Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

....Bundan sonra olanlar bugün de esrarını koruyor. Babam, Edirne'ye peynir yüklemeye gidiyor hesapta. Ancak yanına şoför muavini olarak Ali Ertekin diye birini alıyor. Ali Ertekin Yugoslav göçmeni, ordudan silah kaçırdığı gerekçesiyle astsubaylıktan atılmış biri. Bulgaristan'a adam kaçırdığı hatta Emniyetle ilişkisi olduğu sonradan ortaya çıkan bilgiler arasında. Ali Ertekin olay ortaya çıktıktan sonra sorgu yargıçlığında verdiği ifadede:"Kızılcadere köyünde kamyondan indiklerini, şöför Salim'i geri gönderdiklerini, gece Usküp ile Yündolan arasında Sazara köyü istikametine yürüdüklerini ve işte bu sırada Sabahattin Ali'nin Marko Paşa gazetesinin sahibi olduğunu, Bulgaristan'a geçerek oradan da Moskova 'ya gideceğini öğrendiğini..."(Gerçek gazetesi, 22 Şubat 1950)söylüyor. Bu durumda milli hislerinin galeyana geldiğini, birdenbire iradesini kaybettiğini ve elindeki sopa ile kitap okumakta olan Sabahattin Ali'nin kafasının sol tarafından yüzüne doğru şiddetle vurduğunu itiraf ediyor Ali Ertekin. İfadesinesuratı, gözlüğü, kulağı kan içinde kalmıştı, arkasından aynı yere şiddetle bir daha vurdum. Bu iki darbeden sonra Sabahattin Alı sol tarafına doğru yere yıkıldı. Ağzından burnundan kanlar boşandı. Dikkat ettim. Hafif hafif nefes alıyordu. Bu defa üçüncü bir darbeyi ensesine vurunca nefesi tamamen kesildi. Ölmüştü."diyerek devam ediyor. 2 Nisan 1948, Sabahattin Ali kitap okurken öldürülmüş ve öldüğü yerde, dere yatağında öylece bırakılmış. Babamdan haber alamamamız annemi çok tedirgin etmiyor, Rasih Nuri İleri eliyle gönderdiği mektupta babam".. bu mektubu aldığın zaman ben İtalya, Fransa veya İngiltere'de olacağım. Filiz'in okulu bitince sizi yanıma aldıracağım.."dediğine göre meraklanacak bir şey yok. Ben Haziran'da Mimar Kemal İlkokulu'nu bitiriyorum. Diploma törenimiz çok güzel geçiyor. Annemin diktiği pembe organza tuvaletim ile Johann Strauss'un valsleri eşliğinde peri kızları gibi dans ediyorum. Sonra da milli giysilerimizle Tamzara ve Harmandalı oynuyoruz. Sükse bin beş yüz. Ne var ki ilk kez yaz tatilini Ankara'da geçiriyoruz. Ne kadar bunaltıcı bir yaz bu... Sonbaharda Ankara Kız Lisesi'ne kaydımı yaptırıyor annem. Babamdan hâlâ haber yok. Okulda özellikle İngilizce dersim çok iyi, hocam Lamia hanıma bayılıyorum. Okulun müdürü Perihan hanım babamın İstanbul Yüksek Muallim Okulundan arkadaşı, beni kolluyor o da.Yanılmıyorsam 1949 yılının Ocak ayı. İngilizce dersi yaparken sınıfa Lise 1 öğrencisi koşucu Üner Teoman giriyor ve Lamia hanımın kulağına bir şeyler fısıldıyor. Gazeteciler gelmiş, avluda beni bekliyorlarmış, babamla ilgili bir konu varmış. Üner Teoman'la avluya çıkıyorum. Gazeteciler bana bir şey söylemeden aniden fotoğraflarım ı çekmeye başlıyorlar. Rüyada gibiyim.O akşam eve iki genç gazeteci gelip anneme "Sabahattin Ali'nin Bulgaristan'a kaçarken öldürüldüğü iddia ediliyor ama doğru değil, bu konuda ne söyleyeceksiniz?" gibi sorular sorup gidiyorlar. Ertesi günkü gazetelerde benim fotoğrafın altında "öldürülen Sabahattin Ali'nin küçük kızı Filiz" yazısı, manşette ise "Sabahattin Ali'nin karısı Aliye Ali 'kocamın başına ne geldiyse kitapları yüzünden geldi' dedi" cümlesi. Annem panik içinde. Avukat dostumuz İsmail Hakkı Balamir bu sözleri tekzib ediyor hemen. Dostlar evde kalmamamıza karar veriyorlar. Ortalık sakinleşinceye kadar gazeteci Emin Karakuş'un evinde kalıyoruz birkaç gün.Kapkaranlık, dipsiz bir kuyuda gibiyim. Kendimi bildim bileli her akşam uyumadan önce dua ediyorum. Bu duadan annemin de babamın da haberleri yok. Yazları annemin anneannesinin Suadiye'deki evinde gaz lambası ışığında her gece bana