Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

BEKAR BİR ARİSTOKRAT Bayan Storner’i muhakkak bir ölümden kurtardıktan sonra Baker Street’teki evimize döndük… Ertesi sabah aklıma, bir zaman yüksek sosyete dedikodu konusu olan Lord St. Simon’un evlenmesi olayı geldi. Bu evlenme ve neticesi, artık konuşulmuyordu. Unutulmuştu… Yeni yeni öyle rezaletler patlak vermişti ki, dört sene önceki bu facia zihinlerden silinmişti. Hafızamı yokladım. Hatıralarımı tazeledim: O facianın iç yüzü genel duruma açıklanmamıştı. Dostum Sherlock Holmes’un el attığı bu meseleyi yazmazsam, meydana getirmekte olduğum eserin noksansız bir eser sayılmayacağına karar verdim. Sherlock Holmes sokağa çıkmıştı. Akşama doğru eve gelince masasında bir mektup buldu. —Ne o doktor, siz hiçbir yere gitmediniz mi? —Kapı eşiğine bile ayak basmadım. —Hava berbat. —Evet, bunun için oturdum. Yağmur yağıyor, rüzgâr esiyor, rutubetli hava Afganistan Savaşı’nda yediğim kurşunun yerini sızlatıyordu. Koltuğuma gömülmüş, ayak ayak üstüne atmış, bütün gazeteleri okumuştum… Nihayet okunacak şey kalmadı. Gazeteleri bırakıp daldım. Arada sırada da Holmes’un masasında duran armalı zarfa yan gözle bakıyordum. —Acaba Holmes’e mektup yazan asilzade kimdi? Holmes yerine oturunca: —İşte, dedim, yüksek sosyeteden bir mektup!. —Ne olur sanki?. —Hiç… Bu sabah bir balıkçıyla bir kolcudan mektup almıştınız. Holmes gülümsedi: —Her çeşit insandan mektup alıyorum, fena mı?. —Hiç fena değil!. —Ama bu mektup fena. —Neden? —Bu yüksek sosyeteden gelen mektup icabı, ya can sıkıntısından esneyeceğim veya yalan söylemek zorunda kalacağım. Ben merak içindeydim: —Artık açın şu mektubu —Peki, peki, sabırsızlanmayın. Zarfı açtı, mektubu çıkarıp okudu: —Meraklı bir meseleye benziyor, dedi. —Sosyal bakımdan mı? —Hayır, meslek bakımından meraklı. —Mektubu yazan İngiliz aristokrasisine mi mensup? Sherlock Holmes güldü: —Evet, hem de en yüksek seviyede bir şahsiyet. —Tebrik ederim. —Ama meraklı olan bu zatın seviyesi değil, sunduğu iş çok meraklı… Gazeteleri okudunuz mu? Elimle yığını gösterdim. —Hepsini okudum. —İsabet. —Neden? —Bana bilgi verirsiniz de ondan. Ben yalnız küçük ilanlarla küçük haberleri okurum. O haberlerle ilanlar öğreticidir. Fakat siz bütün yazılara göz gezdirdinizse Lord St. Simon’la evlenmesine dair bir şeyler görmüşsünüzdür. —Evet gördüm ve alakayla okudum. —İyi, Mektup Lord St. Simon’dan. Ben size mektubu okuyayım, siz de bana gazetelerde onun hakkındaki yazılanları bulup gösterin. —Olur. Holmes mektubu okudu: Sayın Sherlock Holmes, Lord Backvater, size her hususta itimat edip güvenebileceğimi temin etti. Evlenmemle ilgili çok elin bazı hususlar hakkında görüşmek için sizi ziyaret edeceğim. Bay Lestrad işi üstüne aldı, fakat sizinle beraber çalışmakta hiçbir mahzur görmediği gibi, sizin işe müdahalenizin faydalı olacağını söylüyor. Saat dörtte sizde bulunacağım. Eğer başka bir randevunuz varsa, o randevuyu geri bırakmanızı rica ederim, çünkü sizinle görüşmek istediğim mesele hayatidir. Saygılarımla. Robert St. Simon Dikkatle dinledikten sonra sordum: —Nereden yazılmış? —Grosvenor şatosundan. Kaz tüyü kalemle yazılmış ve asil Lord sağ elinin küçük parmağına mürekkep damlatmış. Holmes mektubu katladı. Dedim ki: —Saat dörtte geleceğini yazıyor. Saat üç. Bir saat sonra burada olacak. —Bir saat zarfında işi bana anlatırsınız. Siz gazeteleri alıp kupürleri tarih sırasıyla tasnif edin, ben de bu Lordun kim olduğuna bakayım. Kırmızı ciltli bir kitap alıp karıştırdı, sonra kucağına koydu: —Buldum! Robert Valsingham Vere St. Simon Balmoral Dükasının küçük oğlu. Arması: Gökmavisi kumlu fon üstüne üç yıldız… 1846 da doğdu… Demek kırk yaşında. Evlenmekte geç bile kalmış. Son kabinede müstemlekeler, sömürgeler müsteşarıydı. Babası kısa bir müddet Hariciye Vekilliği yapmıştır. Anneleri tarafından Plantegenet ve Tudor’lara mensupturlar… Bütün bunlar bir şey ifade etmiyor. Galiba esaslı bilgiyi sizden alacağım Watson. —Hadise yenidir, dediğim gibi beni de çok ilgilendirdi. Fakat size bahsetmek istemedim. Holmes hayretle yüzüme baktı: —Neden? —Elinizde başka bir iş var. Onun soruşturmasıyla meşgulsünüz. İki işi birden takip etmek istemediğinizi bilirim. —Tahkik etmekte olduğum iş hangisi? —Grosvenor Square işi. —Ha, anladım… O iş çoktan bitti. Çok basit bir meseleydi. Hemen hallettim. Siz şimdi bana bu lordun işini anlatın. —İlk haber Morning Post’un küçük ilanlar sayfasında bundan birkaç hafta evvel çıktı. Haber şu: Söylendiler tahakkuk ederse Balmoral Dükasının küçük oğlu Lord Robert St. Simon yakında Aloysius