Gönderi

Yaz sonu Ankara'ya nasıl döndüğümüzü pek anımsamıyorum ama babamın gazete çıkarmak üzere İstanbul'da kalacağını ve ben ilkokulu bitirince de annemle birlikte İstanbul'a taşınacağımızı biliyorum. Açıkçası babamın bakanlık emrine alınmasının üstelik bir de İstanbul'da gazete çıkaracak olmasının önemini kavramış değilim henüz. Ancak, Marko Paşa macerasını babamın anneme yazdığı mektuplarla adım adım izleyebiliyorum bugün."13 Kasım 1946 Sevgili Aliye, İstanbul'a selametle geldim Mürettiphanenin yoluna konmasına uğraşıyorum. İşler fena gitmiyor. Marko Paşayı belki on güne kadar çıkarabileceğiz..." 26 Kasım 1946 Sevgili Aliye, Mektubunu da, kartını da aldım. Çok meşgul olduğum için biraz geç cevap veriyorum. Gazeteyi herhalde aldın. Arkadaşlar ne diyorlar? Bu iş beni bir hayli yordu. Hele dün, yani gazetenin çıktığı Pazartesi sabahı çok alçakça bir oyunla karşılaştık. Gazeteyi İstanbul'a ve Ankara'ya tevzi işini üzerlerine alan bayiler, son dakikada sabotaj yaptılar. Biz bu gazeteyi dağıtmayız! dediler. Bunun üzerine Aziz Nesin ile ben gazeteleri toplatıp kendimiz tevzi ettik. Bununla beraber Marko Paşa bir gün içinde satıldı. Herkes tarafından aranıyor, fakat mevcudu kalmadı. Zaten 6000 nüsha basmıştık. İkinci nüshayı daha fazla basmayı düşünüyoruz.... Ben Aralık ayının ortalarına doğru Ankara'ya döneceğim. Şimdilik işleri tek başına Aziz Nesin in üzerine bırakmama imkan yok. Henüz siyasi bakımdan da, mizah seviyesi bakımından da kontrole muhtaç. Hiç olmazsa dört nüshayı ben çıkaracağım." Marko Paşa'nın basın tarihimizde eşi benzeri olmadığı söylenir hep. Aziz Nesin'in babama yazdığı tarihsiz bir mektuptan anladığımıza göre gazetenin sekizinci sayısı 34 bin basmış. Yani sekiz sayıda 6 binden 34 bin'e yükselen inanılmaz bir tiraj. Muhalif bir mizah gazetesinin ulaştığı bu tiraja ek olarak gazetenin halk tarafından kapışılması iktidardakileri telaşa düşürmüştü doğal olarak. Zaten beklenen tepki de gelmekte gecikmedi. Şerif Hulusi'nin babama yazdığı 21 M art 1947 tarihli mektuptan işlerin nasıl sarpa sardığını anlıyoruz: "İki gözüm Sabahattin Ali... sana üzülecek bir haber vereyim. İstanbul Emniyet Müdürlüğü dün sabah Marko Paşa İdarehanesinde ve Stad matbaasında araştırmalar yapmış. Mevzuu da Azizin yazmış olduğu "Nereye gidiyoruz?" broşürü imiş... Dün sabah iki polis Aziz'i aldı götürdü. Bu mektubu saat 16'da yazıyorum. Yedi saat olduğu halde, hâlâ Aziz gelmedi... Stad matbaasını tekrar açmışlarsa da, Sacit'ten broşürleri ve Marko Paşayı basmamak hususunda teminat istemişler... Haluk (Yetiş), (mim) Uykusuz,Mücap (Ofluoğlu) ve ben gözlerinden öperiz..." Haluk Yetiş babama sonuna kadar sadık kalmış çok yürekli bir idare müdürüydü. Aziz Nesin içeriye alınınca Şerif Hulusi ile birlikte Marko Paşa'yı tüm engellere karşın çıkarma savaşına girmişlerdi.Haluk Yetiş, 24 M art 1947 tarihli mektubunda diyor ki:"Sabahattin bey.... Azizden henüz haber alamadık. Maamafih, bugün veya yarın bırakılma ihtimali var. Öğrendiğime göre, maksatları Marko Paşanın neşrini sekteye uğratmakmış. Her ne ise şimdi ben, bu hafta için Marko Paşayı çıkarmaya gayret edeceğim. Ümit yüzde doksan, makine ile dizmek şimdilik imkansız. El dizgisi ile hiç olmazsa 25-30 bin olsun basacağım.."1 