Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

BENEKLİ KURDELA Karnım doyunca, eski defterleri karıştırdım. Sekiz yıldan beri dostum olan Sherlock Holmes’un yöntemlerini incelemekteyim. Notlarıma göz gezdirdiğim zaman, olağanüstü yetmiş meseleye rastlıyorum. Feci, komik, acayip olanları var, ama hiç biri sıradan, basit değil. Sebebi meydanda, Holmes herhangi bir işle uğraşmaz, o para kazanmak için değil, meslek aşkı uğruna, çalışır. Bunun için sıradan olaylara karışmaz, ona olağanüstü, şeytanın karıştığı meseleler lâzımdır. Bana kalırsa Sherlock Holmes’un üzerine aldığı “Şeytanın karıştığı” en acayip iş de, Surrey’de temasa geçtiği Roylott Stoke Moran ailesi macerasıdır. Bu macera, Baker Street’teki evinde Sherlock Holmes’le beraber oturduğum zamana aittir. Eğer namus sözü vermemiş olsaydım, bu macerayı daha önce açıklardım. Namus sözü verdiğim kadın geçen ay öldü, verdiğim sözü tutmayabilirim artık. Hem bu meselenin iç yüzünü açıklamakta da fayda vardır. Doktor Grimesby Roylott’un ölümü halk arasında birçok söylentilere yol açmıştı. Hakikat de korkunçtur ama söylenenler kadar değil. Bir Nisan sabahı erkenden uyandım, çünkü Sherlock Holmes giyinmiş olarak başucumda duruyordu. Dostumda erken kalkmış bir insan hali yoktu. Saatin yediyi çeyrek geçtiğini görünce, Holmes’e hem hayretle, hem sitemle baktım. Benim değişmez alışkanlıklarım vardır, rastgele saatte rahatsız edilmek istemem. Sherlock Holmes: —Sizi uyandırdığıma müteessifim, dedi, fakat başa gelen çekilirmiş: Bayan Hudson’u uyandırmışlar, o da beni uyandırdı, ben de sizi uyandırdım. —Ne oluyor? Yangın mı var? —Hayır yangın değil, müşteri geldi. —Ne müşterisi? —Son derece heyecanlı bir genç kadın gelmiş, beni hemen görmek istiyormuş. Salon da insanları uyandıran kadının, her halde önemli bir işi olsa gerektir. Eğer enteresan, bir işse, başından dinlemek istersiniz değil mi? Bunun için sizi uyandırdım. —İyi ettiniz. Tahkikat sırasında Holmes’un yanında bulunmaktan daha büyük zevkim yoktu. Mantığı o derece hızlı gelişirdi ki, bunda önseziyle âdeta rekabet ederdik. Buna hayrandım. Tahminlerini sağlam temele dayandırır, tahlil kudretine sunulan en karışık işleri bu sayede aydınlatırdı. Hemen kalkıp giyindim. Biz salona girince, kalın siyah peçeli, siyahlı bir kadın ayağa kalktı. Holmes cana yakın bir sesle: —Günaydın bayan, dedi. Kadın sesi titriyordu: —Günaydın . . . —Sherlock Holmes benim. Size iş arkadaşım ve dostum doktor Watson’u takdim ederim. Onun önünde benim önümde konuşur gibi serbest konuşabilirsiniz… Şöminede yanan odunlara göz attı: —Bayan Hudson salonu ısıttığına iyi etmiş. Şöminenin başına oturunuz. Size bir fincan kahve ikram edeyim, ürperiyorsunuz. Kadın ocağın başındaki iskemleye oturdu: —Soğuktan mı ürperiyorsunuz? —Ya neden ürperiyorsunuz? Peçesini kaldırdı, yürekler acısı bir sinir buhranı geçirmekte olduğunu gördük. Yüz çizgileri gergin, rengi sarıydı, yerlerinden uğramış gözlerinde müthiş bir korku ifadesi vardı: Peşinden kovalandığından kaçacak delik arayan bir mahlûka benziyordu. Saçlarına ak düşmüştü ama yaşı otuzdan fazla değildi. Bitkin ve şaşkındı. Sherlock Holmes