Doran’ın biricik kızı bayan Hatti Doran’la evlenecektir. Bay Doran Amerikalıdır. Kaliforniya’da, San Fransisko’da oturmaktadır. Holmes ayaklarını ocağa doğru uzattı: —Az fakat öz! dedi. —Aynı hafta içinde başka bir gazete bu habere temas ederek daha fazla ayrıntı veriyor: İngiltere de, evlenme anlaşmaları himaye usulüne tâbi tutulmalıdır, çünkü bugünkü arz ve talep ilkeleri bizim aleyhimize neticelenmektedir. Büyük Britanya’nın meşhur isimleri birbiri ardı sıra Amerikalı kuzinlerimizin eline geçiyor. Bu güzel gaspların bugüne kadar elde ettikleri kazançlar listesine bu hafta bir kazanç dahi ilave edilecek: Yirmi yıldan beri aşk ilahının okundan kendini korumaya muvaffak olan Lord St. Simon, yakında Kaliforniyalı bir milyonerin kızı Bayan Hatti Doran’la evleneceğini resmen açıklamıştır. Vestburi House eğlencelerinde zarif endamı ve göz kamaştıran güzelliğiyle göze çarpmış olan Bayan Hatti Doran milyonerin tek çocuğudur. Gelecekte sahip olacağı servet dışında, çeyiz parası en az altı sıfırlı bir rakamdır. Öte yandan, Balmoral Dükasının son zamanlarda resim koleksiyonunu satmak zorunda kaldığını herkes biliyor. Lord St. Simon’un da, Birchmoor’daki küçük malikanesinden başka şahsi hiçbir serveti yoktur. Neticede, bu izdivaçtan sadece bir asalet unvanı taşımak suretiyle bir Amerikalı kız faydalanacak değildir. Sherlock Holmes esneyerek sordu: —Başka bir şey yok mu? —Çok… —Daha başka ne var? —Bir alay şey var. Morning Post, nikahın Saint-George’da, Hanover Square’de, çok samimi altı dostun önünde törensiz kıyılacağını yazıyor. Nikahtan sonra Bay Aloysius Doran’ın Lancaster Gate’da kiraladığı konağa gidilecekmiş. Geçen Çarşamba sayısında da iki satırla evlendikleri yazıldı. Yeni evliler balayını geçirmek üzere Petersfield’de Lord Backvater’e misafir olmuşlar. Gelin ortadan kayboluncaya kadar yayınlanan haberler bundan ibaret. Holmes hızla doğruldu: —Ne oluncaya kadar? —Yeni gelin ortadan kayboluncaya kadar. Dostum ilgilenmeye başladı: —Ne zaman kaybolmuş? —Evlendiği gün sabah kahvaltısında. —Ya!... Bu daha enteresan… Hatta dramatik… —Evet. Pek az görülmüş bir hadise. —Doğru. Kadınlar nikahtan önce, bazen de balayı sırasında ortadan kaybolurlar… Bu kadar çabuk sıvışan kadın hatırlamıyorum. —Ben de. —Şimdi, ayrıntı yok… Daha doğrusu gazetelerin elde ettikleri bilgi noksan. —Belki biz tamamlarız. —Meseleyi dünkü gazetelerden biri Mondan bir düğünün akıbeti başlığı altında meselenin özetini yapmış. —Lütfen okuyun. Lord Robert St. Simon ailesi, düğününün garip ve elim akıbeti ile büyük bir üzüntü içindedir. Düğün, gazetelerin kısaca bildirdikleri gibi, dün yapılmıştı. Düğünden sonraki söylentilerin doğru oldukları bugün anlaşıldı. Birkaç dostun meseleyi örtbas etmek gayretlerine rağmen, haber öyle sızdı ki, artık herkesin diline dolanan bu meseleyi örtbas etmeye çalışmak boşunadır. Saint-George’da nikah töreni sakin geçti. Davetliler gelinin babası Bay Aloysius Doran, Balmoral düşesi, Backvater Lordu damadın erkek ve kız kardeşi Eustace Lordu ile Leydi Clara St. Simon ve Leydi Alici Vahitington’dan ibaretti. Nikahtan sonra, hep beraber Lancaster Gate’da, Bay Aloysius Doran’a gittiler. Bu sırada kapıda bir kadın bir olay çıkardı. İsmi açıklanmayan bir kadın Lord St. Simon’un eski dostu olduğunu iddia ederek, davetlilerin peşinden konağa girmek istedi. Uzun münakaşa ve mücadeleden sonra kapıcıyla uşaklar kadını savabildiler. Bereket versin gelin bu hiç de hoş olmayan hadise sırasında içeri girmişti ve davetlilerle beraber kahvaltı sofrasına oturmuştu. Fakat birdenbire hastalandığını söyleyip odasına çekildi. Kızının sofraya gelmediğini gören babası arkasından gitti. Kızı yoktu. Hizmetçisine sordu: —Hatti nerede? —Empermeablı ile şapkasını alıp gitti efendim. —Nereye gitti?... Milyoner şaşalamıştı. Hizmetçi: —Bilmiyorum, dedi. Milyoner sordu: —Nereden gitti? —Servis kapısından. Milyoner bütün bütün şaştı. Uşakları sorguya çekti. Biri empermeablı bir kadının çıktığını görmüştü ama, Bayan Doran olabileceği aklına gelmemişti: —Ben Bayanı sofrada sanıyordum, dedi Kızının kaçtığına kanaat getiren Bay Aloysius damadıyla görüşüp polise başvurdu. Polis araştırmaları devam etmektedir. Bu esrarengiz işin mahiyeti yakında elbette anlaşılacaktır. Dün akşam geç vakte kadar, yeni gelin bulunamamıştır. Bir kötü niyetten, ahlâksızca bir tertipten bahsedilmektedir. Söylendiğine göre kıskançlık veya herhangi başka bir sebepten, konağa girmek isteyen kadını polis yakalamıştır. Gelinin ortadan kaybolmasından bu kadının rolü olması muhtemel görülüyor. Sherlock Holmes bu sefer