Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Ankara, o zamanlar avuç içi kadar bir yer. Yenişehir'in can damarı A tatürk Bulvarı. Bulvarı bir baştan bir başa yürüdünüz mü sağa sola selam vermekten yorulursunuz. Herkes, herkesi tanır. İşte o "herkes", Sakarya Caddesi'ndeki Laz bakkaldan ya da Bulvar'daki Trakya mezecisinden alışveriş yapar; çocukları Pekpak Pastanesi'nin dondurmasına bayılır. Cumartesi günleri Karanfil Sokak'ın tam karşısına düşen Ulus Sineması'nda Hollywood filmleri seyredilir. Ya da Ulus'a kadar uzanılır ve Yeni Sinema'da oynayan bir başka Amerikan filmine gidilir, çıkışta da Atlas mağazasından insanın ayaklarını acıtan, topukları vuran rugan ayakkabılar alınır, ayakkabılar küçülünce arkaları kesilir ve terlik niyetine kullanılır.Haftada bir Karpiç'te yemek yenir. Mızmız Filiz, Karpiç'te bile ızgara köfte ve pilav mönüsünden şaşmaz ama Baba Karpiç'in yemekten sonra savaş zamanında bile özel olarak getirdiği Yafa portakalı veya muza da hayır diyemez. Savaşan Avrupa'dan kaçan müzisyenler Karpiç'te yemek müziği yaparlar. Arkalarında kimbilir ne türlü kariyerler bırakıp gelmişlerdir /I940'ların Ankarası'na. Dönemin kodamanlarının da uğrak yeriydi Karpiç. Babamın bu kodamanlarla sıkı fıkı gibi görünen ilişkileri, dostları arasında epey eleştirilm iştir. Oysa o, komplekssizliğinden kaynaklanan bir rahatlık içindeydi oldum olasıya. Devlet kodamanları ile sıradan yoksul köylü arasında ayırım yapmaz, her iki uçtaki insanın da ilginç yönleri olabileceği varsayımından yola çıkarak taraflara eşit fırsat tanırdı."... çevresi çok genişti, her yere dalar çıkar, kafa dengi olsun olmasın herkesle ahpaplık kurar, kıyasıya tartışırdı. Bunu neden yapardı acaba? Herhalde huyu gereği böyle davranırdı. Bütün zekasına karşın yine de çocuksu, saf olduğu, insanların tümünü sevdiği, tümüne güvendiği, inandığı içindi belki de..." ukalalara, partizanlara, obskürantistlere sataştığı için ve bu gibi kimselerden kaçınmayıp tepkisini onların yüzüne karşı söylediği için sağdakiler de, soldakiler de, o zamanın Halk. Parti'lileri de onu tehlikeli bir adam sanırlardı. Bu sataşmaları kaba, çirkin, terbiyesiz olmaktan çok, esprili olurdu. Hangi yıldı şimdi bilemiyorum. Ankara Halkevi binasında "Maarif Şurası" denilen bir kongrenin açılışını seyrediyorduk. Sahneye ilk çıkan Başbakan Saraçoğlu nun yüzü bize bir acaip görünmüştü. Onun o dangul dungul konuşmasını dinledikten sonra sahneye Maarif Vekili Haşan Ali Yücel çıktı. Hayret onun yüzünde de bir acaiplik vardı. Yanımda oturan Sabahattin kulağıma eğilerek mırıldandı: 'Büyük Bıyık înkilabı'mız kutlu olsun. Bunlar rivayete göre, bir gece önce bıyıklarını kazımışlar. 'Büyük Bıyık İnkılabı' deyimi bana o kadar esprili gelmişti ki gülmekten dayanamadım, dışarı çıktım." Aradan geçen bunca zaman Türk politikacılarını pek de değiştirmemiş anlaşılan.1940'larda bıyıkla uğraşanların torunları hâlâ bıyık ve sakal meselelerini tartışa d ürüyorlar dikkat ederseniz. Üstelik bu kodamanları alaya almaya cesaret edenler hâlâ ne kadar az...Niyazi Berkes'in değindiği gibi Sabahattin Ali ne sağa ne sola ne de ortaya göre bir adamdı. O, sadece kendine benziyordu. Eleştirilere neden olan