keskin bakışlarını kadına dikti. Sonra yaklaştı, koluna okşar gibi dokunarak tatlı bir sesle: —Artık korkmayın, dedi. Bu meseleyi çabuk halledeceğimize eminim. Bu sabah trenle geldiniz değil mi?. Kadın büsbütün şaşaladı: —Beni tanıyor musunuz? —Hayır, nereden tanıyayım? —Trenle geldiğimi nereden biliyorsunuz? —Sol eldiveninizin avuçbaşı iliğinde bir dönüş bileti gördüm; Sabah karanlığı sokağa çıkmış, tek atlı, iki tekerlekli bir arabayla bozuk yollardan geçip gara ulaşmışsınız. Kadın irkildi ve gözleri biraz daha açılmış, dehşetle dostuma baktı. Sherlock Holmes gülümsedi: —Sakın beni falcı sanmayın bayan. Sol kolunuzda taze çamur lekeleri var. Ancak iki tekerlekli arabalar içeri çamur fırlatır. Arabacının solunda oturduğunuzu da söyleyebilirim. —Evet. Saat altıda evden çıktım, altıyı yirmi geçe Leatherhead’e geldim, Londra’ya giden ilk trene bindim. “Artık tahammülüm kalmadı Bay Holmes, bu böyle devam ederse çıldıracağım. Beni koruyacak hiç kimsem yok. Biri var, benimle alâkadar olan biri var ama o zavallı da bana yardım edemez. Sizden bahsedildiğini duydum Bay Sherlock Holmes. Sizden Bayan Farintosh bahsetti. Yardıma muhtaç olduğu zaman kendisine yardım etmişsiniz. Adresinizi o verdi. Bana da yardım edemez misiniz? İçinde çırpındığım karanlıkta hiç değilse aydınlık bir nokta görebilsem! Şu anda, bana edeceğiniz hizmete karşı hiçbir şey vermeyi vaat edemem. Fakat bir iki aya kadar evleneceğim, evlendikten sonra gelirimden faydalanmaya başlayacağım. O zaman borcumu öderim. Holmes masasına gitti, bir çekmeyi çekti, fiş dosasını çıkardı, karıştırdı: —Farintosh! Dedi. Tamam!. Meseleyi buldum. Opal taşlı bir taç işiydi . . . daha o zaman tanışmamıştık Watson. Kadına döndü: —Sizin işinizle meşgul olacağım bayan ve arkadaşınıza nasıl yardıma gayret ettimse, size yardım için de aynı gayreti göstereceğim. Ücretime gelince, mesleğim bunu kat kat ödemektedir. Eğer işinizi takip için masraf etmem icap ediyorsa, bütçemin izin verdiği nispette harcarım, siz bana bu masrafları ilerde ödersiniz. Şimdi bana işi etraflıca anlatmanızı rica ederim. Kadın derin bir iç çekti: —Bulunduğum durumun korkunç tarafı, endişelerimin açık ve belirgin olmaması ve sizden başka birine anlamsız görünecek ufak tefek vak’alara dayanmasıdır. Örneğin bu konuda fikrini almak istediğim, bana yardım etmesini dilediğim insan, anlattıklarımı çok sinirli bir kadının kuruntusu sanıyor. Bunu açıkça söylemiyor, fakat sesimin sakin ahenginden, bakışlarını bakışlarımdan anlattıklarıma inanmadığını anlıyorum. “Bana, insanların ne derece kötülük edebileceklerini kavradığınızı temin ettiler Bay Holmes. Öyleyse beni, her adım başında maruz bulunduğum tehlikeden koruyabilirsiniz. —Sizi dikkatle dinliyorum bayan. —İsmim Helen Stoner’dir. İngiltere’nin en eski Saksonyalı ailelerinden birine mensup üvey babam Roylott Stoke Moran’la Surrey’in o batı kısmının en ucunda oturuyorum. Holmes başını salladı: —Vaktiyle bu aile İngiltere’nin en zengin ailesinden biriydi. Arazileri, Berkohire’de kuzeye, Hampshire’de batıya doğru yayılıp uzanmaktaydı. Geçen yüzyılda, birbiri ardı sıra dört mirasçı har vurup harman