esnemedi, aksine alakayla sordu: —Başka? —Bu sabahki gazetelerde bir havadis daha var. —Lütfen anlatın. —Kapıda rezalet çıkarmaktan sanık olarak yakalanan Bayan Flora Miller eskiden Allegro’da dansözmüş, birkaç sene damatla birliktelik yaşamış. —Bu kadar mı? —Evet, gazetelerde başka bir şey yok. Yazılanların hepsini öğrendiniz. —Çok enteresan bir işe benziyor. Elimden kaçırmak istemem. Kapı çalındı, Holmes saatine baktı: —Dördü geçti, gelen Lorddur. —Herhalde. —Sakın gitmeyin Watson. Konuşacaklarımızın bir şahidi bulunmalıdır. Hem belki bazı şeyleri unuturum. Kapı vuruldu, Holmes: —Giriniz! dedi. Odaya uşak girdi: —Lord Robert St. Simon geldi. —Buyursun. İnce, solgun yüzlü, sevimli bir adamdı. Burnu kalkıktı, acele konuşmasından, her zaman keyfi yerinde bir insan olmadığı anlaşılıyordu. Dik ve sakin bakışından, emretmek için yaratılmış bir insan olduğu belliydi: O emredecek ve herkes onun sözünü yerine getirecekti. Dinç görünmekle beraber, sırtı hafif kamburlaştığından, yürürken dizleri büküldüğünden yaşını tahmin etmek güçtü. Şapkasını çıkarınca, tepesindeki saçların dökülmeye, şakaklarının kırlaşmaya başladığı meydana çıktı. Açık renk getrleri, rugan ayakkabıları, açık sarı eldivenleri, beyaz yeleği, siyah redingotu, yüksek yakasıyla şıklığı üstünden akıyordu, giydiklerini yakıştıramamıştı. Bir sağa, bir sola baka baka, altın gözlüğünün kordonuyla oynaya oynaya yürüdü. Holmes kalktı, eğildi: —Günaydın Lord St. Simon. —Günaydın Bay Holmes. —Şu iskemleye oturunuz. —Teşekkür ederim. —Size iş arkadaşım ve dostum doktor Watson’u tanıtayım. Lord’la selamlaştık, Holmes: —Ocağa yakın oturunuz, dedi. Lord tekrar teşekkür edip şöminenin yanına oturdu. —Şimdi işe gelelim. Lord göğüs geçirdi: —Çok acıklı bir iş Bay Holmes, yüreğimin sızladığını tahmin edersiniz. Kalbimden vurulmuşa döndüm. —Haklısınız. —Buna benzer hadiselerle meşgul olmuşsunuzdur ama herhalde onlar sosyetenin bu seviyesinde vuku bulmamıştır. Holmes güldü: —Sizin işinizle seviyenin bir basamak aşağısına inmiş olacağım. Lord gözlerini açtı: —Anlamadım? Holmes serinkanlı cevap verdi: —Buna benzer bir meselesi olan son müşterim bir Kraldı. Lord hayrete doğruldu: —Yaaa!... Bilmiyordum… Ne kralı? —İskandinavya Kralı. —O da mı karısını kaybetmişti? Holmes tatlı tatlı gülümsedi: —Sizin işinizi nasıl başka bir kimseye söylemeyeceksem, başka müşterilerimin işlerini de söylemem. Lord hemen özür diledi: —Affedersiniz… Söylememeniz, çok tabiidir. Boş bulunup sordum. —Gelelim sizin meseleye. —İstediğiniz bilgiyi vermeye hazırım. —Teşekkür ederim. —Sizin bildikleriniz nedir? —Gazetelerin yazdığı şeyleri biliyorum. Başka hiçbir şey bilmiyorum… Herhalde gazetelerin gelinin kaybolmasına dair verdikleri bilgi doğrudur değil mi? Lord St. Simon gazetelere bir göz attı: —Tümü bakımından yanlış değil. —Fakat biraz daha bilgi lazım. Size bazı şeyler sorabilir miyim? —Hayhay. —BayanHatti Doran’ı nerede gördünüz? —San Fransisko’da. —Ne zaman? —Bir sene önce. —Amerika’ya mı gitmiştiniz? —Evet. —O zaman nişanlı mıydınız? —Hayır. —Ama ahpap olmuştunuz? —Ondan hoşlanıyordum, o da bunun farkındaydı. —Babası çok mu zengin? —Pasiflik kıyılarının en zengin adamı olduğunu söylüyorlar. —Servetinin kökü nedir? —Birkaç sene önce on parası yokmuş. Altın madeni bulmuş, işletmiş, bir çırpıda milyon kazanmış. —Peki, genç kadın hakkındaki fikriniz? —Ne bakımdan? —Karakteri bakımından. Lord kordonun ucundaki altın gözlüğünü daha hızlı sallamaya başlayıp gözlerini ateşe dikti: —Karım, ancak yirmi yaşına geldiği zaman zengin bir babanın kızı oldu, Bay Holmes. —Yirmi yaşına kadar? —Altın arayıcılar kampında başına buyruk yaşadı. Ormanlarda, dağlarda büyüdü. Öğretmeni tabiattır. Erkek gibi kızdır. Ateşli ve biraz vahşidir, bizim geleneklerimizin gereklerini bilmez. Hürriyetine âşık, coşkun, hatta volkaniktir diyebilirim. Çabuk karar verir ve kararlarını hemen uygular. Esasen onun ruhunun asil olduğunu anlamasaydım… Hafif öksürüp devam etti: —Şerefli ismimi ona vermezdim. Kahramanlık sayılacak kadar feragat sahibidir. Ahlâksızlıktan nefret eder. —Yanınızda resmi var mı? —Size göstermek için getirdim. Bir madalyon açtı, bize fevkalade güzel bir kadının resmini gösterdi. Fotoğraf değil, fildişi bir minyatürdü. Sanatkâr, saçların ve gözlerin, ağzın güzelliğini belirtmeye muvaffak olmuştu. Holmes madalyonu kapayıp Lorda iade etmeden, uzun uzun baktı. —Bayan Londra’ya geldi öyle mi? —Evet. —Burada tekrar buluştunuz değil mi? —Evet. Babasıyla gelmişti. Birkaç kere buluştuk, sözleşip nişanlandık, sonra evlendik. —Getirdiği ağırlık mühimmiş