor. Bu durumda bazıları şunu düşünebilir ama mısır gibi bir ülke, yıl 1984 İngilizlere baş kaldırmış bunlar diyebilirsiniz. Hu baş kaldır değil, vatan savunmasıdır. Vatanını savunurken insanlar için mihenk Resulü Kibraya Aleyhissalatu Vesselamın ve onun arkadaşlardır. Ama Afgani hem onu hem o yoldaşları hem o yolda gitme potansiyeline sahip herkesi bir başka kefeye koymayı tercih etmiştir. El urvetilvusga’nın ilk sayısı bulunan kimse iki yıl hapis ve 100 sterlin para cezasına çarptırılıyordu.” kimler tarafından? İngilizler tarafından olduğu söyleniyor. “İngilizler derginin Hindistan ve Mısır’a girişini yasaklamaya büyük bir başarı elde ettiler.” Buradaki başarı şu İngiliz düşmanı olan Afgani’nin Fransız karın mısırda olan istek ve talepleri doğrultusunda Mısır’da dergi bastırması, Paris’te dergi bastırıp bunu dünyaya yaymasını nasıl anlatacağız. Sonuçta İngiltere Fransa’ya herhangi bir sözle söyleyerek bu dergilerin basılıp, yayılmasını daha Fransa’da engelleyebilecekken bunu yapmıyor. Mısırda yasak tutuyor. Bu yine bana 15 Temmuz hikayesinde bu kitapları kötü gösterme çabalarıyla da örtüşen bir niteliği hatırlatıyor. “Veraset yoluyla yapılan sultan seçim ve tayini İslam ümmetinin üzerindeki olumsuz etkilerinin bilincindedir. Abdulhamitle görüşmede önce dahi elurvetül vusga da Osmanlı Sultanını desteklediğini ve onun etrafında toparlanmanın gerekli olduğunu vurguluyor ancak idarenin bazı yanlış tutumlarını da değiniyor” diyen Afgani, Osmanlı’nın karşı duruşunu öğrencilerine talebelerine öğretmeye başlıyor. Ve şöyle diyor “Sultan Abdülhamit yılan çok hatalı bir insandır.” İşte sinsi bir yaklaşım tarzının en incelikli kelimelerinden biri. Hem iyi kalpli hem de çok hatalı. Bu hilekarlığının başında siyasetçi bir tasavvuf şeyhi olan ebul huda essegalani geliyordu. Bu tarikat şeyhi başkentteki komplocu grupların en büyüğünün başını çekiyordu. Tarikat şeyhleri Afgani için bir düşmandı. Ona göre tarikat şeyhleri devleti İslam’ın dışına sürüklemekteydi. Bu anlayış dipten gelmişti. Afgani yazılı olarak pek bir şey bırakmadı denilir. Hakikaten de öyle. Afganistan tarihi ve Dehriyuna Reddiye yazılı olarak bıraktığı iki tane eserledir. Deniliyor. Şimdi “Eğer Osmanlı Devleti kurulduğundan itibaren batı dünyasını gözlese medeniyet ve teknolojiden ondan geri kalmasa ve maddi fetihlerini bilim gücüyle özdeşleştirseydi de ne doğu meselesi çıkardı ortaya ne de hayat hakkını zayıfın elinden alan dengede farklılığı.” Afgani açık bir şekilde Osmanlı’nın Fransa gibi bir medeniyetten uzaklaşma sürecinin gerekliliğini anlatıyor. Bu hale düştüğümü anlatıyor. Dolayısıyla Afgani in Osmanlı düşmanlığı yavaş yavaş inceden işleniyor. Afgani Osmanlı devletinin ve diğer İslam ülkelerinin duçar olduğu gerildik ve çöküşün nesneleri hakkında şunu söylüyor eğer diyor bütün gücüyle yürekleri aralara yakınlaştırma çalışsaydı Osmanlı karşı konulmaz bir güç, yenilemez bir kale ve otoritesi daha yerli yerinde kökten olurdu. Ama bu yapılmadı. Hatta daha da ileri giderek araların Türkleştirilmesi düşünüldü. Osmanlı devletine ırkçı bir yaklaşım sahibi olduğunu söyleyen kimlerdi? Fransızlar ve İngilizler. İngilizlere söverken aynı anda Osmanlı’ya sövebilmek bir kapın içinde temiz ve