savurdular, rejans devrinde de bir kumarbaz aileyi tam iflâs ettirdi. Elde yalnız birkaç hektar araziyle iki yüz yıllık bir ev kaldı, bunlar da ipotekli. “Son sahibi çok sefil bir hayat sürmüş: Müthiş bir aristokrat hayatı. Fakat tek oğlu, benim üvey babam, yeni hayat şartlarına uymak gerektiğini anlamış. Biraz borçlanmış, tıp tahsilini bitirip Kalküta’ya yerleşmiş, azmi ve iyi doktor olması sayesinde tutunmuş. Fakat bir gün, evden öteberi çalındığına kızıp Hintli uşağını dayaktan öldürmüş ve asılmaktan güç kurtulmuş. Uzun müddet cezaevinde yattıktan sonra İngiltere’ye dönmüş: Ama dönen artık o eski adam değildi, hayata küsmüş, ümitleri suya düşmüş bir insandı. “Doktor Roylott Hindistan’dayken, Bengal topçu tümeni tuğgenerali Stoner’den genç yaşında dul kalan annemle evlendi. Julie ile ikiz kardeştik, annem doktora vardığı zaman iki yaşındaydık. Annem çok zengindi, yılda bir milyona yakın geliri vardı. Bütün servetini vasiyetnameyle doktora bıraktı; doktor, evleneceğimizi göz önünde tutarak bize senede bir miktar para ayıracaktı. “İngiltere’ye döndükleri bir müddet sonra annem öldü. Bundan sekiz sene evvel Creve civarında bir tren kazasında kurban gitti. Bunun üzerine Londra’ya yerleşmekten vazgeçen doktor bizi Stoke Moran’a atalarından kalan eve götürdü. “Annem bize her ihtiyacımızı karşılayacak kadar para bıraktığından, sıkıntı çekmeyecektik. “Fakat üvey babamız değişti. Eski evde Roylatt’lardan birini görünce sevinen konu komşuyla ahbaplık edecek yerde eve kapandı, arada sırada sokağa çıktığı zaman da önüne gelenle kavga etti. O ailede hiddetlenmek huyu âdeta irsiydi. Üvey babamda ise bu huy, sıcak iklimin tesiriyle bir kat daha şiddetlenmişti. Yakışmayacak birkaç kavga olayı oldu, ikisi mahkemeye intikal etti. Kasabada herkes ondan korkuyor, onu gören kaçıyordu, çünkü Herkül kadar kuvvetliydi, hiddetlenince kendini tutamıyordu. “Geçen hafta nalbandı köprüden nehre attı. İş mahkemeye düşmesin diye elimde ne kadar para varsa verdim. “Üvey babamın yegâne dostları Çingeneler. Onların, böğürtlen bürümüş arazisinde kamp kurmalarına izin veriyor, bazen çadırlarına gidip oturuyor, hafta sonlarında da onlarla beraber yürüyüşe çıktığı oluyor. “Hindistan hayvanlarına karşı da sevgisi var. Biri ona muntazaman Hindistan’dan hayvan yolluyor. Şu anda evde bir şebek maymunu ile bir yaban kedisi başıboş dolaşıp durmakta. “Kardeşim Julie ile rahat bir ömür sürmediğimizi anlamışsınızdır. Uşak, hizmetçi oturmuyordu, uzun zaman evin bütün işini biz görmek zorunda kaldık. Julie öldüğü zaman otuz yaşında yoktu, ama onun saçları da, benimkiler gibi, vakitsiz ağarmıştı. —Demek kız kardeşiniz öldü? —Evet. Tam iki sene evvel. Ben de size şimdi onun ölümünden bahsedecektim. Anlattığım gibi kendi seviyemizde, yaşıtımız kimseyi görmüyoruz, yalnız Harrow civarında teyzemiz Honoria Westphal, vardır, hiç evlenmemiştir; arada sırada izin alıp ona gidiyorduk. İki sene evvel Julie, teyzemin evinde bir deniz subayı tanıdı, nişanlandılar. Eve dönünce üvey babasına nişanlandığını söyledi, doktor ses çıkarmadı. Fakat düğününe on beş gün kala müthiş bir şey oldu, tek dostum, kardeşim öldü. Sherlock