Karpiç, Süreyya, Ankara Gar gazinosu gibi yerlere sık sık gidip, oralarda devrin kodamanlarıyla sıkı fıkı olmasını annem biraz farklı yorumluyor bakın:"Sabahattin... gezip, eğlenmeyi sevmekle birlikte daha ziyade bu gibi yerlere insan tanımak, insanların davranışlarını gözlemek, insanların konuşma tarzlarını incelemek, zayıf taraflarını yakalamak ve eserleri için biraz da malzeme toplamak için giderdi. Buralardaki insanları biraz alaya alıyordu. Onları izlemekle eğleniyor, biraz da estetik bakımından güzel kadınları seyretmekten hoşlanıyordu." Pazar günleri yürüyüşlere ayrılmıştır. Kısa yürüyüşler Atatürk Bulvarı üzerinden Kavaklıdere'ye doğru yapılırken yolda çeşitli büyükelçiliklerin bayrakları ve dünya üzerindeki yerlerini bilip bilmediğimi sınar babam. Uzun yürüyüşlerimiz A tatürk Orman Çiftliği, Hayvanat Bahçesi, Dikmen ya da Esat bağları tarafına uzanır. Bahar geldi mi yürüyüşler daha da uzak mesafelere doğru yayılır: Baraja, Etlik ya da Keçiören bağlarına gidilir. Babam, Kodak markalı fotoğraf makinesi ile bu yürüyüşleri tespit eder. Zaten eline geçen her fırsatta sadece eşin dostun değil, lokomotif, kağnı, doğa, köprü, köylüler, ne olursa, ilgisini çeken her canlı ve cansızın fotoğrafını çekerdi. Körüklü Kodak'ın otomatik çekme m arifeti de olduğundan toplu ve solo fotolar ile kendini de belgelemişti Sabahattin. Basında yıllardır kullanılan Sabahattin Ali fotoğraflarının tümü kendi objektifinden çıkmıştır. S. Ali amatör fotoğrafçılığı öyle ilerletm işti ki Devlet Fotoğraf Yarışmalarına katılmış ve ödüller bile almıştı. Öldürüldükten sonra eşyaları ailesine verilmedi S. Ali'nin. Yıllar sonra Kırklareli'nde gerçekleştirilen Sabahattin Ali Günleri sırasında yanıma yaklaşan bir genç kız babamın Kodak marka fotoğraf makinesinin evlerinde olduğunu, babasının makineyi o yıllar polisten satın aldığını fısıldadı. Kızı yeniden aramaya kalktığımda ortadan kaybolmuştu. İzini bir daha bulamadım.Türkiye'de ilk bilinçli aile planlamasını uygulayanlar Ankaralı aydınlar olsa gerek ki, bizim dost grubu çoğunluk tek çocuklu ailelerden oluşuyor. Bu kuralı bir tek İsmail Hakkı ve Şemsa Balamir çifti bozuyor ve M urat ile Ayşe’nin ardından ikizler doğunca bir çırpıda dört çocuk sahibi oluveriyorlar. Pertev amca ile Hayrünnisa teyzenin (Boratav) Korkut'ları var o zaman. M urat çok daha sonra dünyaya geliyor. Rebia ve Muvaffak Şerefin Alev'i de aramıza epey geç katılanlardan. İhsan ve Cevdet Kudret'in Ayşe'si, Mediha ve Niyazi Berkes'in Fikret'i ve Szabo'ların Matika'sı tabloyu tamamlıyor. Bizim Karanfil Sokak'ın başında bir ara Azra Erhat'la Macar mühendis Szabo birlikte yaşadılar. Szabo'nun karısı Roji ile oğlu Matika, Sıhhıye’de tek katlı bahçe içinde bir evde otururlar. Azra ile Szabo'nun aşkı dillere destandır. Bu aşk Roji'yi ne derece etkilem iştir bilinmez. Bu arada babam benim Roji'den piyano dersleri almama karar verm iştir. Cumartesi günleri Roji'ye derse giderim. Kimi zaman Macar asıllı Alman Yahudisi kemancı Liko Amar da orada olur. Birlikte konser provası yapar, aralarında Macarca konuşup dururlar. Bizim evde piyano olmaması, komşumuz Feriha teyzenin akortsuz külüstür piyanosunda çalışmak zorunda olmam babamı hiç