pis yemeğe çalışmaktır. İşte bütün ince sinsi faaliyet buradan başlıyor. Karşınıza çıkıyorlar yıllarca güzel konuşuyorlar, sonunda ufacık bir cümle bunca yılın hatırına kabul edilince zoka yutulmuş oluyor ne yazık ki. “Eğer öğüdümü dinler halkı ülke yönetimine ortak yapacak biçimde onların kendilerinin temsil edecek yetki verip vekiller seçmelerine izin verirseniz” demokrasiden bahsediyor “ve yasaları bu vekillerin oluşturduğu meclis koyarsa kusursuz bu tahtınızı sağlamlaştırıp hükümranlığınızı daim kılacaktır.” İranlılar için söylüyor bu, çünkü Afgani İrlanda Humeyni anlayışının kökenlerine aşkından da bahsetti. 19. Yüzyılın sonlarında Afgani İstanbul’da yalnız başına ölmüş ama cenazesi ne hikmetse buradan alınıp tekrar taşınmış. Afganistan’a. Bu iki öge şundandır. Düşüncede sapma, duygularda çözülme, duygusuzlaşma. Duygulardan bahsediyor Afgani “Ve düşüncelerinde samimi bir çağrı şeklinde ilan etti. Islahat ve birliğe çağırıyordu” derken İslam’ın bu çağrısında ıslahat vurgusunu sürekli yapar. Bizdeki ıslahat fermanının sonradan nasıl bir parçalanmaya sebep olduğunu zannımca unutmamışsınızdır. Yenilik demek İslam’da kişinin yenilenmesidir. İslam zaten ıslah edicidir. Her dem ıslahtır. “Bu güç sömürgecilerin güvenlik adası dedikleri yerden İran’dan hareket ediyordu. En büyük sömürge kalesi sallanıyordu. Bu dini bir devrimdir. Bir din adamının rehberliğinde yapılmıştır” derken İran İslam devletinin ehemmiyetinden bahsediyor. Orada dökülecek her türlü probleminin ilerde bir sıkıntı doğurmayacağını iddia ediyordu. “Bakınız” diyor. Bu iki zan ne diyor. İnsan Cemalettin’i belli bir mezhebe ait düşünmek isterse hataya düşer. O inançta da karmaşık bir yapıya sahiptir. Evet garip bir durum var. Bizler kitap boyunca Cemalettin Afgani’yi Şii bir topluluk içinde doğmuş olsa da bir Şia gibi göremiyoruz. Sünni olarak da göremiyoruz. Çünkü Afgani işte en tehlikeli boyutta. Bütün mezhepleri de bir kenara koymak gerektiğinden bahsediyor kitabında, dergi yazılarında. El mecelle dergisinin Afgani’nin, Fransız hükümetinden para aldığına dair iddiası ne kadar gülünçtür.” diyor. “Afgani’nin amacı para olsaydı Müslümanlara karşı büyük çekerek İslam coğrafyasının her tarafına gitmez, ömrünü bu yolda harcamazdı.” Ömrünü harcadığı yer iki yer; biri Hindistan biri Mısır. İstanbul’dan zaten kovulmuş. Hindistan’da da kendisine bakanlık verilmiş. Yani hayatı boyunca çektiği bir tane çile var. O da İngilizler Mısır’da istediğini yapmayacağı iddia edilip oradan sürgün edip Hindistan’a getirilmesi. Ama Hindistan’da bakan olması. İnsan İngilizlere çok laf söyleyince İngiliz düşmanı mı olur sormak lazım. Şimdi Afgani’nin ilk kurulduğu yıllarda bu derginin, iyilik ve ıslahat bayrağını sahiplenen mason cemiyetleriyle tanışmış.” Bir kere mason cemiyetlerine iyilik ve ıslahat manası sahiplenmekten bahsediyor. Kendisi dediği ıslahattan bahsediyordu “Ama daha ilk andan bunların gizli emellerinin farkına varmış ve Müslüman mısır halkına aslında bu cemiyetlerin aslında halkın çıkarlarını savunmadığını ve recimle birlikte çalıştığını açıklamıştır.” Soru bir; bir mason teşkilatı Cemalettin Afgani gibi şayet dinde yaşam biçiminde üst üste önemli bir noktaya gelmiş bir adamı kandıramayacağına