Gönderi

Yüzyılın başlarında doğup, bir imparatorluğun çöküşüne ve Cumhuriyetin kuruluşuna tanık olanlar erken olgunlaşmışlar. Babam da 20 yaşında hayata atılıvermiş. Yaz tatilinde Yozgat'tan İstanbul'a kendini dar atan babam, 17 Ağustos 1928 tarihli mektubunda Mehpare'ye şunları yazar:"ErenköyÜ ne gittim. (Salih amcasının evine) Dört gün kaldım. Uyudum, uyudum... İki sahıfe hikaye yazdım..."(a. g. e. s . 3 2 8 )Tam o sırada Avrupa'ya öğrenci göndermek üzere Milli Eğitim Bakanlığı'nın bir sınav açtığını öğrenir:"Yüksek Muallim'e doğru yürüyordum ki birisi 'yahu! saat bir e geliyor, imtihana girmeyecek mısın?' diye sordu. 'Ne imtihanı?' deyince, şu bizim mahut Avrupa imtihanının bugün icra edileceğini, Vefa Orta Mektebi'ne gitmemi söyledi. Gittim, imtihanı sana anlattığım -ve senin dinlemediğin- gibi muvaffakiyet-i harikulade ile verdim. Inşa-allah küffar-ı hakisar diyarına azimetimiz zamanı yakındır." Kürk Mantolu Madonna'da Raif Efendi'nin ağzından Almanya serüvenini şöyle anlatır S. Ali."....Bulgaristan üzerinden trenle Herlin e hareket ettim. Hiç lisan bilmiyordum. Dört günlük yolculuk esnasında bir mükaleme (konuşma) kitabından ezberlediğim beş on kelime sayesinde, adresini daha İstanbul'da iken defterime yazdığım bir pansiyonagittim haftada üç defa... Almanca ders alıyor.... yavaş yavaş kitap okumaya çalışıyorve bu işten zamanla daha çok zevk duyuyordum.. Bir müddet sonra bu adeta bir iptıla halını aldı. Yatağın üzerine yüzükoyun yatarak kitabı önüme açar, yanı başıma eski ve kalın lügat kitabını kor, saatlerce kalırdım. Çok kere lügat aramaya bile tahammül edemez, cümlelere karine (yaklaşık) ile mana verir geçerdim. Gözümün önünde yepyeni bir dünya açılır gibiydi." Babam Almanya'da bir buçuk yıl gibi kısa bir süre kaldığı halde bir ömürlük bilgi, gözlem ve kültürü sünger gibi emmişti sanki. Almanya'dan Türkiye'ye sandıklar dolusu kitapla dönmüştü. Annem, babamın kitapları konusundaki hayretini hâlâ her fırsatta dile getirir. İstanbul'da evlenip Ankara'daki ilk yuvalarına taşındıklarında annemi en çok şaşırtan şey, iki odalı evin bir odasının tümüyle kitaplara ayrılması olmuş.Kitaplar hep çok önemli... Haziran 1947'de Paşakapısı Cezaevi'nden anneme yazdığı mektupta özellikle altını çizerek istediklerine bakın."Cezaevi Karacaaomeı e yakın, üzülecek bir şey yok. Her şey düzelir, hele Filiz hiç üzülmesin. Okullar taşlamadan çıkarım. Yeni davalar o kadar ehemmiyetli değil. Siz gelirken bana şunları getirin:1- Pijama, eski sarı ayakkabılar, çamaşır.2- Şu kitaplar: Misafir odasındaki raftan, Bros: Der Pharao, Ehrenburg: Der Fall von Paris, Steinbeck: Die Früchte des Zornes, Norah Lofts: Hölle der Barmherzigkeit Bunları muhakkak beraber getirin..." Sabahattin Ali ile aynı yıl Almanya'ya giden arkadaşı Melahat Togar"Koltuğunun altında her zaman kitaplar vardı ve çoğu defa kalın bir sözlük.. Daha Almanca'yı adamakıllı sökmeden, Alman edebiyatı ve dolaylı yoldan yani Almanca üzerinden Rus edebiyatına dalmıştı. Durmadan okuyordu... Almancasını, dünyanın en büyük yazarlarının güzel dili ile besleyerek, bu kısa süre içinde inanılmayacak kadar ilerletmişti. Kimi