mi hiç rahatsız etmez. Feriha teyze, Paşabahçeli Doktor Şerafettin Bey’in kızıdır. Kızlığında (evlenmeden önceki evreyi o zamanın kadınları "kızlığımda" sözcüğü ile tanım larlar) beybabaları Doktor Şerafettin Bey, Feriha Teyze ile ablası Ferhunde teyzeye alaturka santur ve alafranga piyano dersleri aldırmış. Feriha teyze piyanoda kadriller, polkalar, müzetler çalarken zavallı ben, Roji'nin evde çalışayım diye verdiği Bela Bartok'un Mikrokosmos'u ile cebelleşmek zorundayım, heyhat.Feriha Teyze'nin kocası Necmi Amca, New York'daki Columbia Üniversitesi'nin Öğretmen Okulu'ndan yani Teachers' College'den mezun. Amerika'dan hatırı sayılır bir plak koleksiyonu ile dönmüş. Asıl merakı "opera" bizim Karadenizli Necmi amcanın. Şalyapin, Caruso, Amelita Galli-Curci'nin nadide plakları yanında bir dolu da Toscanini'si var. Bizim dostlar arasında Necmi amcanın müzik beğenisi benzersiz. Operadan bir o bir de babam anlıyor. Muvaffak amcanın sesi güzel ama o sadece alaturka söylüyor rakı sofrasında.Yanımızdaki binada Alman Prof. Melchior ve eşi otururlar. Melchior cerrah, Numune Hastanesi'nde çalışır. Sokağımıza kazılan kanalizasyon çukuruna düşüp bileğimi kırdığımda alçımı o yapmıştı. Nazi Almanyası'ndan kaçıp, Türkiye'ye sığınan gümüş rengi saçlı bu iki insan, geçmişlerinde ne trajediler yaşamışlardı bilemem ama Melchior'un hastaneden eve döndüğünde kuyruklu piyanosunun başına geçip Beethoven'in piyano sonatlarını çalması beni çok etkilerdi. Sonradan öğrendiğime göre cerrahların parmak uçlarının çok duyarlı olması gerekirmiş ve bu nedenden cerrahlar iyi piyano çalarlarmış. Acaba gerçekten doğru mudur bu rivayet, hep merak ederim. Karanfil Sokak'ın biraz yukarısında piyanist M ithat Fenmen ve ailesinin evi vardı. Yaz günleri açık pencerelerden piyano sesleri yayılırdı bizim sokağımıza. Mahalle arkadaşım Rosemarie von Czippek M ithat beylere komşu otururdu. Rosemarie benimle aynı yaşlarda olmasına karşın erken gelişmiş, upuzun bacaklı, uzun boylu bir kızdı. Üstelik daha hiçbirimizin memeleri çıkmamışken Rosemarie sütyen bile takardı.Babasının, Avusturya-Macaristan Imparatorluğu'nun Macar asıllı soylularından olduğu söylenirdi. Ne var ki bu soylu baba görünürlerde yoktu. Savaş zamanı tabii... Rosemarie'nin babasının Hitler ordularında subay olduğu dedikoduları dolaşırdı Karanfil Sokak'ta. İşte güya bu Macar soylusu Nazi subayı vaktiyle en yapılmayacak hatayı yapıp Rosemarie'nin Yahudi asıllı annesine aşık olup evlenmiş. Ancak Nazi'ler Avusturya'yı da ilhak edince ilk işleri Yahudi ile evli olan Aryan'ları eşlerinden ayrılmaya zorlamak olmuş. Rosemarie'nin annesi, anneannesi ve teyzesinin Türkiye'ye nasıl geldikleri konusu bir esrar perdesi arkasında saklıydı ama halleri vakitleri de yerindeydi doğrusu. Anne ve teyze çok şık süvari kılıkları giyer ve hafta sonlarında o zaman Ankara'yı çevreleyen dağda bayırda at binerlerdi. Savaş bittikten sonra Rosemarie'nin teyzesi Ankara'da bulunan bir Ingiliz subayı ile evlendi ve İngiltere'ye gitti.Rosemarie'ler bir süre daha Ankara'da oyalandılar ama bir gün aniden ortadan kayboldular ve ben de arkadaşımın izini kaybettim.
·
269 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.