öyle mi? —Fena para değil. Fakat ailenizde bir evlenen erkeğe eşi bu kadar ağırlık vermiştir. Eşininki daha fazla değildi. —Nikah kıyıldığına göre para tabii size kaldı? —Henüz bu hususla bir şey sormadım. —Tabii. Düğün arifesinde Bayan Doran’ı gördünüz mü? —Gördüm. —Neşeli miydi? —Son derece. Evlendikten sonra neler yapacağımızdan bahsetti. —Sahi mi? Çok enteresan. Ya düğün sabahı? —Nikaha kadar gözlerinde saadet parlıyordu. —Sonra bir değişiklik sezdiniz mi? —Evet, doğrusunu söylemek lazım gelirse, keyfi kaçtı… Ama hadise o kadar önemsiz ki, bu işle ilgisi olamaz. —Buna rağmen anlatınız. —Kilisede ilerliyorduk. İlk sedirin yanından geçerken buketini düşürdü. Sedirde oturan zat buketi alıp verdi. Çiçeklere bir şey olmamıştı. Buna rağmen bir sözüme ters cevap verdi. Arabada, babasının konağına giderken, çok sinirliydi. —Evet… Sedirde biri var dediniz. Demek yalnız samimi dostlarınız değil, başkaları da vardı? —Elbette. Kiliseye gelenleri dışarı çıkaramazdık. —Buketi yerden alıp veren karınızın dostu değil miydi? —Hayır, hayır… Ayaktakımından bir adamdı… Yüzünü şöylece gördüm… Ama mevzudan ayrıldık galiba… —Demek, Leydi St. Simon nikaha neşeli gitti, keyifsiz döndü. —Evet. Babasının evine girince ne yaptı? —Hizmetçisiyle bir şeyler konuşurken gördüm. —Hizmetçisi kimdir? —Alice Amerikalıdır. Kaliforniya’dan beraber getirmişti. —Güvenilir bir hizmetçi mi? —Alice’e gereğinden fazla güveni vardı. Ona çok yüz verir, onu çok serbest bırakırdı. Hoş, Amerika âdetleri bizimkilere uymaz. —Alice’le ne kadar zaman konuştu? —Birkaç dakika. Ben başka şey düşünüyordum. —Ne konuştuklarını duymadınız mı? —Duymadım. —Peki, hizmetçisiyle konuştuktan sonra ne yaptı? —Yemek salonuna gitti. —Kolunuza mı girdi? —Hayır, yalnız gitti. —Acaba neden? —Hürriyetine âşıktı dedim ya. —Sonra? —Sofraya oturduk, o dakika geçti geçmedi, özür dileyip kalktı, gitti, bir daha gelmedi. —Fakat gazetelerde okuduğuma göre Alice ifadesinde: Odasına çıktı, bir empermabl ile bir şapka giydi ve servis kapısından çıkıp gitti, demiş. —Doğru. Düğün günü Bay Doran’ın konağının kapısı önünde hadise çıkaran ve halen mevkuf bulunan Flora Miller adında bir kadınla Hyde Parkta dolaşırken görmüşler. —Yaaa!... Bana Flora’dan, onunla olan münasebetlerinizden bahsetmenizi rica edeceğim. Lord St. Simon omuz silkip kaşını kaldırdı: —Birkaç yıl çok dost olduk. Evet, çok dosttuk. Allegro’daydı. Ona karşı çok cömert davrandım Bayan Holmes, bu açıdan bana hiçbir diyeceği olamaz. Fakat kadınları bilirsiniz. Flora bana âşık ve körükörüne bağlıydı. —Evleneceğinizi duyunca ne yaptı? —Korkunç mektuplar yazdı. Nikahımı törensiz kıydırmanın sebebi de budur. Kilise rezalet çıkarmasından korkuyordum… Nikahtan sonra Bayan Doran’ın kapısına dayandı, benim ve karım hakkında uluorta söylendi, tehditler savurdu… Bunu tahmin ettiğim için uşaklara kesin emir vermiştim. İşi uzatmadan başlarından savdılar. Kavgayla bir şey elde edemeyeceğini anlayınca çekilip gitti. —Karınız bunları duydu mu? —Çok şükür duymadı. —Karınızı o kadınla Hyde Park’ta gezerken mi gördüler? —Evet, Scotland Yard’dan Bay Lestrad bunu önemli buluyor. Flora tuzak kurdu, karım da bu tuzağa düştü sanıyor. —Bir tahmin. —Mümkün mü? —Belki, ama muhakkak değil. Siz ne diyorsunuz? —Flora bir karıncaya fenalık edemez. —Bazen kıskançlık insanları tamamıyla başka bir insan yapar… Peki, sizce karınız ne oldu? —Bay Holmes, buraya fikir söylemeye değil, fikir almaya geldim. Size her şeyi anlattım. —Buna rağmen sizin ne düşündüğünüzü öğrenmek istiyorum. —Madem ki ısrar ediyorsunuz söyleyeyim: Bu düğün hakkındaki söylentiler, sosyal hiyerarşi merdivenin bir hamlede üst basamaklarına çıkması asabını bozmuş olabilir. —Karınız ansızın çıldırdı mı? —Yani… Başka ne diyeyim? Bırakıp kaçtığı şeyleri düşündükçe… Kendimden bahsetmiyorum fakat birçok kadının elde etmek için beyhude yere çırpındıkları şeyleri bırakıp gittiğine göre, çıldırmış olması lazımdır diyorum… Sherlock Holmes gülümsedi: —Bu da akla yakın bir tahmindir. Meseleyi ayrıntılarıyla öğrendim. Şimdi bir soracağım. —Sorunuz Bay Holmes. —Kahvaltıda sofrasında otururken pencereden dışarısını görebiliyor muydunuz? —Yolun öbür tarafı ve park görünüyordu. —Pekalâ. Artık sizi daha fazla alıkoymayayım. Haber veririm. Lord kalktı: —Bu meseleyi halledebilecek misiniz? Holmes güldü. —Hallettim bile. Lordun gözleri faltaşı gibi açıldı: —Ne?... Ne dediniz? —Hallettim, dedim. —Madem ki hallettiniz, karım nerede? —Yakında haber veririm, bu işin ayrıntısıdır. Lord St. Simon başını salladı: —Bu ayrıntıyı meydana çıkarmak