Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Solun 94 Yılı Türk fikir bayatına “İnkar Fırtınası” adlı eseriyle giren Aclan Sayılgan, memleketimizdeki solculuk ve komünizm üzerinde esaslı eserler verdikten sonra nihayet “Sol’un 94 yılı” adındaki büyük kitabını yayımladı, “inkâr Fırtınasında belirttiği gibi, kendisi bir zamanlar komünistlerin arasına girip samimi olarak onlarla çalışmış, fakat bu fikrin bir “haksızlığa uğramış insanları kurtarmak” kaygısıyla değil, “Moskova’ya ajanlık etmek” niyetiyle yürütüldüğünü görünce bir kâbustan silkinir gibi kendine gelip aralarından ayrılmış ve vatan düşmanı olduğunu anladığı komünizmin karşısına dikilmiştir. Vaktiyle aralarında bulunmuş olması dolayısıyla Aclan Sayılgan’ın komünizm hakkındaki düşüncelerinin hususî bir değeri vardır. Uzmanlar dışında, başkalarının göremediği, sezemediği taktik ve maksatlarını anlar. Bundan başka çok okuyan bir fikir adamı olmak sebebiyle de komünizmin Türkiye’de ve dünyadaki durumunu iyi bilir. Nitekim “Solun 94 Yılı” Türkiye’de 1871-1965 yılları arasındaki solculuğu anlatmakla beraber dünya komünizminin bizdekilerle olan ilişkisini de gözden kaçırmamakladır. Bibliyografya ve endeksiyle birlikte 512 sayfa tutan kitabın sonunda, numarasız bir formada tanınmış komünistlerin resimleri, en son sayfada da kitabın fihristi bulunmaktadır. Kitabın “Giriş” bölümünde (s. 7-14) müellifin Türkiye’deki sosyalistler hakkındaki görüşleri ilgi çekicidir. Aclan Sayılgan’a göre 1960’tan sonra başlayan sosyalist gelişmesi henüz “moda” vasfını taşımakta, taktik ve stratejileri fantezi olmaktan ileri gidememekte, Nurettin Topçu’nun özel sosyalizmi ise bu fikrin ilkelerini Peygamberde bulmaktadır. Memleketimizin her alanındaki davranışları ve fikirlerin modayı ve fanteziyi aşamadığını düşünmek Aclan Sayılgan’ın hükmündeki doğruluğu teyit etmektedir. Üniversiteler, endüstrileşmek, beş yıllık planlar, partiler arası mücadelelerde de aynı fanteziyi görmekteyiz. Buna karşılık “Tanzimat” hakkındaki hükmüne katılamıyoruz. Aclan Sayılgan şöyle diyor: “Tanzimat, Osmanlı Devleti’ni o güne kadar iktisaden de bağımsız tutmağa çalışan gruplara karşı, Avrupa sermayesinin Osmanlı İmparatorluğu içinde iş görmesini sağlayabilmek için yapılmış bir harekettir.” Tanzimat hareketinin sonunda Avrupa sermayesinin Türkiye’ye girerek milleti sömürmüş olması bu hareketin onlar hesabına yapılmış olduğunu göstermez. Pusuda bekleyen Avrupa sermayesinin bundan faydalandığını ortaya koyar. Bir örnek vermek için 27 Mayıs 1960 hareketini gösterebiliriz: Bu hareketten aşırı sollar ve komünistler faydalanmış, su yüzüne çıkmış. Millet Meclisine kadar girmiş ve propagandasını aralıksız sürdürmüştür. Fakat 27 Mayıs hareketi onlar için yapılmış değildir. İhtilâllerden, darbelerden, karışıklıklardan, hattâ seçim kavgalarından yabancıların, azınlıkların, şer kuvvetlerinin faydalandığı sosyal bir gerçektir. Buna da bir örnek vermek için Amerika’yı gösterebiliriz. Amerikan milletinin çoğunluğu tarafından sevilmediği ve kendilerinden sayılmadığı muhakkak olan zenciler her seçimde, oylarını kazanmak isleyen partilerin verdiği tavizlerle, biraz daha hak kazanmaktadır. Müellif, II. Abdülhamit’in durumunu ve tutumunu objektif olarak mütalâa ederken düşündürücü bir bilgi de veriyor: “Jön Türkler hareketi gizli olarak yürütülürken, dış yardım kaynaklan İngilizler ve Fransızlar, bilhassa İngilizler