Nisan 1947 tarihli mektupta ise, durumun vahametini korumakta olduğu anlaşılıyor:".... bütün uğraşmalara rağmen henüz Marko Paşa'yı çıkarmak mümkün olmadı. Bazı yem birtakım usulleri denemekle meşgulüz. Bugün klişe usulünü deneyeceğiz. Eğer muvaffak olursak yazı dizme meselesinden kurtulmuş olacağız. O da olmazsa belki de mimeografla basacağız... Bir mahkeme davetiyesi geldi. Ben o sırada idarede olmadığım için ne mahiyette olduğunu anlayamadım. Galiba Ealıh Rıfkı davasına ait.... Haluk Yetiş.." Sonunda gazete klişe ile 43 bin adet basılır. Ne var ki bu arada Aziz Nesin'in yazdığı bir yazıdan dolayı gazetenin sahibi olan babam mahkûm olmak üzeredir. 25/06/1947 tarihinde cezası kesinleşir ve Üsküdar Paşakapısı cezaevine yollanır. Haziran 1947 tarihli mektubunda olanları sakin sakin anlatır babam: "... Sevgili Aliye, ben dün İstanbul cezaevinden Üsküdar cezaevine nakledildim. 10 Eylül'de çıkacağım... Zekeriya (Sertel) benimle alakadar oldu ve yatak, yorgan, her şey gönderdi. Şimdi onlar Polonez köyüne gittiler, bir iki haftaya kadar dönecekler. Bana dedi ki, 'Aliye hanımla Filiz gelsinler, onlara bizim evde bir oda vereyim. Sen çıkıncaya kadar otursunlar!' Size Yıldız'ın yahut Sevim in odasını verecek. Çok rahat edersiniz... her şey düzelir, hele Filiz hiç üzülmesin.... Sevgili, bir tane Filiz’im... tabii sınıfını pek iyi derece ile geçtin. Miisamereniz nasıl oldu? Radyoya gidiyor musun? Yakında sizi İstanbul'da bekliyorum. Moda'ya gelince sık sık bana da gelirsiniz. Binlerce defa gözlerinden, yanaklarından öperim." 1947 ile 1948 yılları arasında babamın anneme hapishaneden veya saklanırken yazdığı mektuplarda, başındaki büyük dertlerin ipuçlarını ancak satır aralarında okuyabiliyor insan. Mektuplarda umutsuzluk veya isyan duyguları hiç belli değil. 0 her zamanki gibi annemin ve benim hayatımı uzaktan da olsa sevgi ile düzenlemekle meşgul. 5 Haziran 1947 tarihli mektubunda uzun uzun direktifler veriyor anneme ve diyor ki:"Sevgili Aliyeciğim... Birkaç gün evvel sana elli lira yollatmıştım. İki gün evvel de iki yüz lira daha gönderttim. Bunlarla ev kirasını, elektrik parasını ver, ikinci yataklı ile gel... Bana sık sık Mehmet Alı Aybar da uğruyor. Sen buraya gelince Filiz'le beraber birkaç gün de onlarda kalırsın, Aliye teyzem (Aybar'ın annesi) pek memnun olur. Mehmet Ali'nin karısı da çok kibar bir kadın. Beraber denize filan gidersiniz. Yakında seni de, sevgili ruhum Filiz'i de İstanbul'da görmeyi ümide diyorum. Zekeriya beyler sizi hapishaneye getirirler, yolu öğrenirsiniz." Moda'ya, Zekeriya ve Sabiha Sertel'in evine geldik sonunda. Moda burnundaki bu iki katlı ev benim için Hollywood filmlerindeki modern evler kadar göz kamaştırıcıydı. Her zamanki gibi hayal gücüm son hızla çalışmaya başlamış ve Serteller'in evi, bu eve gelen gidenler, komşular ve Modalılar etrafında binbir türlü fantazi yaratmaya başlamıştım bile. Aslında Serteller'in durumu da pek parlak değildi o günlerde. Tan matbaası parçalanmış, polis suçluları cezalandıracağına Sabiha hanımla Zekeriya beyi suçlu ve tahrikçi (tıpkı yıllar sonra Sivas olaylarında Aziz Nesin’in başına geldiği gibi... tarih besbelli tekerrür ediyor) ilan etmiş, haklarında davalar açılmıştı. Evdeki hava