için, sizden ve benden daha keskin bir zekâ lâzım sanıyorum… Ve bel kırıp eski zaman usulü bir reveransla selam verip gitti. Holmes arkasından kahkahayla güldü. —Ne var, neden gülüyorsunuz? —Lord St. Simon bana şeref verdi, kendisine minnettarım. —Sebep? —Zekâsını kendi zekâsıyla eşdeğer tuttu… —Ama ne şeref! Holmes bir kahkaha daha attı: —Bu sorgudan sonra bir viskiyle bir sigara içsek fena olmaz gibi geliyor bana. —İçelim. —Ben işin içyüzünü Lord buraya gelmeden önce anlamıştım. —Amma yaptınız, Holmes! Dostumun şu övünmesine tahammül edemiyorum. Her zaman yine o haklı çıkıyor ama, ben bir türlü alışamıyorum. —İnanmıyor musunuz? —Nasıl inanayım? —Bunu benzer bir iki olay gördüm. Fakat biraz evvel de söylediğim gibi, hiç biri bu kadar süratli olmadı. Bütün sorduklarımın bir tek hedefi vardı: Tahminlerimin doğru olup olmadığını anlamak… —Sorduklarınıza, verilen cevapları ben de duydum. —Ama siz bundan evvelki buna benzeyen olayları bilmiyorsunuz. Bense biliyorum. Kapı çalındı. Holmes kulak verdi, gelenin sesini tanıdı: —Lestrad. Biraz sonra Scotland Yard’ın resmi dedektifi odaya girdi. Holmes: —Hoş geldiniz, dedi. —Hoş bulduk. —Buyurun. Büfenin üstünden bir bardak, şu kutudan da sigara alın. Lestrad’ın üstünde gemici gömleği vardı, boynuna bir atkı sarmıştı. Tayfaya benziyordu. Elinde bir torba tutuyordu. Elimizi sıktıktan sonra oturdu, bir sigara yaktı. Holmes göz kırptı: —Ne o? İş yürümüyor mu? Hayal kırıklığına uğramış gibisiniz. —Evet, artık ümit kalmadı. —Kimden? —Kimden değil, Lord St. Simon’un evlenmesi meselesinden. —Neden? —Bir iş ki, ne başı var, ne kuyruğu. —Hayret! —Ömrümde bu kadar karışık iş görmedim. Bütün ipuçları elimden kaçıyor. Şafakla beraber çalışmaya başladım… Holmes gömleğin kol yenini tuttu: —Rutubet içinde, çatıştığınız belli. —Evet… Serpentine’i taradım. —Niçin? —Leydi St. Simon’un cesedini bulmak için. Koltuğuna büzülen Holmes kahkahayla güldü: —Trafalgar meydanını tanıdınız mı? diye sordu. Lestrad afalladı: —Neyi sordunuz? Yani ne demek istiyorsunuz? —O kadını Serpentine’de bulmak için ne kadar şansınız varsa, orada da bulmanız için o kadar şansınız vardır… Lestrad dostuma hiddetli bakıp homurdandı: —İşi biliyorsunuz sanırım. —Olanları biliyorum ama hükmü çoktan verdim. Lestrad alay etti: —Yok canım!... Sahi mi? —Evet, sahi. —Demek Serpentine de iş yok öyle mi? —Hiç iş yok. Lestrad sırıttı. —Peki, öyleyse bunları nasıl oldu da bulduk? Lütfen izah eder misiniz? Torbasından bir gelin esvabı, beyaz saten bir çift iskarpin, bir taç, bir duvak çıkardı. Hepsi ıslaktı, renkleri birbirine vurmuştu. Bunların üstüne yeni bir nikah halkası koydu: —Ya bu!... Sonra ıslık çalan bir sesle, alaycı bir şekilde ilave etti: —Gazınıza su karışmış Bay Holmes! Dostum piposunun dumanlarını halka halka savurdu: —Pek tuhaf!... Lestrad’ın yüzüne bakıp sordu: —Bütün bunları serpentine’den mi çıkardınız? —Hayır. —Ya nerede buldunuz? —Parkın gardiyanı görmüş; kenarda suyun üstünde yüzüyormuş. Tespit edildi, gelinin eşyası. Ceset de bu eşyayı buldukları yerin pek uzağında değildir elbette. Holmes omuz silkti: —Böyle düşünürseniz şu hükme de varabilirsiniz: Bir insan, elbiselerinin durduğu dolabın yanından ayrılmaz!... Peki bu eşyalar size ne ispat edecek? —Flora Millerin, gelinin kaybolmasında delil olduğunu. —Korkarım güçlüklerle karşılaşacaksınız… —Ya, demek korkuyorsunuz?... Ben de sizin realist olmamanızdan hakikatleri görmemenizden korkuyorum. Düşünüyorsunuz, hüküm veriyorsunuz… İki dakikada iki pot kırdınız. Bu elbise, işin içinde Flora Miller’in parmağı olduğunu ispat ediyor. —Nasıl ispat ediyor? —Elbisenin bir cebi var. Bu cepte bir küçük çanta var. Bu çantada bir pusula var. İşte. Kağıdı Holmes’in gözüne soktu: —Dinleyin, okuyorum: Her şey hazır olunca beni bulursunuz. Hemen gelmelisiniz. F.H.M. Tahkikat boyunca, Leydi St. Simon’un ortadan kaybolmasında Flora’nın parmağı vardır tezimi savundum. Onu kaçmaya Flora teşvik etti ve suç ortaklarının yardımıyla vücudunu ortadan kaldırdı. İmza yerine isminin baş harflerini yazmış. Bu kâğıdı geline kapıda vermiş olacak. Kadıncağız da tuzağa düşmüş. Holmes güldü: —Mükemmel Lestrad! Harikulâdesiniz! Verin bakayım şu kâğıda… Kâğıdı laf olsun diye aldı fakat gözüne bir şey ilişmiş olacak ki, sevinçle haykırdı. —Sahiden çok mühim. —Nihayet kavradınız. —Son derece mühim. Sizi tebrik ederim. Lestrad göğüs kabartarak kalktı, eğildi, ama selamını yanıt bıraktı: —Kâğıdın arkasına mı bakıyorsunuz? —Tam yerine bakıyorum. —Deli misiniz? Kurşun kalemle yazılı tarafa baksanıza. —Ama bu tarafında bir otelin hesabı