inanmışsa davet eder mi? Hayır. Mason yapılanmasında böyle bir usul tarih boyunca yok. Siz masonik olabilme ihtimalinize karşılık davetiye yoluyla çağrılırsınız. İki; bir ıslahat hareketi olduğunu bir iyilik hareketi olduğunu düşündüğünüz mason teşkilatı 1880’li yıllarda bütün dünyada berbat bir yapısı olduğu herkes tarafından bilinirken Cemalettin Afgani’nin bunu bilmeme imkanı sizce var mı? Cevabı yine siz verin. “Arkasında batı ve doğu haber alma teşkilatlarının ve Siyonist topluluğun bulunduğu bu komplo şunları hedeflemektedir” der komplolara karşı Müslümanları uyaracak Afgan ve der ki “Büyük İslami düşünce ve hareketlerimden ötürü Cemalettin Afgani çok bir şeyler borçlu olan İran İslam devrimini lekelemek sonrasında gerçekleşen. Afgani’yi evrensel İslami hareketlerden ve İran İslam devriminden ve imam Humeyni’nin liderliği altında yürütülen manevi ve siyasi ilişkilerden ayrı tutup uzaklaştırmaya çalışmak Mısır’da faaliyet gösteren İslami hareketlilik ve özellikle rejime karşı silahlı mücadele veren kesimi İslami cihad yolundan kendine rehber seçtiği Afgan iyi lekeleyerek baltalamaya çalışmak.” Sanırım anlaşılıyor her şey. Kim yazmış? Ekim 1985 Roma İtalya da Seyyid Hadi Hüsrev Şahi yazmış. Yine Seyyidlik kelimesinin doğru olup olmadığı soru işareti. Bazı yerlerde Seyyid isim olarak da kullanılıyor çünkü. Geliyoruz Afgani’nin kendi sözlerine. “Bugünlerde doğu bölgelerinde gördüğümüz fikri hareketlenme bizi oldukça sevindiriyor. Herkes özgürlük ve kurtuluş istiyor” diyen Afgani daha ilk köşe yazısında özgürlükten bahsediyor her dönemde aynı söylemle hareket ettikleri gibi. “Kuran okundukça” bunlar dikkat ederseniz bu köken şuradan gelir. Kuranı Kerim demezler hep Kuran derler. “Kuran okundukça ve okuyucularınca akledildikçe günler onları zillete düşüremeyecek.” Kuran akli bir metodoloji değil, nakli bir metodolojidir. Bu yüzden muhatabın evveli kalp, kalbe göre niyaz eden, mücahedesini tamamlayacak akıldır. Ancak Afgani yine akıl vurgusuyla mealcilere hazır çapa yapmaktadır. Bu Müslüman aydınlar fikirlerinin uzak yakın herkese iletilmesi için dillerin en güzel Arapçayla bir derginin yayınlanmasını istediler dergi Paris gibi basın özgürlüğünün bulunduğu bir şehirde çıkarılmalıydı.” der. Paris’te bilinçli olarak seçtiğini ifade eder Cemalettin Afgani. O kadar incelikli işler ki, satır ve sayfalar arasına girmezseniz, size dinin doğru bir şey olduğunu doğru bir şekilde de anlatır. “Ümmetin hastalıklarının çeşitlerini, bu hastalıklar etrafında oluşan geleneklerini kalplerindeki mezhebi anlayışları ve akidelerinin yeryüzündeki konumunu yükseldiği yeri ve şuandaki düşüş derecesini ikisi arasındaki yuvarlanmasını tam olarak kavrayamadan onu düzeltmeye ahlakı ıslah etmeye kalkışan kişinin verdiği ilaç zehire döner ve sosyal bilgeliği yok eder.” diyor. Demek ki hastalık dediğiniz şey mezheple hasıl oluyormuş. “Vatanlarına hizmet etmek arzusunda ciddi olsalar bile aktaracakları ilmi gerçeğiyle temsil etmekten aciz olan kişiler ne yapabilirler?” diyerek bilimden uzaklaşan bir İslam’dan bahseder. Bugünkü mealcilerin söylediği gibi. Sanki Müslümanlar, onlar, Cemalettin Afgani gibiler gelene kadar bilimle hiç uğraşmadılar. Kaldı ki ilerleyen