gece sabaha kadar gözünü kırpmadan şu ya da bu eseri okuduğunu söylerdi. Kitaplara karşı doymaz bir açlığı vardı." diyor. Okumaya ve hayatın aslını yaşamaya karşı, doymaz bir açlığı olan Sabahattin Ali, kısacık ömrüne bu yüzden üç ömürlük bilgi, deneyim, kültür, sevgi ve sanat ürünü sığdırabilmişti belki de. Almanya dönüşünde beraberinde getirdiği sandıklar dolusu kitap arasında dünya edebiyatının büyük eserleri yanında Karl Marx, Engels, Kautsky, Lenin, Bernstein,Rosa Luxenburg, v.b. politik kişilerin eserleri de vardı. Dağarcığındaki bu yepyeni hazine ile 23 yaşında Aydın Ortaokulu Almanca öğretmenliğine atandı. Ardında 1920'lerin siyasi çalkantılarla yüklü Almanya'sı, kabına sığamayan dehası, zekası ve birikimi ile 1930 yılının Türkiye Cumhuriyeti için çok uçta, çok aşırı bir gençti Sabahattin. Nitekim, 1 9 3 1 'de Aydın'da yıkıcı propaganda yaptığı, öğrencilerin kafasını tehlikeli bilgilerle karıştırdığı gerekçesiyle tutuklandı. Üç ay tutuklu kaldıktan sonra aklandı. Aydın Cezaevinde geçirdiği bu üç ay, onun hikayeciliğinin temel öğelerinden biri olan Anadolu insanını yakından tanımasına yaramıştı.30 Eylül 1 9 3 1 'de Konya Ortaokulu Almanca öğretmenliğine atandı ama orada da başı kısa zamanda belaya girecekti. Kağm-Ses kitabında yer alan "B ir Skandal" öyküsü Konya'yı bir çırpıda tanımlayıveren şu cümle ile başlar: "Muallim olarak geldiğim şehir Orta Anadolu'nun bozkırlarında bir cilt yarası gibi intizamsız, karışık ve kirli uzanıyor, yayılıyordu." İşte bu şehrin münevverleri (okumuşları, yani doktor, avukat ya da öğretmenler) ile kurmak zorunda kaldığı zoraki yakınlık sonucu ikinci kez tutuklanır. O sırada Konya'da yaşayan Cemal Kutay ve Emin Soysal, S. Ali'nin bir dost toplantısında okuduğu şiir ile Atatürk'e hakaret ettiği iddiasıyla kendisini adli makamlara ihbar ederler. 8.1.1933 tarihinde Konya'dan arkadaşı Ayşe Sıtkı'ya yazdığı mektupta: "Dün Asliye Ceza Mahkemesinde tam bir seneye mahkum edildim... Manen ne halde olduğumu tasavvur edebilirsin. Tam bir sene, tam 365 gün hapishanede yaşamak, arkadaşların yardımıyla karnını doyurmak ve çıktıktan sonra ne olacağını bilmemek..."der. Daha sonraki bir mektubunda ise:"Benim mesele senin zannettiğin gibi fiyakalı bir zamanımda ağzımdan kaçırdığım sözlerin neticesi değildir. Aramın açıldığı bir iki namussuz başıma bu işi getirdiler. Geçen sene Mayıs'ında falanca yerde Gazi'yi ima ile telmihen tahkiri (hakareti) tazammum eden (içeren) bir şiiri okumuştu dediler. Adli safahat (evreler) lehimde olduğu halde müddeiumumi (savcı) yaranmak için mahkumiyetimi talebetti. Temyiz davayı aleyhime nakşetti (geri çevirdi), cezama iki ay daha ilave edildi. Şimdi 14 aya mahkumum ve aşağı yukarı üç ayını yattım. 11 ayım kaldı demektir..." 