var. Beni daha fazla ilgilendiriyor. Lestrad güldü: —Sizden evvel gördüm. Ehemmiyetli bir şey yok: Eylül 4: Oda 8 şill. – Kahvaltı 2 şill. – 6 pens —Kokteyl 1 şill – Öğle yemeği 2 şill. 6 pens – Porto 8 pens. Bunlardan ne çıkar? Bence hiç. —Doğru hiçbir şey çıkmaz. Ama yine de mühim. Pusula da mühim, hele imza yerindeki harfler bilhassa mühim… Tekrar tebrik ederim. —Çok vakit kaybettim, artık yeter. Yapılacak işlerim var, hem de güç işler. Lafla peynir gemisi yürümez derler. Hoşçakalın Bay Holmes. Bakalım muammayı evvela kim çözecek? Yerden eşyayı topladı, torbayı doldurdu, kapıya yürüdü. Holmes arkasından seslendi: —Size muammanın anahtarını vereyim Lestrad. Leydi St. Simon bir masaldır. Böyle bir kadın yoktur, hiçbir zaman mevcut değildi. Lestrad dostuma hazin baktı. Sonra bana döndü, üç kere alnına vurdu, mütessir bir tavırla başını sallayıp çıktı. O çıkar çıkmaz Holmes kalkıp pardösüsünü giydi. —Lestrad’ın bir noktada hakkı var. Peynir gemisi lafla yürümez. Çıkmalıyım. Sizi biraz yalnız bırakacağım. Watson. Sherlock Holmes gittiği vakit saat beşi geçmişti. O gittikten bir saat sonra biri uzun yassı bir kutu getirdi. Yanındaki çocuğun yardımıyla açtı. Bir’de ne göreyim? Kutuda soğuk yemekler var, hem de bizim evin derbederliğine uymayan yemekler: Jöleli iki çulluk. Bir sülün. Kaz ciğeri. Örümcek bağlamış iki şişe şarap. Yemeği getirenler, parasının ödendiğini söylediler ve başka hiçbir izahat vermeden binbir gece masallarının kahramanları gibi, çıkıp gittiler. Saat dokuza doğru Sherlock Holmes geldi odaya rüzgâr gibi girdi. Kaşları çatıktı ama gözleri parlıyordu. Sokağa beyhude yere çıkmış olmadığını anladım. Ellerini ovuşturarak: —Yemek hazır mı? dedi. Ben hayretler içindeydim: —Hazır. —İyi. —Misafir mi gelecek? —Niye sordunuz? —Beş kişilik yer var. —Evet, misafir gelecek, içime doğru… hatta Lord St. Simon’un hâlâ gelmemesine şaşıyorum… Dinleyin. Kulak kabarttık. Merdivende bir ayak sesi duyduk. Holmes: —İşte geldi, dedi. Lord odaya girdi. Yine gözlüğünün kordonuyla oynuyordu ama yüzü allak bullaktı. Holmes selam verdi. —Demek mektubumu aldınız. —Aldım. İtiraf edeyim, pek şaştım. İddianızı ispat edecek sağlam delilleriniz var mı? —İstediğiniz kadar. Lord St. Simon bir iskemleye çöktü, alnını sıvazladı: —Oğlunun böyle bir hakarete maruz kaldığını duyunca Düka ne diyecek? —Bunda ben hakaret görmüyorum. Bu bir kaza. —Hadiseleri aynı açıdan değerlendirmiyorsunuz. —Kimseyi itham edemeyiz. Kadın başka bir şey yapamazdı. Evet, bu kadar sert davranmayabilirdi, fakat annesi ölmüştü, böyle bir buhran sırasında akıl danışacak hiç kimsesi yoktu. Lord St. Simon masaya şiddetle vurdu: —Rezil oldum Bay Holmes!... Halk içinde beni rezil etti!... Holmes Bayan Doran’dan yanaydı: —O biçare kızı mazur görmelisiniz Lord. —Neden mazur göreyim? —Öyle bir durumda ki… Lordun kafası kızmıştı, karısının müdafaa edilecek tarafı olmadığına emindi. —Hayır, dedi, onu mazur göremem, bana hakaret etti, onu affedemem. Tam bu sırada kapı çalındı. Holmes kulak verdi: —Kapı çalındı. Merdivende ayak sesleri duyuldu. —Lord St. Simon, belki işi tatlıya bağlamanız için sizi ikna edemem diye bir avukat tuttum. Benim başaramadığımı o başaracaktır sanırım. Kapı açıldı, bir erkekle bir kadın girdi. Holmes Lord’a döndü: —Müsaade ediniz de size Bay ve Bayan Francis Hat Moulton’u takdim edeyim. Bayanı tanıyorsunuz zannederim. Kadınla erkek içeri girince Lord yerinden fırladı, eli yeleğinde, dimdik durdu. Hakaret görmüş bir asilzadenin vakur tavrını takınmıştı. Kadın ilerledi, elini uzattı. Lord başını kaldırıp bakmadı bile, kadının elini uzattığını görmezlikten geldi. Belki de daha iyi etti… Kadının yüzünde öyle mahzun, öyle mahzun, öyle cana yakın bir ifade vardı ki, Lord başını kaldırıp baksa derhal yumuşayacaktı. —Bana dargınsınız Robert… Ne kadar darılsanız azdır… Hakkınız var. Lord St. Simon kükremesi bir sesle homurdandı: —Rica ederim özür dilemeyin! —Ama size karşı çok fena davrandığımı biliyorum, kaçmadan önce sizinle konuşmalıydım. Ama aklın başımda değildi, Frank’ı gördükten sonra ne yaptığını, ne yapacağını, ne yapacağını bilmiyordum. Şaşkındım… Kilisede düşüp bayılmadığıma şaşıyorum. Holmes müdahale etti: —Bayan Moulton, sizi Lord’la yalnız bırakalım mı? Bay Moulton cevap verdi: —Bana kalırsa bu meseleyi lüzumundan fazla gizledik. Bence bu işi artık bütün Avrupa, bütün Amerika bilmelidir. Kısa boylu, zayıf, yanık yüzlü, asabi halli bir adamdı. Bunun üzerine kadın: —Öyleyse maceranızı başından sonuna kadar anlatayım, dedi. Frank’la babamın altın madeni aradığı dağda, McQuire