dönemde bazı büyük mutasavvıfları tamamen yok ederek kendi inancıyla ortaya koyduğu akılcı isimlerden bahsettiğini görüyor olacağız. İmam Gazali’den de bahsettiğini görüyoruz ama bunların her birisinin birer olta olarak karşımıza çıkma “ihtimali birkaç sayfada bir yeniden gündem oluyor. Ümmetin ortaya çıkış sebebi yükselmesinin sağlayan etkin din ise düşüşün ortadan yok oluşu şüphesiz dini esaslarını bırakması arka yapması ve onu aslında olmayan bidatları sokmasıdır.” Diyor. İşte dikkat, cihadçıların dilinden düşmeyen -cihatçı demek doğru bir laf değil de İslam cihadını kendi pis emellerine kullanmak isteyenlerin ortak kelimesi.- Siz bidat işliyorsunuz. “Sanatlar, sanatkâra bağlıdır. İnsan aklı ve nitelikleriyle sanat alemidir.” der Cemalettin Afgani. Bak güzle bir söz söylemiş dersiniz ve devam edersiniz. Ve şöyle gelir” Nitekim İncil’de şunları görüyoruz. “Sağ yanana vurması için sol yanağını da çevir. Kralların hükmü fani olan bedene aittir. Baki ve gerçek hükümse ruhlar hükümdür ki o ancak Allah’a aittir.” Şimdi kralların hükmü fani olan bedene aittir. Sözünden sonra gelen alanı Hristiyanları tatlı bir şekilde anlatır ki Hristiyanlara yakın durmak gerektiğini anlatan Afgani sonra geliyor ve şöyle diyor “İslam dini ise zafer ve yücelik aramak, fetihler yapmak ve fatih olmak için gerekli şartları hazırlamak, şeriate uygun olmayan hiçbir kurala uymamak hangi güç olursa olsun hükümleri İslam’a uymadıkça dini birleşmedikçe itaat etmemek esası üzerine kurulmuştur.” Hayır bu esaslar dinin şeriati hakkaniyetidir. Bunların hepsi doğru ama problem şu; Müslümanlık İslamiyet sevgiyle yayıldı, kılıçla değil. Sizin yüzünüzden ve sizin çalışmalarınızla Fransızların istediği Müslüman tipi oluştu. Böylelikle onlar Ortadoğu coğrafyasında kılıç verdikleri ellere “Allah için benim istediklerimi öldür.” dediklerinde sizler adam kıyımına girdiniz. Dolaysıyla bu hakiki bir İslam değil. Sözler doğru. Hani bazen altta şimdi yorumlar gelecek. Ne o buna karşı mısınız diyecekler. Hayır, bunun yanındayız. Ama yeri yanlış. Konudan önce çorbası var. Bu işin çok sonrasında var. Hem de bu işin olabilmesi için onlarca önemli kritere gerek var. Ama şimdi genç çocuklarımızı başka bir anlayış alıyor. Daeş’çilerle şuncularda buncularla “Hadi sokaklara, hadi savaşa” deyip bir hazırlık var Türkiye’de. Hadi karıştıralım şu sokakları diye bir talep var ve o talep edenlerin ağa babası bu adamdır. “Hangi bilinmeyen yardım eli Hristiyanların elinden tuttu ve onlara dinlerinin aslında olmayan bir amacı sundu. Müslümanların yüreklerine hangi darbe indi de onları gerileterek dinlerinin en öne aldığı görevlerden uzaklaştırdı.” derken asli görevimiz adam kesmekmiş. Onu inceden inceye anlatıyor Afgani. Bakın yanlış anlamayın, şurada insanın gönlünün yumuşatmaya kalkıyor ve diyor ki “İngilizler Mısır’da kan döküyor, işkenceler yapıyorlar. Fakat kardeşleri onlardan akan kanı gördükleri gırtlaklarından yükselen çığlıkları işittikleri halde ellerini bağlamış, ayaklarını altına toplamış oturuyorlar.” Osmanlıdan bahsediyor. Mısır’da, Cezayir’de, Tunus’ta, canıyla, kanıyla, ordusuyla, askeriyle, tasavvuf erbabıyla grup grup fevç fevç dervişanın şehadetiyle ıslanmış o topraklarda bizim ayaklarımızı