ilginçti. Benimle ve annemle Zekeriya bey ilgileniyor, Sabiha hanım daha mesafeli duruyordu. Kafası sürekli siyaset meseleleri ile doluydu Sabiha hanımın. Eve gelenlerle fikir tartışm aları yapan da oydu. Zekeriya bey ise çok şakacı, sevgi dolu, muzip ve candan bir insandı. Amerikan usulü kahvaltı ve greyfurt denilen meyve ile ilk kez Serteller'in evinde karşılaşmıştım. Greyfurt ortadan ikiye bölünüyor, keskin bir bıçakla dilimlerin arası kesiliyor, üzerine toz şeker serpiliyor ve dilimler tatlı kaşığı ile çıkarılıp afiyetle yeniyordu. Zekeriya beyin beni alıştırdığı ikinci antika gıda türü de domates suyu ile süt karışımıydı. Her sabah Zekeriya beyi kırmamak için bu acaip karışımı içmeyi kabulleniyordum.Babamı ziyarete Paşakapısı cezaevine nasıl gittik hiç ama hiç anımsamıyorum. Cezaevi avlusunda üçümüzün birlikte göründüğü iki poz fotoğrafa ne zaman baksam içim feci burkulur. Babamın saçları bembeyaz olmuş, besbelli epey kilo vermiş ki o benim tombul babamın beyaz keten elbisesi üzerinden dökülüyor sanki. Sabiha Sertel ve Zekeriya Sertel'in anılarını okuyunca neden o günleri anımsamak istemediğimi daha iyi anlıyorum şimdi. Cezaevi müdürünün odasında karşılıyormuş bizi babam, sonra da beni kucağına alıp öpüyor, kokluyor ve ağlıyormuş. Benim çocukluğumun tek kahramanının, dünyadaki tek hayran olduğum adamın ağlaması, tutsak bir kuş gibi demir parmaklıklar arkasında hapsedilmesi, saçlarının bembeyaz olması, zayıflaması kimbilir beni nasıl etkiliyordu ki artık iyiden iyiye hayal dünyamda yaşamaya başlamıştım o yaz.Herhalde beni ve annemi oyalamak için olsa gerek Zekeriya beyler yine Polonez köye gitmeye karar verdiler. Vâlâ Nurettin'le Müzehher teyze, Kemal Salih Sel, karısı, kızı ve oğlu, Zekeriya beyler, annemle ben ve Zekeriya beylerin emektarı İclal hep beraber Beykoz'dan bir sırık arabasına bindik ve tozlu yollarda bana saatlerce sürdü gibi gelen bir yolculuktan sonra masal kitaplarımda resimlerini gördüğüm Avrupa köylerine benzer bir köye geldik. Madam VVanda'nın iki katlı evinde kalıyorduk. Büyükler kırda bayırda uzun yürüyüşler yapıyor, benim hiç anlamadığım ve fena halde sıkıldığım siyasi konuşmalarına devam ediyorlardı. Beni öğle uykusuna yolluyorlar, akşam yemeğinden sonra da erkenden yatırıyorlardı. Bütün bu haksızlıklar! karşısında ama herhalde asıl babamın başına gelenler dolayısıyla içime gömdüğüm kızgınlıkla garip davranışlarda bulunan bir çocuk olmuştum. Kemal Salih Sel'in kızı Suna'yı kıskanıyor, oğlu Haluk'a aşık oluyor, içimde kaynayan bu duyguları huysuzluklarla ve şimdiki analizlerime göre çeşitli davranış bozukluklarıyla dışa vuruyordum. Büyüklerin beni anlayacak halleri yoktu, onların dertleri kendilerine yeterdi, bir de Sabahattin'in şımarık kızı ile uğraşmak canlarını sıkıyor olacak ki benim terbiyemle İclal'in ilgilenmesine karar verdiler sonunda, bir keresinde de odamdan çıkmama cezası bile aldım. Kendi kendime bile itira f edemediğim kötü duyguları bastırabilmek için Polonez köyde ilk kez karşılaştığım yepyeni ve hiç de tanıdık olmayan Polonya kültürü üzerine kafamda binbir çeşit senaryolar, öyküler, olaylar yaratıyor ve bu hayallerle oyalanıyordum.Moda'ya döndüğümüzde, evin bitişiğindeki Moda Palas otelinde Polonez köylü genç