1933 tarihli Ayşe’ye mektupta ise kaderine boyun eğmek yerine isyan etmekte olduğu sezilir. Ancak yine de mektubuna havadan sudan söz edecekmiş gibi başlar."Ayşe, kalemimdeki yeşil mürekkep bitmek üzeredir. Pertev'e (Pertev Naili Boratav) gidip almasını söyledim, hiçbir yerde bulamamış ve mor mürekkep almış. Yanı bundan sonra bu çok sevdiğim renkle yazamayacağım, hiç olmazsa uzun müddet... İşte bunun için kalemimdeki son yeşil mürekkebi sana yazacağım bir mektuba hasretmek istedim, sen galiba bu renkten hoşlandığını söylemiştin. Cezam tasdik edildikten sonra hapislik bana daha çok dokunmaya başladı. Beni asıl düşündüren, çıktıktan sonra karşılaşmaya mecbur olduğum müşkilattır. Çünkü ben ne bir gazetede eşek bir tahrir müdürünün (yazı işleri), ne de bir yazıhanede daha eşek bir amirin kumandası altına girebilirim.." Sabahattin Ali'nin gençlik ve olgunluk yıllarının en yakın arkadaşı Pertev Naili Boratav ise 9.1.1933 tarihli mektubunda davayı alaya alarak ve olayın resmini mizah çerçevesinde çizerek anlatıyor Ayşe'ye:"... Sabahattin'in macerası pek bu kağıda sığacak gibi değil, oldukça uzun. Yalnız muhakemesinin pek heyecanlı geçtiğini söyleyeyim. Tatil günlerine tesadüf ettiği için, salonu orta mektep, lise ve muallim mektebi talebeleri dolduruyorlardı. Sabahattin oldukça güzel numaralar yaptı; o kadar ki kendisi bile heyecana düştü. İlk celse tam 5,5 saat sürdü. O gün muhbirlerle, şahitler dinlendi. Sabahattin onların şehadetlerine itirazlarda bulundu, ikinci celsede müddeiumumi (savcı) iddianamesini okudu ve Sabahattin müdafaasını yaptı. O celsede bütün belagatini gösterdi: şiirlerini filan okudu. Bir seneye mahkum oldu ama hiç olmazsa, birkaç yüz kişiye şiirlerini dinletti; kitap halinde çıksaydı bu kadar okur bulacağı meşkuktu (kuşkuluydu)... velhasıl bu vesile ile bizim deli oğlan epey meşhur oldu... söz aramızda, Sabahattin'i Gazi aleyhine tefevvuhatta bulundu diye ihbar edenler, benim de hükümet aleyhinde menfi bir adam olduğumu mevzu-u bahis ediyorlar. Allah şerlerinden saklasın!"( a . g . e . , s . 2 6 0 - 2 6 1 )Ancak, Pertev amcayı da Allah onların şerlerinden saklayamadı ve 1 940'lı yılların sonlarında Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesindeki kürsüsü kaldırılarak ömür boyu sürgüne zorlandı. Ne var ki, serden doğan şansla Boratav, Sorbonne Üniversitesi öğretim üyesi ve dünya çapında tanınan bir bilim adamı olarak 1950'lerin başından beri Paris'te yaşamını sürdürüyor.Sabahattin Ali ise Mayıs 1933'te Konya'dan Sinop Cezaevi'ne naklediliyor. "Duvar” öyküsünün ilk paragrafında birkaç fırça darbesiyle Sinop Cezaevi'ni nasıl da vurucu biçimde anlatıyor bakın yazar."Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içindeki bir hapishanede kaldım. Kalın duvarlara vuran suların sesi taş odalarda çınlar ve uzak yolculuklara çağırırdı. Tüylerinden sular damlayarak surların arkasından yükselıveren deniz kuşları demir parmaklıklara hayretle gözlerini kırparak bakarlar ve hemen uzaklaşırlardı." Sonradan şarkıya dönüşerek milyonlarca insanın dilinden düşmeyen "Aldırma Gönül Aldırma" nakaratlı şiirin de içinde bulunduğu beş "Hapishane Şarkısı"nı Sinop Cezaevi'nde yazan S. Ali, bunları Ayşe'ye göndermiş ki 29.6.1933 tarihli mektubunun bir yerinde "Hapishane Şarkısı V hoşuna gitmiş, memnun oldum... ben yazılarımı çok severim, yegane zayıf tarafım budur, söz aramızda belli etmesem bile yazılarımı beğenmeyenlere fena halde kızarım.." diyor.
·
207 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.