Mason locaları idi” diyor. Jön Türkler tarihe vatansever olarak geçmiştir. Acaba, kendi rejimini, bu rejim kötü bile olsa, yıkmak için yabancılardan para almak hainlik değil de normal bir davranış mıdır? İnsan topluluğunu insan yapan bir takım nizamlar ve kaideler hesaba katılır, bu nizamların başında beşerî ve ferdî ahlâk bulunduğu düşünülürse bu davranışa normaldir denilemez. İngiltere ve Fransa gibi o zamanki Türkiye’yi yok etmeye çalışan devletlerin fertlerinden veya derneklerinden para almak ahlâkî bir hareket değildir. Ahlâkî olmayan hareket öldürücü bir hastalığın mikrobu gibidir. Bir yere girdi mi oradan hayır gelmez. Jön Türk hareketinin sonu malûmdur. Eserin bize anlattığına göre Osmanlı İmparatorluğundaki ilk sosyalist hareketler Gayri Türkler tarafından başlatılmıştır. Marksist fikir hareketlerini ilk öne sürenler Ermeni komitalarıdır. Osmanlı tarihinde kanlı birer iz bırakmış olan Hınçak ve Taşnak komitaları, Marksizm’in Türkiye’de ilk mümessilleridir. İkinci Meşrutiyette Osmanlı İmparatorluğu’nun Rumeli bölgesinde de sosyalizm Bulgarlar, Yunanlılar ve Yahudiler sırasında yayılmıştı. Müellif bu durumu şu satırlarla ifade ediyor: “Şunu hemen belirtelim ki Osmanlı imparatorluğu içindeki sosyalist kaynaşmalar Türk unsurunun hareketi olmayıp Yahudi, Rum, Bulgarların bir hareketi idi. Türkler yalnız İstanbul’da küçük bir azınlık olarak sosyalist fikirlere ilgi gösterdiler” (s. 26) Aclan Sayılgan, ilk sosyalist şahıslara ait bilgi verirken hazmedilmemiş bir sosyalizmin insanları nerelere sürüklediğine dair örnekler de gösteriyor. İlk sosyalistlerden Baha Tevfik (1884-1914), müellifin ifadesine göre “Milliyetçilik aleyhtarı idi. Balkan bozgununun sebebini milliyetçilikte buluyordu. Türk tarihi ve mazisi onun için Yeniçeri kavgalarından ibaretti”. Türk tarihi hakkında bu kadar sakat görüşü olan bir adamın devlet nizamı ve millet geleceği üzerindeki fikirleri elbette hiçbir değer taşımayacaktı. Tabiî ilimlerde bilgi sahibi olmasına rağmen tarih ve edebiyat hakkında hiçbir şey bilmemesi Baha Tevfik’i gülünç hükümlere sürüklemiş “mazi gibi milliyet de istibdaddır” diyip işin içinden çıkmıştır. Meşhur Sadrazam Küçük Sait Paşa’nın oğlu olan Ali Namık (1885-1953) ise köklü bir aileden gelmenin ve iyi eğitim görmenin tesiriyle olacak, daha mantıkî düşünüyordu. Ali Namık, sınıf savaşının mutlaka gerekli olmadığına, bundan fayda yerine zarar doğacağına inanmaktadır. Grevlerin aleyhindedir. Grevle sağlanacak refahın sağlam olmadığına kabildir. Yapılması gerekli iş reform hareketidir, Ali Namık mülkiyeti millileştirmenin tedrici olmasına taraftardır. Nüzhet Sabit (1883-1919) ise sosyalistten çok Türkçü ve Turancıdır. Onun “Kırk Beş Bin Tunguz” ve “Tomris’in Rüyası” adlı büyük hikayeleri tam bir Turancı görüşüyle yazılmıştır. Aclan Sayılgan’ın bu hikâyeleri görmediği anlaşılıyor. Sosyalizmin çağımızda gaye değil, vasıta ve alet olarak kullanıldığını Aclan Sayılgan da kabul ederek eserinin birinci bölümünde (s.53-54) bunu şöylece açıklıyor: Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk işçi sendikaları Selanik’te kurulmuştu. Üyelerinin çoğunluğu Ermeni, Yahudi, Bulgar ve Rum’du. Sosyalist olarak Meclis-i Mebus’ân a girmiş mebuslar da bu sosyalist teşekküller tarafından desteklenmiş Bulgar ve Ermeniler idi. Daha doğrusu sosyalizm, Bulgar ve Ermeni milliyetçilerinin ellerinde kurtuluş bayrağı idi. Yahudiler (Siyonizm) için ise paye Filistin’de bir vatan elde etmek idi. Bundan dolayı Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması, Bulgar ve Ermeni Komitacılarının sosyalist olmakla birlikte Osmanlı Sosyalist Fırkası’na itibar etmeyişlerinin nedeni, gayelerinin sosyalizm olmadığına delildir, istiklâl peşinde koşan Bulgar ve Ermeni milliyetçileri kendilerini “Osmanlı” hissetmiyorlardı. Bu milliyetçi grupların, sosyalizmi, kurtuluşları için vasıta almaları Marksın mazlumların hâkim sınıflardan öç alma duygusuna bağlanabilir. Tarihî bir gerçek olan bu satırları, Türkiye’de yaşayan herkesi bu vatanın halis evlâtları sayan ganilere ithaf ediyorum. Felâketlerden ibret almayanlar için tarihin hayat hakkı tanımadığını bir kere daha hatırlatırım. Sosyalistlerin iç yüzünü gösteren bir diğer örnek de uzun müddet Paris’te yaşamış olan Doktor Nevzat adında bir orijinal sosyalistin millî bir davadaki görüşüdür. Bu sosyalist 1913’te yazdığı “Ahaliye Davet” adlı risalede Edirne’nin Bulgaristan’a verilmesini istiyordu (s. 60) Aclan Sayılgan “Soldaki Çatlaklar” adlı eserinde belirttiği gibi bu eserinde de komünistlerin ikiye ayrıldığını, bir kısmının Ortodoks yani aşırı ve mutaassıp grup, bir kısmının da mahallicilik güden daha makul bir zümre olduğunu ortaya koyuyor. Önünde sonunda komünizmin de parçalanacağı bir zaruretidir. Tito hareketiyle başlayan, Rus ve Çin komünizmleri şeklinde rekabetle gelişen, Romanya ve Çekoslovakya’nın kendilerini sıyırdıkları komünizm Rusya’da bile eski vahşetini kaybetmiş, Macar ihtilâlinde ordu sevk eden Ruslar, Çeklere karşı aciz kalmıştır, insanlık tarihinin büyük ve tabiî bir mahsulü olan milliyet ne kuvvetle, ne de karşı ideoloji ile ortadan kaldırılamaz. Rusya, sonun başlangıcındadır. Yani parçalanmaya mahkûmdur. Onun süper devlet olması bu parçalanmayı önleyemez. İmparatorlukların kemali zevaldir. İkinci Cihan Savaşı başlarken tek süper devlet olan İngiltere’nin bugünkü durumu bu hakikati ortaya koymaktadır. Fakat Rusya’nın zevale mahkûmiyeti, daha bir süre birçok insanın ona bağlanmasına engel olamayacaktır. Aclan Sayılgan’ın eserinde Türkiye Komünist Partisi’ne başkanlık edenler hakkında verilen bilgi bir yönden çok ibret vericidir. Malûm olduğu üzere komünistlerdeki hiyerarşi bir tuhaftır. Sovyet devletinin protokolünde bir numaralı şahsiyet parti genel sekreteridir. İkincisi başbakan, üçüncüsü devlet başkanıdır. Bu sebeple komünist partisinde genel sekreter gerçekte partinin başkanı demektir. Komünist hücrelerinde de başkana sekreter denir. Türkiye Komünist Partisine başkanlık edenlerden en mühimi ve körü körüne Rusya taraftarı olan ikincisi Doktor Şefik Hüsnü Değmer ve Nazım Hikmet Verzanski’dir. Tuhaf bir tesadüfle bunların ikisi de Türk menşeli değildir. Şefik Hüsnü, Selanikli Yahudi dönmesi; Nazım Hikmet ise Polonyalıdır. Komünist hareketine karışmış, gizli komünist partisine başkanlık etmiş birçok kimsenin adı Aclan Sayılgan’ın eserinde sıralanıyor. Bunlardan bir haylisinin bir mahallicilik yünü olduğu belirtiliyor. Yani onlar Şefik Hüsnü ve Nazım Hikmet gibi kürü körüne Moskova aleti olmuyorlar da hiç olmazsa komünizmin Türkiye şartlarına uydurulması üzerinde bazı fikirler ileri sürüyorlar. Bunun sebebi nedir? Acaba Şefik Hüsnü ve Nazım Hikmet Türk soyundan olmadıkları, kendilerini Türk duymadıkları için mi bu milletin bekası ile hiç ilgili görünmüyorlar? Bu konu, üzerinde durulmaya