delikanlıların garson olarak çalıştıklarını öğrendiğimde kafamda geliştirmekte olduğum Polonya hayalleri iyiden iyiye dallanıp budaklanmış hatta gizli gizli öyküler yazmaya bile başlamıştım. O yaz, Zekeriya beyle Moda Kulübünün raftından denize girmek ve eve dönünce bezik oynamak, ya da sabahları erkenden uzun doğa yürüyüşlerine çıkmak gibi çok hoşlandığım şeyler de yaptım Moda'da.Okul açılmadan Ankara'ya döndük, öyle sanıyorum babam daha çıkmamıştı hapishaneden. Marko Paşa kapatılmış, yerine önce Malum Paşa, o da kapıtılınca Merhum Paşa çıkmıştı. Hiç yılmıyorlardı ama başları da beladan kurtulmuyordu.Babam direnmeye devam ediyor ve anneme 3 Kasım 1947 tarihinde yazdığı mektupta:"Çok sevgili Aliye, bugün Pazartesi. Henüz mahkemelerden bir haber yok. Gazetenin para işleriyle uğraşıyorum. Vaziyeti düzeltebilirsem on beş güne kadar "Ali Baba"yı çıkaracağım. Şimdilik Mehmet Aliler'deyim. Dün Pazar günü hiç sokağa çıkmadım. Vâlâ ile Müzehher geldiler. Sana çok selamları var. Nevin Akkaya da selam söyledi. Hep Filiz den bahsedildi, nasıl, sıhhati yerinde mi? Yemek yiyor mu?" diyordu.10 Kasım tarihli mektubunda ise:"... bu hafta Merhum Paşa çıkmadı, çıkmayacak... iki haftaya kadar Ali Baba'yı çıkaracağım. Çünkü paşalar karıştıkça satış düştü, ziyan etmeye başladık. Çok sıkıntılı vaziyetteyim. Yarın sana 100 lira göndereceğim. İdare et. Zaten sen, ben söylemeden de idare edersin ya, çünkü benim idareli, sevgili karıcığımsın. Bu fena günlerde yalnız seni ve Filiz'i düşünerek kuvvet buluyorum.... ben bazen Mehmet Alı Aybarlar da, bazen Mehmet Ali Cimcozlar da kalıyorum..." diyor. Bu arada "Adaleti tahkir" davasında sorgu hakimi evrakı Ağır Ceza Mahkemesine vermiş ve babamın hakkında tevkif kararı çıkmış. Babam da nasıl olsa ilk celsede beraat edeceğine emin olduğundan boşu boşuna hapis yatmamak için izini kaybettirip İzmir civarına seyahate çıkmış. Nerelere seyahat ettiği anlaşılmasın diye bize mektup yazmayacakmış. "Merak etmeyin, acı patlıcanı kırağı çalmaz" diyor ama artık tehditler, sabotajlar ve gırtlağa kadar girilen borç yüzünden gazete çıkamıyor, aranıyor, yakalanmamak için izini kaybettirmeye çalışıyor, eşin dostun yardımına muhtaç ve dört bir taraftan kıstırılmış durumda. Mektuplarında moral çöküntüsünü gizleyemiyor artık. 24 Ocak 1948 tarihli mektubunda ilk kez umudunu yitirmek üzere olan bir insanın çaresizlik içindeki çırpınışlarına tanık oluyoruz:"... hayatımda hiç bugünlerdeki kadar sıkılmamış ve imkansızlıklar içinde çırpınmamışım.... sizi düşünmekten deli olacağım. Filiz yaşında yahut ona yakın bir çocuk görünce elimde olmadan gözlerim yaşarıyor..." Para sıkıntısı son haddine varmışken Amerika'dan gazete için getirttiği ve gümrük resmini veremedikleri baskı makinasını Ocak 1948'in sonuna doğru Rüştü Diktürk'e devren satmış ve borçlarını ödemişti. 