ezberletmeye çalıştığı "Rabbi esir, velati âsir.." diye başlayan bu duayı "Allahım ne olur ben iyi bir çocuk olayım, annemi ve babamı üzmeyeyim, annem ve babam ölmesinler" diye bitiririm . Ne var ki Allah benim bu duamı kabul etmemişti işte. Dünyada en çok sevdiğim varlığı, babamı elimden almıştı. Bunda besbelli benim de suçum olmalıydı ki cezalandırılmıştım. Yeterince iyi bir çocuk olamamıştım demek ki. İnatçıydım, kıskançtım, anneme istediği kadar yardım etmiyordum ama babamın ölmesine neden olacak kadar büyük suç ne olabilirdi? Babamın ölümünü izleyen günler, haftalar, aylar ve yıllar boyu çözemediğim bu suçluluk duygusuna bir de çevrenin baskısı eklenirse o yıllar yaşanan kabusun korkunçluğu daha iyi anlaşılabilir.Sabahattin Ali öldürüldüğüne göre suçluydu. Suçu neydi? Komünist olmak. Ben kimdim? Komünistin kızı? Kimlerle konuşuyor, hangi kitapları okuyordu bu komünistin kızı? Komünistin kızının arkadaşı olmak da tehlikeliydi. Onu yapayalnız bırakmak, cüzamlı gibi te crit etmek gerekiyordu."5. Ali'nin öldürülüşü aylarca sonra resmen açıklanınca, bütün burjuva basını en ağır karalamalar, sövgüler ve suçlamalarla Sabahattin Ali'ye saldırdı, onunla ilgili çirkin hikayeler uydurdu. Öylesine bir baskı, korku ve yılgı havası yaratıldı ki kimse Sabahattin Ali'yi savunmayı göze alamadı, gerçeği açıklayamadı.." Sabahattin Ali'nin suçu ne idi? Sabahattin Ali kendi suçunu itiraf ediyor aslında öldürülmeden bir yıl önce:"Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer. Bir gün Almanların pabucunu yalayan ertesi gün Ingilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika'ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik. Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da cefakeş milletimizdir. Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yollan araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Nerdeyse, yoldan geçerken,mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: "Görüyor musun şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor..." Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalıydı. Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bereket, zora katlanmasını bilen bu millet de namuslu." Bugün bu yazının altına imzasını atmaktan kaçınacak hiçbir aydın var mıdır acaba? IMe gariptir ki aradan geçen elli yılın Sabahattin Ali'nin yazdıklarını doğruladığını görüyor ve tarihin tekrarlanmasına hep birlikte bugün de tanık oluyoruz.Babamı kitap okurken öldürüp (kim öldürdüyse) Kırklareli'nin Üsküp Nahiyesine bağlı Hedye köyü yoluna elli metre mesafede orman içindeki çatağa öylece bırakan katil veya katiller, aylarca sonra bulunan tanınmaz haldeki bu cesede bir mezarı bile çok gördüler. Kemikleri bir torbaya konup oradan oraya teşhis için dolaştırıldı. Gömüldüğü yerden çıkarılıp tekrar incelendi. Sabahattin Ali'nin canını almak yetmedi, ölüsünü de rahat bırakmadılar bu gözü dönmüş vampirler ve dünyada hiç iz bırakmasın diye kemiklerini bile yok ettiler.Ama Sabahattin Ali sanki canilerin onu mezarsız bırakacaklarını çok önceden sezmiş gibi evrendeki mekanını belirlemişti çoktan ve demişti ki: DAĞLAR Başım dağ, saçlarım kardır, Deli rüzgârlarım vardır, Ovalar bana çok dardır, Benim meskenim dağlardır. Şehirler bana bir tuzak, İnsan sohbetleri yasak; Uzak olun benden, uzak, Benim meskenim dağlardır. Kalbime benzer taşları, Heybetli öter kuşları, Göğe yakındır başları; Benim meskenim dağlardır. Yarimi ellere verin; Sevdamı yellere verin; Yelleri bana gönderin; Benim meskenim dağlardır. Bir gün kadrim bilinirse İsmim ağza alınırsa, Yerim soran bulunursa; Benim meskenim dağlardır (1931)
·
86 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.