değecek kadar mühimdir. Bir etüt olarak işlenmelidir. En mutaassıp komünistlerden Sabıka Zekeriya’nın da bir Selanik Yahudi dönmesi oluşu, adları sayılanlar arasında Gayrı Türkler’in bir hayli bulunuşu dikkatten kaçacak gibi değildir. Komünizme bulaşmış olanlar arasında sonradan hükümette ve Halk Partisi’nde veya devlet memuriyetinde bulunmuş şahıslar da dikkati çekiyor: Prof. Hamit Sadi, Prof. Ali Yar, Halk Partisi’nin Maliye Bakanı Nurullah Esat Sümer, Tarih Kurumu Başkanı Şevket Aziz Kansu bunlardandır. Daha sonraki devrelerde Sadrettin Celal, Hasan Ali Ediz, Sabahattin Ali, Mahsur Tekin gibi komünistlere devlet teşkilâtında yer verilmesi, Sadri Etem’in mebus yapılması ve daha bunun gibi bir yığın davranışlar Halk Partisi hükümetlerinin ileriyi iyi göremediklerini ispat eder. Meselâ Sadrettin Celâl gibi Komintern’den emir alan ve Türkiye’de Gizli Komünist Partisi’ni harekete geçiren birisinin Yüksek Öğretmen Okulunda pedagoji öğretmeni ve üniversitede profesör yapılması bağışlanır bir gaflet değildir. Aynı kısa görüşlülük Demokrat Parti iktidarında da devam etmiş genel af sırasında komünistlerin de bundan faydalanmasını Demokrat Parti içindeki sollar bir hile ile sağlamışlardır. Devlet başındakilerin bu türlü yanlış davranışlarını milletler çeker. Sadrettin Celâl’in öğretmenliği ve profesörlüğü sırasında komünizmin ne olduğu, Türkiye hakkındaki niyetleri artık iyice anlaşılmıştı. Böyle olduğu halde Moskova’ya bağlı bir adamın öğretmenlik gibi tesirli bir alana yerleştirilmesi aklın alacağı işlerden değildir. Çoktan beri Türk kamu oyunca bilindiği ve Aclan Sayılgan’ın kitabında da yazıldığı gibi Ruslar, komünizmin ilk aylarında başlayarak Türkiye’de de propaganda faaliyetine başlamışlar ve Türkiye’yi kolay bir oldu-bitti ile kündeden atıp komünistleştirmek istemişlerdir. Başlangıçta komünizmin ne olduğu bilinmiyor, Lenin’in yalanlarını inananlar bu rejimin milletlere istiklâl, insanlara hürriyet getirdiğine kanıyordu. Gerçekte Lenin bir kin ve intikam grubunun mümessilidir. Gayeye vurmak için her türlü vasıtaya başvurmaktan çekinmez ve onun için ahlâk kaidesi diye de bir şey yoktur. Lenin hakkında Prof. Zeki Velidi Togan’dan işittiğim bir fıkrayı burada zikretmekte fayda vardır; Bolşevik ihtilâlin başında Rusya imparatorluğu karmakarışık bir durumda iken Zeki Velidi Togan bir gün Lenin’le yaptığı bir konuşmada lüzum görerek ona: “Atalarımız sözlerinde duran insanlardı” demiş, Lenin buna: “Atalarınız çok budala insanlarmış” diye karşılık vermiştir. Komünizmin başı ve ruhu olan adamın bu cevabı komünizmin ruhunu göstermeye kâfidir. Oysa ki insanlık söz ve şeref üzerine kurulu bir topluluktur. Bunun gibi, doktor Şefik Hüsnü de siyasetle uğraşmayacağına dair söz vererek Türkiye’ye döndüğü halde bu şeref sözünü hiçe sayarak derhal komünist faaliyetine başlamıştır (s. 228). Lenin’e herkesin inandığı bir çağda Mustafa Kemal Paşa onu şüpheyle karşılamış, hakkında bir şey bilmediği komünizmi öğrenmek için Rusya’ya, Bakü kongresine adamlar göndermiş, anlayacağını anlamış, Ruslardan faydalanmak için komünist oluyor gibi gözükmüş, hattâ bir gün Vekiller Heyetinde “komünist olacağız” diyerek bu sözün Ruslar tarafından duyulmasını sağlamış, bir komünist partisi kurarak bu cereyanı kontrol altına almış, nihayet, Ruslardan alacağını aldıktan sonra komünist partisini kapatıp komünistleri mahkemelere sevk etmiştir. Meşhur: “Türk âleminin en büyük düşmanı komünizmdir. Her görüldüğü yerde ezilmeli” sözünü bu sırada söylemiştir. Onun içindir ki komünistler Atatürk’ten nefret ederler. Mustafa Kemal Paşa’nın Kurtuluş Savaşı sırasında çok büyük bir enerji ve zekâ eseri göstererek herkesten, her şeyden faydalandığı hakkındaki görüşe Aclan Sayılgan yeni bir nokta daha ekliyor: Arif Oruç’un Çerkez Ethem ve Komünizm hakkında Atatürk’e ajanlık etmiş olabileceğini iddia ediyor (s. 144 ve 149). Yine Aclan Sayılgan’dan öğrendiğimize göre Türk Komünist Partisi, Sovyet elçiliğinden para yardımı görmüştür (s. 185). Dar gelirli kimseler tarafından çıkarılan ve hemen hiç satılmayıp parasız dağıtılan bir sürü derginin zihinlerde yaratığı soru işareti böylece cevabını bulmuş oluyor. Zamanımızda İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde sırf Sovyetlerden aldıkları para ile geçinen ve görevleri, işaret aldıkları zaman kargaşalık çıkarmak olan insanlar bulunduğu hakkındaki söylentiler, sırf bir tahmin ve kuruntudan ibaret olmasa gerekti. Komünistler tutuklandığı zaman Moskova’dan onlara para yardımı yapılması da (s. 189) ayrı bir delildir. Aclan Sayılgan’ın eserinde dikkate çarpan diğer mühim bir nokta da hükümet dairelerinin komünizme karşı olan tutumlarındaki gevşekliktir. Nazım Hikmet’in Bursa’da hapiste iken şehri gezdiği, gezdirildiği artık gizli kapaklı bir şey değildir. Bir zamanlar Türkiye Komünist Partisi’nin başkanlığını yapmış olan Hasan Ali Ediz’in de 1931’de partiyi hapishaneden idare ettiği hakkındaki bilgi (s. 200) üzerinde ibretle durulmaya değer bir keyfiyettir. Demek ki o zaman Türkiye’de devlet dairelerinde disiplin ve kontrol diye bir şey yoktu. Halbuki tek parti çağının daha sıkı olması gerekirdi. Eserde dikkate çarpan bir başka nokta da “İleri Demokrat Cephesi” adlı komünist teşekkülünün programındaki “Milli Birlik” tabiridir, (s. 252) Bu programda ileri hamlelerden korkmayan bir “Millî Birlik” etrafında toplanmaktan bahsediliyor ve “Yaşasın İleri Demokratlar Cephesi etrafında millî birlik” diye bitiriliyor. Bu milli birlik tabiri bizi ister istemez 1960 yılına götürüyor. Hatırlanacağı üzere “Millî Birlik Komitası” kurulduğu zaman Sovyetler resmen başvurarak “Millî Birlik”le neyin kastedildiğini sormuşlardı. Kendilerine Türk milletinin bir fikir etrafında birliği demek olduğu cevabı verilmişti. Acaba Ruslar bu “Millî Birlik” deyiminden ümide mi düşmüşlerdi? Yoksa “Millî Birlik” adını teklif edenler komite üyeleri arasında bugün artık iyice sola, aşırı sola kaymış olan üyeler midir? Bunun aydınlığa çıkması herhalde faydalıdır. “İleri Demokrat Cephesi”ni kuranların nasıl bir gaflet içinde oldukları dış siyasete ait düşüncelerinde belli oluyor. (s. 257) Şu satırlara bakın: “Millî istiklalimizin temelleri Sosyalist Sovyet Cumhuriyetleri Birliği ile sıkı bir dostluk ve iş birliği gayesinde atılmış olduğundan bundan sonra da istiklâlimizi sağlamlaştırabilmemizin ilk ve son şartı bu dostluk ve iş birliğinin, eskisinden de daha sistemli ve samimî bir tarzda devam ettirilmesidir. Bu ise beşeriyet üzerinde Faşist belasını defetmekte ve insanlara ve milletlere serbestlik ve istiklâl içinde sınırsız terakki imkânları sağlamakta bu kadar katî bir rol oynamakta olan bu büyük komşu devlete, içten dost ve onun yüzde yüz itimat edeceği şahsiyetlerden mürekkep bir hükümeti başımıza getirmekle ancak kabildir.” Bu zavallılar (Sovyet