Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Doğası, binlerce yıllık geçmişi, tarihi, mitolojisi ile kurduğu bir bakıma romantik, bir bakıma gerçekçi ilişki Sahattin Ali'yi her fırsatta Ege'ye çeker. 8 Eylül 1943 tarihli mektubu anneme Ayvalık'tan göndermiş:"Dün gece Ayvalık'a geldim. Yarın Edremit'e, oradan tekrar Ayvalık'a, Dikili'ye, Bergama'ya, Somaya, Savaş Tepeye, Bandırmaya ve İstanbul'a gideceğim. İzmir'den Ayvalık'a geldiğim vapurda bestekar Adnan la Macar karısı da vardı. Mustafa Seyit deİzmir'de bir kongreye gelmiş, aynı vapurla dönüyordu Adnan Halkevlerini teftişediyor... radyoda bir "Edremit Gecesi yapmak için tetkiklerde bulunuyor. O yıllarda Ankara Devlet Konservatuvarı Tatbikat Sahnesi İzmir Fuarında tem siller veriyor. Babam da Ebert'in yardımcısı ve dramaturg olarak İzmir'de iş başında. Ortalık karışık, savaş kapımıza kadar gelmiş, her yerde karartma var. 7 Ağustos 1944 tarihli mektubunda durumu şöyle özetliyor Sabahattin Ali."...Bu İzmir işi karmakarışık bir hal aldı. Denize filan giremiyorum. Çünkü geldiğimin ikinci günü İnciraltı plajına vapur seferleri kalktı, şehirde de girilmiyor, çünkü deniz çok pis. Bugün de ışıkların karartılması hakkındaki emri gazetelerde okudum. Galiba vaziyet İzmir'de temsiller vermemize müsaade etmeyecek. Bugün Vali ile görüşeceğim, sonra Vekile telefon edeceğim Böyle karışık zamanlarda en emniyetli yer Ankara..." 24 Ağustos 1944 tarihinde anneme İzmir'den yazdığı mektupta"Bizim temsiller iyi gidiyor. Fakat Fuar karanlık, temsilden çıkar çıkmaz karanlıkta mektebe gidiyoruz. İzmir'in geçen senekı kadar neşesi yok. Sıcaklar da insanı deli edecek. Bu yüzden iki üç kilo daha zayıfladım. Gece sıcaktan uyuyamıyorum. Pencereyi açsam sivrisinek doluyor. Cibinlik alayım desem 40 lira..."diyerek Tatbikat Sahnesinin savaş zamanı karatmasına rağmen Fuar'da tiyatro ve opera tem silleri vermelerini çok doğal karşılıyor.Ertesi yaz annemle ben de İzmir'e gidiyoruz babamla. Ankara'dan daha doğrusu Orta Anadolu'nun bozkırından nefret eden, İstanbul'a, deniz kokusuna, fıstık çamlarının gölgesine, cicili bicili faytonlara delicesine tutkun olan, Kadıköy vapurundaki kibar ve şık hanımefendilerle beyefendilere hayran hayran bakakalan ben İzmir'e ilk görüşte vurularak İstanbul'a ihanet mi ediyordum acaba? Babamın mektubunda sözünü ettiği mektep, Atatürk Lisesi idi. Bütün Konservatuvar ekibi lisede kalıyorduk. Lisenin bahçesi benim çocuk gözümde uçsuz bucaksız, ağaçlar ise dev boyutlardaydı. İzmir'in iki sıra palmiye ağaçlı geniş caddeleri sabah serinliğinde arazözlerle yıkanıyor, ardından buharlaşan ıslaklığın yansıttığı toprak kokusu ortalığa yayılıyordu. Lisenin bahçesine yine her sabah erkenden altına incir yaprağı döşenmiş hasır sepetler içinde, dalından taze koparılmış bardacıklar getirirlerdi. Bazı sabahlar babamla birlikte Fuara gider üzüm suyu ya da şıra içerdik. İlk defa İzmir'de ızgara köfte-pilav perhizimi bozmuş, taptaze sivri biber, domates ve yumurtadan mamul menemene bir de Karantına'dakı Madam Mari'nin lokantasında ilk kez tanıştığım çipra balığına tav olmuştum.Ankara Devlet Konservatuvarı Tatbikat Sahnesi Fuar'da Puccini'nin Madama Butterfly ve Smetana'nın Satılmış Nişanlı operaları ile Thornton Wilder'ın Bizim Şehir oyununu oynuyordu. Babam nereye ben oraya, peşinde koşuşturuyor, kulislerde oyuncuların ayakları altında dolaşıyordum. Bütün emelim ne yapıp edip o sahneye çıkmaktı. Kendime Madama Butterfly 'in çocuğu rolünü uygun görmekteydim. Ne var ki, bu rolün benim gibi kazık kadar büyümüş sekiz yaşında bir kıza göre rol olmadığını anlamak istemiyordum bir türlü. Tabii, rol Tarık Leventoğlu’nun oğlu Hasan tarafından kapıldı ben de üzüntümü içime gömdüm. Sahneye çıkma arzum yine de sönmemişti. Allem kallem, sonunda Bizim