altımıza alıp oturduğumuz iddia ediyor Afgani. “Osmanlıların Fas’ta Fas’ın da Osmanlı ülkesinde bir elçinin bile bulunmaması garip değil mi?” Yıl 1884 bu garabetin içinde senin anlayışına bir unsur çıkıyor gibi gelebilir ama Fas’taki durumu neden anlatmadın orada sormak gerekir. “Abbasi halifeleri ilk dört halifenin doğru yola uyarak dini usul ve diğer yeterince ilim edineceklerine sadece hilafetin adıyla yetinmeye başladılar. Bu yüzden mezhepler çoğaldı.” diyor. Bakın cümlenin ilk kısmında Abbasilere yaptığı eleştiri ilmi bir eleştiri olarak görebiliyorsunuz ama hemen arkasına yapıştırdığı şey müthiş bir illet, müthiş bir zehir; mezhepler çoğaldı. Neden? Çünkü mezhepler gereksiz. Bizce öyle değil. “Hep birlikte halkın elinden tutarak onarla Kuran’ın ve sahih sünnetin”. Sünnetin sahihi sözü buradan geliyor. Bir sünnet söylüyorsunuz sahih mi? Hâlbuki ki cahilin sünnet ya da hadiste sünnette var olan bir değere kaynak sorma hakkı yok. Bağlılıkların tek merkezde toplamaları ve bu merkezde mukaddes bölgelerin en şereflisi olarak Beytullah olarak seçilmelidir. Hilafetin merkezinde Osmanlıdan alınmasını Mekke’ye verilmesi işaret ediliyor. Hindistanla ilgili yazıları var. Orada bir dönem bakanlık yapıyor çünkü. Materyalistler hakkında dedim ya kitap yazmış diye. “Materyalistler hiçbir dine ve kitaba inanmayanlar. Hatta Allahsızlar dini taassup konusunda dindarlarla yarışırlar.” derken tasavvuf erbabıyla materyalistleri aynı kefeye koyacak kadar ince çalışıyor Cemalettin Afgan. “Kabirlerinizden başınızı kaldırıp da ardınızdan gelen evlatlarınızın sizin dininizde olduklarını inkar ettikleri halde yolunuzdan ayrılmamaları haline bakmıyor musunuz?” derken kabir ziyareti yamayan ve bunu reddeden mealciler kimden feyz almışlar yavaşça anlıyoruz. “İranlı Keyhüsrev kaza ve kadere inanmasaydı bunca zafere ulaşabilir miydi? Bu inancı sayesinde hiçbir tehlikeden yılmamış ve hiçbir şiddet onu azminden döndürememiştir. Yunanlı büyük İskenderler Moğol Cengizhan da yine bu inanca sahiptiler. Keza Fransa kralı birinci Napolyon’un da bu inanca şiddetle sarılanlardan odluğu bilinmektedir. Aksi takdirde az sayıda ordularıyla birçok halkın üzerine yürümek ve zaferler kazanmak gayesine kavuşmazlar.” Bir anda şaşırıyorsunuz tabi. Bir Napolyon’u mu övdü diyorsunuz. Birkaç barem sonra bunu geri çekiyor. “Gazali ve benzerlerinin ortaya koydukları gibi kazaya dayanmanı ve tevekkül etmenin boş durup tembellikle değil ancak iş ve hareketle gerçekleştiği dinin bunu istediği, Allah’ın farzları ve üzerimize vacip olanları tevekkül bahanesiyle terk etmeyi değil, yerine getirmeyi emrettiği halka iyice anlatılmalıdır.” Ama biraz önce söylediği sözle hem çelişir çeliştiği yerde Gazali’yi kullanarak kendisini o yolda gösterir. Ama Gazali bir tasavvuf erbabı olarak kesinlikle ifade edilemez. “Bu beklemedikleri ani darbelerden bir Doğu’dan gelen Cengizhan ve oğullarının hücumları, diğer Batıdan gelen Avrupalıların haçlı saldırılarıydı. Zafer sarhoşluğu içindeyken birbiri ardınca bu iki belanın gelişi ümmette moral gücü bırakmadı” der. İki sayfa önce övdüğü isim burada bir başka şekilde ele alır. Böyle ileri geri yapa yapa inceden inceye mezhepsizdik, dinden uzaklaşma, Sünneti