kampından tanıştık. Anlaştık, sözleşip nişanlandık. Günlerden bir gün babam bir altın damarı buldu, bir çırpıda zengin oldu; Frank’ın araştırdığı yerlerde ise altın bulunamadı. Babam zenginleştikçe Frank fakirleşiyordu. Babam bir müddet sonra beni Frank’a vermekten vazgeçti, nişanı bozdu, beni San Fransisko’ya gönderdi. Frank benden vazgeçmiyordu. Beni seviyordu. Peşinden San Fransisko’ya geldi. Babamdan gizli buluşmaya başladık. Günlerden bir gün Frank: —Ben gidiyorum, dedi. Korkarak sordum: —Nereye gidiyorsun? —Altın aramaya. —Ne zaman geleceksin? —Baban kadar zengin olduktan sonra… Gelip seni isteyeceğim. Zengin olmadan dönmem. —Nasıl istersen. —Beni bekleyeceğine söz veriyor musun? —Veriyorum. Zengin olup dönünceye, kadar kendisini bekleyeceğime, başka kimseyle evlenmeyeceğime yemin ettim. Frank sordu: —Neden hemen şimdi evlenmiyoruz? Evlenirsek daha rahat çalışırım. Zengin olup dönünce de kocan olarak seni isterim. Ben tereddüt ettim. O beni kandırdı. Razı oldum. Bir papazla anlaştık. Nikahımız kıyıldı. Frank ondan sonra gitti. Lord’un ağzı bir karış açık kaldı: —Demek evliydiniz? —Evet. Frank Montana’ya gitti. Arizona’da altın aradı, oradan New Mexico’ya geçtiğini duydum. Bir gün gazetelerde kara haberi okudum: Altın arayıcılar kampını Kızılderililer basmıştı, ölenler arasında Frank da vardı. Bu haber beni hasta etti, yatağa düştüm. Az kaldı ben de ölecektim. Babam verem oldum sandı, beni San Fransisko’nun bütün doktorlarına gösterdi. Tam bir sene Frank’tan hiçbir haber alamayınca öldüğüne tamamıyla kanaat getirdim. Bu sıralarda Lord St. Simon San Fransisko’ya geldi. Hep beraber Londra’ya gittik. Lord benimle evlenmek istedi, razı oldum. Babam dünden razıydı. Çok memnundu. Fakat için için gönlümde Frank’ın yerini hiçbir erkeğin tutamayacağını anlıyordum. Buna rağmen Lord’un aşkına karşılık verdim. Kiliseye giderken sadık bir eş olmak azmindeydim. Fakat kilisede Frank karşıma çıkınca ne hale geldiğini tasavvur edersiniz. Evvela hayal görüyorum. Frank’ın hortladığını görüyorum sandım. Daha dikkatli baktım. Hayır, gördüğüm hayal, hortlak değildi, karşımda Frank duruyor ve bakışlarıyla bana: Bana kavuştuğuna sevinmedin mi? diyordu. Nasıl oldu da o anda yere yığılmadım? Gözlerim karardı, başım döndü. Papazın sözleri beynimde arı gibi vızıldıyordu… Ne yapmalıydım? Nikahı geri mi bırakmalıydım? Kilisede rezalet çıkarabilir miydim? Peki ne yaptınız? Başımı kaldırıp yüzüne baktım. —Tabii içinizden geçenleri anladı değil mi? —Evet, anladığına emindim. Sol elinin işaret parmağını “sus” demek gibi ağzına yaklaştırdı. —Siz de sustunuz. —Elbette susacaktım… —Sonra o ne yaptı? —Bir kâğıt parçasına bir şeyler karaladığını fark ettim . . . bana yazıyordu . . . Yürüdüm, fakat nasıl yürüdüğümü bir ben, bir de Allah bilir… Nikahtan sonra geri döndük. Onun önünden geçerken elimden çiçek demetini düşürdüm. Eğilip aldı, demetle beraber bana yazdığı pusulayı da verdi. Bir satırlık yazıydı. Çağırınca gelmeni rica ediyordu… Ne yapacaktım? Tereddüt edemezdim. Asıl kocam oydu, onun dediğini yapmak vazifemdi. Eve gelince işi hizmetçime anlattım. Frank’ı Amerika’da tanımıştı. —Sakın kimseye bir şey söyleme, empermabılımı hazırla, dedim. —Merak etmeyin dedi. İşi Lord St. Simon’a anlatmalıydım, doğrusu buydu, fakat zor işti. Nikahtan biraz sonra ona eskiden evli olduğumu, kocama kilisede rastladığımı bir türlü söyleyemedim. —Evvela kaçayım, sonra anlatır, durumu izah ederim diye düşündüm. Sofraya oturduk. On dakika sonra gözüm pencereye ilişti. Bir de ne göreyim: Francis bahçede dolaşıyordu. Başağrısı bahanesiyle kalktım, odama çıktım, empermablımı, şapkamı giyip gittim. Yolda yanıma bir kadın sokuldu, kulağıma Lord St. Simon’a dair bir şeyler fısıldadı… Anladım. Lordun da evlenmeden önce bir gönül macerası vardı. Ama kadının elinden bir an evvel kurtulup Francis’nin yanına koştum. Bir arabaya atlayıp Gordan Square’a gittik. Senelerden sonra asıl kocama kavuştum. Frank Kızılderililere esir düşmüş, kaçmaya muvaffak olmuş, San Fransisko’da kendisini öldü sanıp Londra’ya gittiğini öğrenmiş tam ikinci nikahın kıyılacağı gün buraya gelmiş. Francis Hat Moulton anlattı: —Nikah ilanını gazetede gördüm. Kiminle evleneceğini, nikahın nerede kıyılacağını biliyordum ama nerede oturduğunu bilmiyordum. Bunun için kiliseye gitmek zorunda kaldım. Sözü yine Bayan Doran aldı: —Frank’la ne yapmamız lazım geldiğini düşündük. Frank da Lord’a doğruyu söylemem taraftarıydı. Ben de bu fikirdeydim, ama utanıyordum. O derece utanıyordum ki, babama sağ olduğunu yazıp uzaklara kaçmak