Holmes koltuğuna yaslanmış, başını yastığa dayamış, gözlerini yummuştu. Sözün burasında gözlerini açıp kadına şöyle bir baktı: —Olup bitenleri aynen ve tam anlatınız; diye mırıldandı. —Benim için güç bir şey değil… Olup bitenler hafızama kazındı… Evimizin çok eski olduğunu söylemiştim. Bir tarafında oturuyorduk. Salonlar binanın orta kısmında olduğundan yatak odaları yer katındadır. Bu odalardan ilki doktorun, üçüncüsü benim odamdır. Julie’ninki ikinci odaydı. Bu odaların arakapısı yoktur ama, aynı koridor üstündedirler. İyi anlatabiliyor muyum? —Evet, çok iyi anlatıyorsunuz. —Bu üç oda da bahçeye bakar. O gece doktor Roylott odasına erken çekildi; fakat Julie sigara kokusundan uyumadığını anladı. Üvey babam sert Hindistan tütünü içer. Julie benim odama geldi, düğününden bahsettik, saat on bire doğru kalktı, odasına gidecekti. Kapıyı açacağı sırada durakladı: —Helene, dedi, gece karanlığında hiç ıslık duydun mu?. —Hiç duymadım. —Herhalde uykunda ıslık çalmazsın ya? —Çalmam sanırım. Neden sordun? —Çünkü birkaç gecedir, hep saat üçe doğru, herkesin duyması istenmiyormuş gibi çalınan bir ıslık duyuyorum. Nereden geldiğini söyleyemeyeceğim, ya yandan veya bahçeden geliyor. Senin de bu ıslığı duyup duymadığını merak ediyordum. —Ben hiç duymadım. O Allah'ın belâsı Çingeneler çalıyordur. —Olabilir. Fakat bahçede çalınsaydı sende duyardın. —Benim uykum seninki kadar hafif değildir. —Her neyse, ehemmiyetli bir şey değil. Gülümsedi, çıktı, kapımı kapadı, kapısını sürmelediğini duydum. Sherlock Holmes sordu: —Yok canım? Geceleri oda kapınızı sürmeler miydiniz? —Her gece. —Sebep? —Doktor Roylott’in bir yaban kedisiyle bir şebeği var demiştim ya. Kapımızı sürmelemeden içimiz rahat etmiyordu. —Pekalâ. Devam ediniz. —O gece beni bir türlü uyku tutmadı. Bir önsezi uykumu kaçırıyordu. İkiz olduğumuzu hatırlatayım; ikizler arasındaki bağlar çok sağlam ve çok hassastır. Esasen berbat bir geceydi; rüzgâr uğulduyor, yağmur camları kamçılıyordu. Ansızın fırtınanın gürültüsünü korkudan haykıran vahşi bir kadın çığlığı bastırdı. Kız kardeşimin sesini tanıdım. Yatağımdan fırladım, bir şala büründüm, koridora çıktım. Kapımı açarken kardeşimin bahsettiği ıslığı duyar gibi oldum, ıslığın arkasından, bir iki saniye sonra, sanki yere ağır madenî bir şey düşmüş gibi bir ses işittim. Koridorda koşmaya başladım, kız kardeşimin kapısı açıldı. Korkudan taş kesilip baktım: Kim çıkacaktı? Koridorun ışığında Julie göründü. Korkudan yüzü bembeyazdı, yardıma çağırır gibi ellerini salladı, sarhoş gibi başını tutamıyordu. Koştum, beline sarıldım, fakat dizleri büküldü, yere çöktü. Istırap içinde kıvranıyordu, vücudu yay gibi bükülmüştü. Evvelâ beni tanıyamadı sandım, fakat üstüne eğilince, ömrümün sonuna kadar kulağımdan gitmeyecek bir sesle haykırdı: —Aman yarabbi!... Helene !... Kurdele!... Benekli kurdele!... Bana başka bir şey daha söyleyecekti, parmağını doktorun odasına doğru uzattı, fakat yine ıspazmoza yakalandı, konuşamadı. Avaz avaz bağırarak üvey babamın odasına koştum, ropdöşambrını giymeye çalışarak çıkıyordu. Kız kardeşimin yanına geldiği zaman Julie kendini