Seniyye’nin dışında yaşama ki kitapta ya üç ya da dört tane yanlış hatırlamıyorsam hadis var. Gerisin geriye her yazının başında bir ayet var. Hadisleri de uzaklaştırıyor. Bakın “Doğuda İbni Sina, Farabi, Razi benzerleri.” Benzerleri dedi, batı da İbni Bace, ibni Rüşt, ibni Tufeyl ve benzerleri vardı.” Bu adamın da ağababaları bunar. Gerisi size kalmış. Efendim, Allah’a kusurdan sığınırım. Sizden asla ümit kesilmez olmaz ki Edirne’den Peşare’ye kadar uzanan İslam devleti olmaya aday toprakların, onları birleştiren Kuran’ın ve ortak bir akidenin sahibi elli milyon insandır. Diğer milletler gibi ilerlemek ve kendilerini savunmak için neden birleşmiyorlar? Oysa birleşmek dinlerinin esasları” der şimdi bir başka yerde garip bir şekilde her milletin kendi ırkıyla beraber devlet kurmasını birkaç sayfa önce de incelikli bir şekilde kantonlaşmayı anlatır. “Kendi nefsine dön ve vicdanının sesine kulak ver. Göreceksin ki kendi güçlü bir yöneliş ve bitmeyen bir hırs vardır. Ve bu hırs seni toplumun önderliğini ve yüce bir makamı arzulamayı itmektedir.” Derken bütün gençlere hırsın önemini anlatır. İslam’da hırs kesin ve kati bir şekilde reddedilmişken. “Suphanallah” der. “Şan ve şeref sevgisi nasıl da insanın kalbini doldurup isteklerine hakim oluyor.” Şan istiyorum diyor. Şöhret. Açıkça yazar bunu Cemalettin Afgani. Bir şeyin başı olması gerekliliğini bunu da onun hak ettiğini açıkça. “Çeşitli nesillerde ve değişik ırklarda binlerce insan şereflerini savunmak veya saygınlık ve önderlik kazanmak için kendilerini tehlikelere atarak öldürüyor.” Hayır Cemalettin Afgani. İnsanlar şerefleri için değil, dini mubin için şehadete koşuyor. Sen farklı yaşamış olabilirsin. “Yücelme temayülü insanda nasıl fıtri bir iş ise, çabaların gaye-ye ulaşacağı konusunda kendine güvende fıtratın gereğidir.” diyor. Fıtratımızda böyle bir temayülün olmadığı fıtratı tabiiyette açıkça beyan ediliyor. Yani Kuranı Kerim’e olan inançla aklınca yorumlayınca çeşitlendirmeye başlıyor Cemalettin Afgani. “Yakinen inanan bir insan bilir ki gücünün yetersiz olması halinde her kuvvetten daha üstün olan Allah’ın kuvveti vardır. Ona dayanır, ona sığınır.” Amenna ve saddakna diyorsunuz sayfayı çeviriyorsunuz. Bu örneği bunun için veriyorum. Bunu kim reddedebilir? Hiç kimse. Gayet güzel, harika örnekler verir, ayetler verir. Şimdi geliyoruz bakın. “Neden fırka fırka olmuş Müslümanları birleştirmeye çalışmıyorlar.” Tamam bu da güzel. Cevap “Evet, Allah’ın gönüllerini imana açtığı bir grup yeryüzünün muhtelif yerlerinde bu iş için kıyam etmiştir. Diğer Müslümanlardan beklediğimizse onlara katılmaları ve onların kıyamını desteklemeleridir ki Allah’ın yardımı onlara ilişsin.” Cihatçılara yardım etmeyenin iman hakikatinden çıkacağını beyan eder. Bugün Daeş de aynı şeyi söylemiyor mu? Bugün de kanal ismi vermekten imtina ediyoruz çünkü alakamız yok ama genel itibariyle tasavvufu reddeden, tasavvufa şirk diyenler de bugün aynı şeyi söylemiyorlar mı? Subhanallahi veteala, Allahu azze ve celle diyerek güzel sözlerin arasına kin, nefret ve düşmanlık ekmiyorlar mı?
Urvetu'l-Vuska
Urvetu'l-VuskaCemaleddin Afgani · Bir Yayıncılık · 198710 okunma
··
1.084 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.