ajanları değilse zavallılar denebilir) nasıl oluyordu da gün gibi aşikâr olan gerçekleri göremiyorlardı? Nasıl oluyordu da Sovyetlerin milletlere ve insanlara hürriyet değil, ölüm ve tutsaklık getirdiğini anlamıyorlardı? O tarihte Macaristan faciası olmamıştı ama Türkistan ve Azerbaycan trajedileri devam ediyordu. Üstelik Rusya küçük Baltık devletlerini (Estonya, Letonya, Litvanya) haritadan silmiş, Finlandiya’nın beşte birini almış, kendi öz vatandaşı olan Ruslardan yüz binlerce aydın insanı boğazlamış, bizden de Boğazlarda üs ve doğu illerimizden üçünü istemişti. Milletlere ve insanlara sınırsız terakki imkânları sağlamak bu mu idi? Katin ormanında öldürülen on bin Polonyalı subayın faciası gibi bir vahşeti tarih görmüş müydü? Bu “İleri” kafalılar, siyaset alanında yalnız bir tek devlete bağlanmak diye bir şey olamayacağını bilmiyorlar mıydı? Çarların vârisi olan Sovyetlerin sıcak denizler hayalînden haberleri yok muydu? “Sosyalist” veya “İlerici” diye kurulan derneklerin nasıl bir komünist oyuncağı haline geldiği hakkında da Aclan Sayılgan’ın kitabında ibret verici bilgiler vardır: Meselâ 1946’da kurulan “Türkiye Gençler Derneği”nin 206 üyesinden 43 tanesi gizli Komünist Partisi’nin üyesidir ve esasen dernek de gizli Komünist Partisi’nin gençlik teşkilâtı olarak kurulmuştu. (s. 260-261) Yalnız bu örnek bile günümüzde kendilerini sosyalist akıma kaptıran gençlerin gözünü açsa gerekir. Bu gençler daima, bu işlerde bir perde arkası olup olmadığını düşünmeli, heyecanla değil, muhakeme ile hareket etmelidir. Üniversiteye kadar gelmiş bir genç, ciddî konularda duygularını bir yana bırakıp aklıyla hareket etmesini bilmelidir. Aclan Sayılgan’ın mühim eseri hakkında daha fazla söz söylemeye lüzum görmüyor, mutlaka okunmasını tavsiye ile iktifa ediyorum. Bu kitap Tevetoğlu’nun kitabı ile birlikte bir bütün teşkil etmekte, hainliklerin ve gafletlerin tablosunu çizmektedir. Kitabın tenkit edeceğimiz tarafları da vardır. Eserin sonundaki resimlerden Şevket Süreyya Aydemir’in resminin altında yazılan “Memleketçi (milliyetçi) sosyalizmin teoricisi” ibaresi üzerinde durmak istiyoruz. Şevket Süreyya’nın milliyetçiliği bize şüpheli geliyor. Birkaç defa Moskovacı tertiplere girmiş olması, zaman zaman gösterdiği milliyetçi karakteri gölgeliyor. “Memleketçi” olması öteki komünistlerden daha uyanık ve gerçekçi olduğunu göstermekten ileri gidemez. Bir adamın milliyetçi ve gerçek memleketçi olması için şaşmaz bir ölçü vardır: Bir Türk-Rus çatışmasında, hattâ bu çatışmada Türkiye haksız bile olsa Şevket Süreyya kayıtsız-şartsız Türkiye safında mıdır ? Bunu kesin olarak bilmeden onun mîlliyetçiğini kabul edemeyiz. Aynı tereddüdü Doğan Avcıoğlu için de gösteriyoruz. Sosyal adalet konusunu ilk defa öne süren bizim “Türkçü” ülkümüze “faşizm” adını takanlara güvenmemekte haklıyız. Bu iki teoricinin yapacakları açıklamaları dergimiz memnuniyetle yayımlayacaktır. Aclan Sayılgan’ın eserinde maalesef imlâ yanlışları da vardır. Birde 49. sayfadaki “Hüknen” ve “Kont Ostrogot”un doğruları “Hügnen” ve “Kont Ostorog” olacağı gibi 136. sayfada, bugünün terimiyle “asteğmen” olarak açıklanan “mülâzim-i evvel” asteğmen değil, “üsteğmen”dir. Değerli fikir adamı Aclan Sayılgan’ın bu konudaki eserlerinin devam edeceği ve bize pek çok gerçekleri öğreteceği şüphesizdir. Bunları bekliyoruz.    
·
347 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.