kaybetmişti. Doktor, Julie’ye, dişlerini aralayıp biraz konyak içirmeye uğraştı, kasabadan doktor çağırttı, kız kardeşim komadan kurtulamadı, kendine gelemeden öldü. İşte sevgili kardeşimi böyle kaybettim. Sherlock Holmes doğruldu. —Biraz müsaade edin, dedi, bir şey soracağım. —Buyurunuz. —Islıkla madenî sesi duyduğunuza emin misiniz? —Evet. —Yemin eder misiniz? —Tahkikat sırasında savcı da bunu sordu. O sesleri duyduğuma eminim, fakat yemin edemem, çünkü fırtına gürültüsü arasında yanılmış olabilirim. Evin her tarafı çatırdıyordu. —Kız kardeşiniz giyinik miydi?... —Hayır, gecelikleydi. Sağ elinde yanmış bir kibrit, sol elinde kibrit kutusu vardı? —Doktor Roylott’un gidişatını kimse beğenmediğinden ince eleyip sık dokudu, fakat ölüm sebebi anlaşılamadı. Ben ifademde kapısının sürmeli olduğunu söyledim. Pencerelerin kapakları her gece sıkı sıkı kapanırdı. Pencereler demir parmaklıdır. Duvarlar muayene edildi. Sağlamdı. Yer döşemeleri muayene edildi. Hiçbir netice alınamadı. Şömine genişti, fakat baca ağzı demir çubukları dört çengelle tutturulmuştu. Kız kardeşlerimin odasında kendisinden başka kimse bulunmadığına şüphe kalmadı. Vücudunda de hiçbir yara bere, boğuşma, zorlama işareti görülmedi. —Zehirlenme olması ihtimali üzerinde duruldu mu? —Evet, fakat doktorların tetkikleri olumsuz çıktı. —Peki, size göre kız kardeşiniz neden öldü? —Bana kalırsa korkudan öldü. Ama korktuğu neydi? İşte bunu tasavvur edemiyorum. —O gece evin yakınlarında Çingeneler var mıydı? —Her zaman vardır. —Benekli kurdele nedir? —Ya sayıkladı veya Çingenelerin başlarına bağladıkları renk renk mendilleri ima etti. Holmes başını salladı, benekli kurdelenin izahı bu olamazdı. —Çok derinlerde yüzüyoruz, dedi, devam edin. —İki sene geçti. Son günlere kadar tek başıma, münzevi bir ömür sürdüm. Bir ay evvel, çok eskiden tanıdığım ve sevdiğim bir arkadaşım benimle evlenmek istediğini söyledi. Reading Civarında, Crane Vatır’de oturan Bay Armitage’in ortanca oğlu Percy Armitage ile evlenme kararı verdik. Evvelki gün konağın batı kanadında biraz tadilat yapıldı. Benim odamın duvarı delindi, ben de kız kardeşimin öldüğü odada, onun yatağında yatmak zorunda kaldım. Geçen gece uyku tutmadı, kız kardeşimin feci akıbetini düşünürken, Julie’nin ölmeden önce duyduğu ıslığı duymayayım mı? Ne derece korktuğumu tasavvur edersiniz. Yataktan fırlayıp lâmbayı yaktım. Hiçbir şey göremedim fakat korkudan tekrar yatamadım, giyinip sabahı bekledim, şafak sökerken Couronne hanımın arabasına binip istasyona gittim, trenle buraya geldim. Size sığındım. —İyi ettiniz… Ama olup biten her şeyi bana anlattınız mı? —Evet anlattım. —Hayır bayan Stoner, bana her şeyi anlatmadınız, üvey babanızı koruyorsunuz! —Yani ne demek istiyorsunuz!. Holmes cevap verecek yerde kızın kolunun dantel yerini kaldırdı, bileğinde beş mor nokta vardı: Dört parmakla bir başparmak yeri… —Size çok sert davranıyor. Helene Stoner kızardı: —Çok serttir, ne derece kuvvetli olduğunu da fark etmez… Bunu uzun bir sessizlik takip etti. Holmes, elini çenesine dayamış şöminedeki ateşi seyrediyordu. Nihayet: —İşte karışık bir iş dedi. Hareket plânını çizmeden önce ufak