27 Ocak 1948 tarihli mektupta makinenin satışını müjdeliyor babam anneme:"... bugün makine parasından bir miktar alabilmek mümkün oldu, acele borçları ödedikten sonra derhal size 900 lira gönderdim.... Sevgili Filiz, senin Doğan Kardeş abonesini 6 ay daha yenilettim. Başka bir isteğin varsa bana yaz. Sem on milyon kere öperim." Ancak babamın durumu ciddiyetini korumakta. Kapana kısılmıştır artık. Gazeteyi çıkarması mümkün değil, hakkında kesinleşmiş ya da kesinleşecek mahkumiyet kararları var. Kısaca, işsiz, özgürlüğü her an elinden alınacak gibi, eli ayağı bağlanmak üzere. Son çare yurt dışına gitmek. Ancak pasaport alması olanaksız. O halde tek bir çıkar yol kalıyor, o da kaçmak. Arkadaşı Adalet Cimcoz ve eşi avukat Mehmet Ali Cimcoz'un babamın kaçma planlarından haberleri olmasa bile ona kaçma yolunu kolaylaştıracak planda yardım ettikleri kesin. Modalı Melek Celal Sofu adında zengin ve sanatsever bir hanım arkadaşlarının kamyonunu çalıştıracak babam. Melek hanımın başına bir iş gelmesin diye kamyonun kaydı Adalet Cimcoz'un üzerine yapılıyor ve babam nakliyeciliğe başlıyor.1948'in Şubat ayında babam kamyonla Ankara'ya geldi. Önce tanıyamadım onu. Sırtında içi kürklü meşin ceket, başında yine içi kürklü kulaklıklı meşin papak, ayağında çizmeler, tam bir seyyah kılığı yani. Babam bu yeni rolünden epey keyif alıyora benziyor. Birlikte Hergele meydanında bir yerlere gidiyoruz, Urfa'ya gidecek mallarla ilgili binleriyle görüşüyor, karlara bata çıka eve dönüyoruz. Babamla birlikteyim diye uçuyorum. Yeni bir maceranın eşiğindeyiz sanıyorum ve çok mutluyum. Babam, meşin ceketini ve kalpağını bana giydirip fotoğraflarımı çekiyor. Urfa tarafına mal götürmek üzere yola çıkıyor. Onu bir daha hiç görmeyeceğimi nerden bilebilirim? İstanbul'dan yazdığı son mektubun tarihi 13 Mart 1948."Çok sevgili karıcığım, bin bela ile bir haftada İstanbul'a gelebildim. Kızılcahamam ile Düzce arasında, yanı Bolu dağı ile Gerede havalisinde çok perişan olduk. Kara saplanıp gece dağ başlarında kaldık, şoför mahallinde uyuduk, az daha donuyorduk. Üstelik İzmit dağını da kar sarmış, hurdan geçerken makas yani yay kırdık. Demirci çingeneler bulupüstün körü bir tamirle yola devam edebildik neyse, havalar düzelip yollar açılıncayakadar İstanbul'da kalıp çalışacağız. Bakalım iş çıkacak mı, kazanabilecek miyiz. Yarın Kadıköy tarafına geçip bütün gün ev arayacağım.... Sen mektubu Adaletlere yaz..." Bütün gün ev arayacağım diyor. Acaba yurt dışına kaçmayı planlamıyor mu? Yoksa annem şüphelenmesin, merak etmesin diye mi bizi İstanbul'a taşınma masallarıyla avutuyor. Cimcoz'lara yazdığı 28 Mart 1948 tarihli mektuba Bu mektubu aldığınız zaman ben bir müddet için ortadan yok olmuş olacağım" diye başladığına göre kamyonculuk bahane. Güneydoğu sınırını denediği ama buradan kaçamadığı düşünülebilir. Şimdi de Batı sınırını deneyecek. Babam son yolculuğuna çıkmadan önce bize gönderdiği son mektubun içine son çektiği fotoğrafları da koymuş. Hepsinin arkasına da bir şeyler yazmış."Osmaniye çamurunda bir kamyonun halı ve hızım şoför Salım efendi.. , Urfa da, kaledeki sütunların dibinde büyük patron ve meşhur seyyah Sabahattin Ali bey..", "Fırat kenarındaki Birecik'te Volga mahkumları..."Bu fotoğrafta Fırat üzerinde karşıdan karşıya araç taşıyan kayıkları kıyıdan çeken insanlar görünüyor; benim kalpaklı resmimin arkasına da "alaca karanlıkta Kafkasyalı bir prenses.." diye not düşmüş; son fotoğrafta oldukça havaleli deri yüküyle makas kırmış kamyon görünüyor, babam arkasına "İzmit civarında Denizli köyünde makası kırık garip De Soto" diye yazmış
·
556 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.