Sehir'de başrol oynayan Muazzez İlgin (Kurdoğlu)in gelin olduğu sahnede duvağını taşıyan kız olma şansını yakaladım. Damat Cüneyt Gökçerdi ve ben Cüneyt'e sırılsıklam aşıktım. Onun bir tiyatro oyununda bile olsa başkasıyla evlenmesine razı olmam çok zordu. Yine de sahneye çıkmadan önce kızgın maşa ile saçlarımın lüle lüle kıvrılması, beyaz organzadan karpuz kollu uzun kabarık etekli elbisemin içinde kendimi bir prensese benzetmem, Cüneyt meselesini bir süre unutmama yaramıştı. Opera sahnesine çıkma emellerim rolümü Hasan'a kaptırmakla sona ermiş sayılmazdı. Kuliste dolaşmama kimsenin ses çıkardığı yoktu. Belki biri bir gün beni farkeder yolundaki iyimserliğimi hiç yitirmiyordum. Makyajı ve kostümü ile bambaşka kişiliklere bürünen Türkiye'nin ilk opera şarkıcıları arasında beni en çok etkileyen ve biraz da korkutan, dev gibi cüssesiyle sahneyi ve kulisi dolduran bariton Nurullah Şevket Taşkıran'dı. İki perde arasında "hadi bacaksız, git bana büfeden bir gazoz al" dediği zaman dünyalar benim olurdu.Fuar'daki tem siller ve provalardan arta kalan zamanda, Buca, Bornova ve Karşıyaka'daki tanıdıklara misafirliğe gidiyorduk. Annemle babam eğer beni erkenden yatağa yatırmaya karar vermedilerse bazı geceler birlikte Kordon'daki Şehir Lokantasına giderdik. Şehir Lokantasının özelliği açıkhavada olması, yemek masalarının koskoca bir dans pistinin etrafını çevrelemesi ve Darvaş ile Julia adındaki çiftin akrobatik dansları ile gözleri kamaştırmaları idi. Sabahları bazen vapurla Inciraltı plajına gider denize girerdik. Ama İzmir maceramızın benim için asıl unutulmaz anısı kuşkusuz Efes'in keşfiydi.Efes harabeleri babamı en az Kazdağı kadar ilgilendiriyor ve düş gücünü sınırsız besliyordu. Örneğin Çirkince öyküsünde Efes'le arasında kurduğu duygusal bağın ne kadar güçlü olduğunu şu sözlerden anlayabiliyoruz:"Her İzmir'e gelişimde muhakkak bir kere uğradığım bu harabeler, sanki seneden seneye daha haraboluyor, binlerce yıl önce aralarında bazı insanların insanlar gibi yaşadığı mermerler bile, kendilerini asırlarca örtüp koruyan anlayışlı toprağın altından çıkarıldıklarına küsmüşçesine, kararıp kirleniyordu. İçinde vücutları ve ruhları güzel insanların yetiştirildiği Gymnasium'un mozayiklerı, şimdi birbirini kovalayan keçilerin tırnakları altında dağılmaktaydı. Coşkun bayramların, spor oyunlarının kutlandığı Hypodrom'un göbeğine muhacirler tütün ekmişler, kenarda kuru yapraklı bir çardağın altında sıtmadan titreşerek yatıyorlardı. Sayısı bir zamanlar bin üç yüzü geçen ve bugün elimize ancak elli kadarı gelebilen o harikulade tragedya ve komedyaların oynandığı tiyatronun geniş ve serin artist gardropları şimdi tek tük gelen seyyahlarla, buraya yerleşmiş olan bıkaç aileye ve keçi çobanlarına kenef vazifesini görüyordu." Efes'te binlerce yıl önce yaşanmış olan uygarlık babamı çok heyecanlandırıyor, bu heyecanını Çirkince öyküsüne döktüğü gibi bana da aktarıyordu. Efes'e o yaz Alman hocalar ve aileleriyle birlikte gitmiştik. Türkiye'de yaşayan Almanlar zaten ülkenin belli başlı tüm antik kalıntılarını gezip dolaşıyorlar ve biz yerlilerden çok daha fazla şey biliyorlardı. Babam gibi meraklı bir yerli bulunca da onun peşinden ayrılmıyorlardı tabii. Ne var ki babam o yaz Alman'ları bir kenara bırakıp Efes'i benimle yaşadı ve bana yaşattı. Binlerce yıl önce sağlıklı ve güzel insanların cıvıl cıvıl yaşadığı, Ege denizi kıyısında aynı İzmir gibi rıhtımı olan, kitaplığında beynin, Gymnasiumunda bedenin geliştirildiği, tiyatrosunda binlerce kişinin birlikte ağlayıp birlikte güldüğü, Agora sında Ege insanının tıpkı şimdi olduğu gibi güle oynaya keyifle alışveriş yaptığı bu kenti bana tarihiyle ve sanatıyla tüm canlılığıyla yeniden yaşatmıştı babam.
·
137 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.