tefek binlerce şey var ki, onların mahiyetlerini bilmeliyim. Fakat kaybedecek vaktimiz yok. Bugün Stoke Morane’a gidersek, babanızdan gizli o odaları görebilir miyiz? —Bugün mühim bir iş için şehre gideceğini söylemişti. Akşama kadar gelmez. Evde ihtiyar bir hizmetçi var ama o da kafadan sakat, ona sizi göstermem. —Peki. Watson bir diyeceğiniz var mı? —Hiçbir diyeceğim yok. —O halde beraber gideriz. Şimdi ne yapacaksınız bayan Stoner? —Çarşıya gideceğim. Londra’ya gelmişken bir iki eksiğimi tamamlayayım. Öğle treniyle dönerim. —Biz de öğleye doğru geliriz. Benim de bu sabah bazı işlerim var. Kahvaltı etmez miydiniz? —Hayır, teşekkür ederim. Size derdimi döktüm, içim rahatladı, omzumdan bir yük kalkmış gibi hafifledim. Siyah peçesini indirip gitti. Koltuğuna yaslanan Holmes sordu: —Bu işe ne dersiniz Watson? —Uğursuz bir işe benziyor. —Doğru, oldukça uğursuz… —Eğer bu kız doğru söylediyse, tavanda, yer döşemelerinde gedik yoksa, baca ağzı demir parmaklıysa, kız kardeşi odada yalnızdı. —Peki ya ıslıkla, kızın son nefesinde bahsettiği benekli kurdele nedir? —Ne bileyim. —Bir ıslık duyulmuş, yakınlarda Çingeneler varmış, üvey babanın da, üvey kızının evlenmesinin işine gelmediği ve buna mâni olmak istediği muhakkak… Kız son nefesinde benekli kurdeleden bahsediyor, Bayan Helene Stoner madem ki bir ses duyduğunu söylüyor. Demek ki, pencere demirlerinden biri sökülüp yerine konmuş… Esrarın bu esaslara dayandığını tahmin ediyorum. —Öyleyse Çingeneler ne yaptı? —Bu hususta şimdilik bir şey söyleyemem. —Herhalde tahminlerinizi çürütecek birçok şey var. —Malûm. Bunun için hemen bugün Stoke Morane’a gidiyoruz. Bakalım tahminlerimi çürütecek şeyler sağlam ve sarsılmaz şeyler mi, yoksa onları bertaraf edebilir miyiz?… Yahu bu gürültü de nedir? Kapı açıldı, eşikte dev cüsseli bir adam göründü. Acayip kıyafeti vardı, noter de diyebilirdiniz köylü de... şapkası yüksek kalıplı, siyahtı. Redingotlu ve çizmeliydi, elinde bir av kamçısı sallıyordu. O kadar uzun boyluydu ki, şapkası kapının üst pervazına değiyordu. O kadar iriydi ki, vücudu kapıyı tıkamıştı. Ablak, kırışık, güneşten yanmış binbir ihtiras ifadesi beliren yüzü bir bana, bir Holmes’e dönüyordu. İçeri çökük gözleri hiddetliydi, ateş püskürmekteydi. Kocaman gaga burnuyla ihtiyar bir kartalı andırıyordu. Homurdanır gibi sordu: —Holmes hanginizsiniz? Dostum serinkanlı cevap verdi: —Benim. Kendinizi tanıtmanızı bekliyorum. Adam yine homurdanır gibi konuştu: —Doktor Grimesby Roylott. Sherlock Holmes yine serinkanlı olarak karşılık verdi: —Ya, demek sizsiniz? —Evet benim. —Buyurun, oturun. —Gerek yok. Üvey kızım biraz evvel evinizden çıktı. Peşindeydim. Size ne anlattı? Sherlock Holmes sordu: —Senenin bu mevsimine göre hava çok soğuk değil mi?! İhtiyarın sesi kükredi: —Size ne anlattı? —Fakat safran gülleri bol olacakmış!... Adam kırbacını kaldırıp üzerimize yürüdü: —Siz beni atlatmaya mı bakıyorsunuz!... Sizin kim olduğunuzu biliyorum… Sizden çok bahsedildi: Her işe burnunu sokan Holmes değil mi? Dostum tatlı tatlı gülümsedi. —Kahve dövücünün hınk deyicisi Holmes!. Holmes sırıttı: —Scotland Yard’ın cankurtaran simidi