istiyordum. Sofra başında beni bekleyenleri düşündükçe deli oluyordum… Ama geri dönemeyecek, hakikati anlatamayacaktım. Bunun üzerine Frank, gelin elbiselerimi, eşyamı alıp sardı, kimsenin bulamayacağı bir yere attı… Eğer bu akşam Bay Holmes bize gelmeseydi yarın Paris’e hareket edecektik. Bay Holmes bizi nasıl buldu? Bunu bilemem. Fakat buldu, benim haksız, Frank’ın haklı olduğunu ispat etti. Ve büyük bir nezaketle açık konuştu: —Eğer hüviyetinizi saklarsanız çok daha büyük bir suç işlemiş olursunuz! dedi. Bundan sonra teklif etti: —Sizi Lord St. Simon’la yalnız görüştürmemi ister misiniz? Bu teklif reddedilmezdi. Bunun için kalkıp buraya geldik. Lord’a döndü: —Robert, işte her şeyi olduğu gibi anlattım… Sizi üzdüğüme cidden müteessirim, ama bana artık “Kötü kadın” diyemezsiniz sanırım. Lord St. Simon hâlâ yumuşamamıştı. Kaşları hâlâ çatıktı: —Mazur görünüz, dedi hususi işlerimi, hele aile meselelerimi herkesin önünde konuşmak âdedim değildir. —Demek beni affetmiyorsunuz? Demek ayrılırken elimi sıkmayacaksınız? Lord elini uzattı, kendine uzatılan eli tutup sıktı: —Madem ki istiyorsunuz, elinizi sıkarım. Sherlock Holmes bunun üzerine söze karıştı: —Yemeği burada, hep beraber yeriz diye ümit etmiştim. Lord St. Simon duraladı: —Benden fazlasını istiyorsunuz. Vaziyetin bu şekil almasına boyun eğmekten başka çarem yoktu, fakat bu durumu kutlayamam ya! Şimdi müsaadenizle hepinize iyi bir gece temenni edip gideyim. Yerlere kadar eğilip hepimizi birden selamladı ve çıkıp gitti. Sherlock Holmes karı kocaya baktı: —Sizin davetimi kabul edeceğinizi umarım, dedi. Onlar kabul etti. Yiyip içtik. Misafirlerimiz gittikten sonra Holmes: —Bu iş hayli enteresandı, dedi. Her şeyden önce anlaşılmaz görünen bir işin nasıl kolayca anlaşılır olduğunu ispat ediyor. Başlangıçta çok karışıktı. Hâlbuki kadın işi anlatınca her şey çözüldü. Fakat Lestrad’ın tahkikatı kadar acayip hiçbir şey de yoktur. —Siz işin iç yüzünü daha başlangıçta anladınız mı? —İki şey gözüme çarptı: Kız evvela sevine sevine evleniyordu. Sonra, kilise dönüşü pişman olmuş göründü. —Demek kilisede bir şey olmuştu? —Tamam. Fakat ne olmuştu? Yanında kocası bulunduğuna göre kimseyle konuşamazdı. —Ama birini görmüş olabilirdi. —Bu da tamam. Rastladığı kimse de herhalde Amerikalıydı, çünkü burada, onu evlenmekten caydıracak kadar üstünde nüfuzu olan birini tanımasına vakit yoktu, Londra’da uzun müddet oturmamıştı. Nihayet kilisede bir Amerikalıya rastladığı neticesine vardım. —Bu Amerikalı kimdi? —Tamam, kızın üzerinde neden bu derece nüfuzu vardı? Yoksa kız metresi miydi? Karısı da olabilirdi. Kızın dağlarda, başıboş, keyfine buyruk büyüdüğünü biliyorduk. Lord St. Simon kilisedeki adamdan, karısının buketi düşürdüğünden keyfi kaçtığından, hizmetçiyle konuşmasından bahsedince her şeyi anladım. Ortada artık hiçbir sır kalmamıştı: Kız bir adama kaçmıştı, o adamın ya metresi veya karısıydı. Karısı olması ihtimali çok daha kuvvetliydi. Şakağımı kaşıdım: —Bütün bunları anladım, fakat onları nasıl buldunuz? Holmes gülümsedi: —İşin en güç tarafı buydu, bereket versin ipucunu Lestrad verdi. Elindeki vesikanın kıymetini takdir edemedi. Kâğıttaki bilgiler mühimdi, fakat Londra’nın en lüks otellerinden birinin fatura kağıdına yazılmış olması daha mühimdi. Şaşmadım dersem yalan söylerim. —Londra’nın en lüks otelinin fatura kağıdı olduğunu nasıl anladınız? —Fiyatların çok yüksek oluşundan. Sekiz şiling yatak, sekiz pens bir kadeh posto lüks tarifedir. —Bunun için lüks otelleri aradınız? —Tamam, Londra’da lüks otel sayısı çok değildir. Vorthumburlana bulvarındaki otelde müşteri defterine baktım, Francis H. Monlton adında bir Amerikalının dün odasını boşalttığını gördüm. Kapıya not bırakmıştı, mektup gelirse Gordon Square’da 226 numaraya göndereceklerdi: Hemen o adrese gittim, talihim varmış çifte kumruları buldum. Kendilerine babacan bir şekilde nasihat ettim. Hüviyetlerini gizleyip kaçmalarının, sahte bir isim altında yaşamalarının doğru olmadığını anlattım. Bu ne kendileri için doğru yoldu ne de Lord için doğru olurdu. Tavsiye ederim, St. Simon’la evimde görüşürüz dedim . . . ve bildiğiniz gibi onları burada yüzleştirdim. —Ama netice iyi olmadı, Lord kibar davranmadı. Holmes gülümsedi: —Uzun zaman kur yapıp nikahlandıktan sonra, hem karınız hem de büyük bir servet elinizden gitse, siz de kibar davranamazdınız Watson… Lorda acımak lazımdır. Allah kimseyi onun durumuna düşürmesin. —Amin! —Watson, kemanımı verin. Bu sonbahar gecesini ahenkli, şairane geçirelim!...
·
1.664 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.