Holmes!... Holmes’un keyfi geldi: —Pek hoşsohbetsiniz doktor, ama giderken kapıyı kapayın da cereyan yapmasın! —Canım istediği zaman giderim! —Hay hay!. —Küstahlık edip işlerime burnunuzu sokmayın!. —Başüstüne!. —Bayan Stoner’in buraya geldiğini biliyorum. —İyi ediyorsunuz. —Onu takip ettim. —İyi ettiniz. —Dikkatli olun, kendinizi koruyun. Bana karşı koymak tehlikelidir. Şömineye gitti, demir maşayı aldı, kocaman elleriyle tutup büktü ve tehdit etti: —Yolumun üstünden çekilin!. Büktüğü maşayı ocağın kenarına fırlatıp çıktı. Holmes kahkahayla güldü: —Çok medeni adam!... Tam salon adamı!... —Allah için!... —Ben onun kadar iri yarı değilim ama, biraz daha kalsaydı, bileklerimin kendi bileklerinden daha az kuvvetli olmadığını ispat edecektim. Konuşurken maşayı aldı ve kendini hiç sıkmadan doğrulttu. —Aferin Holmes!. —Benim bu kadar kuvvetli olduğumu bilmiyordunuz? —Biliyordum, ama görmek hoşuma gitti. Holmes düşünüyordu. Sordum: —Şimdi ne yapacaksınız? —Herhalde onun küstahlığına, cüretine kulak asacak değilim. —Evine gidecek misiniz? —Gideceğiz. —Sizi resmi polis sanıyor. —Ne sanırsa sansın. Buraya gelmesi merakımı kamçıladı… —Kız ihtiyatsızlık etmiş. —Evet. Fakat, üvey babasının kendisini takip etmesine mâni olamadığına pişman olmayacağını umuyorum. —Bu ümide neden kapılıyorsunuz? —Sonra anlatırım Watson, şimdi kahvaltı edelim… —Daha sonra? —Ben bir yere kadar gideceğim. —Bu iş için mi? —Evet, lâzım olan bilgiyi alabileceğini sanıyorum. Sherlock Holmes eve döndüğü zaman saat bire geliyordu. Önce gözüme elindeki mavi kâğıt ilişti. Bir sürü yazı yazılmış, planlar çizilmişti. —Ne haber Holmes? —Raylott’un ölen karısının vasiyetnamesini okudum. Arazinin bugünkü gelirini hesapladım. Kadın öldüğü zaman toprakları kendisine senede bin yüz sterlin getiriyormuş, bugünse, hububat fiyatları düştüğünden yedi yüz elli sterlin getiriyor. Kızların evlenince iki yüz ellişer sterlin gelirleri var demektir. Eğer kızların ikisi de evlenselerdi üvey baba çok parasız kalacaktı. Hatta birisi evlense, gelir bir hayli eksilecekti. Holmes memnun, ellerini ovuşturdu: —Bu sabahki, çalışmam boşa gitmedi. Üvey baba elbette üvey kızlarının evlenmelerini istemez. Buna kanaat getirdim. —Şimdi ne yapacağız? —Bu işi sürüncemede bırakamayız. Moruk işine burnumuzu soktuğumuzu biliyor. Eğer hazırsanız hemen bir arabaya binip Waterloo istasyonuna gidelim. Ceplerinizden birine tabancanızı koymanızı rica ederim. Demir bükenlere karşı tabanca en iyi müdafaa silâhıdır. Tabancanızla diş fırçalarımızı alalım, başka bir şey istemez. Bir araba çağırtıp bindik, istasyona kadar konuşmadık. Şansımıza Leatherhead’a kalkan bir tren varmış. Leatherhead’de istasyon otelinin arabasını kiralayıp Surrey’in yolunu tuttuk. Altı yedi kilometrelik yol güzel bir arazi ortasından geçer. Hava da çok güzeldi. Güneşliydi, gökte pamuk yığınına benzer beyaz bulutlar vardı. Ağaçlar ve yol kenarındaki çitler tomurcuklanmaya başlamıştı. Etraf burcu burcu nemli toprak kokuyordu. Ben tabiatın bu güzelliğini, takip etmeğe gittiğimiz uğursuz işle nasıl tezat teşkil ettiğini düşünüyordum. Dostumsa, şapkasını gözlerinin üstüne eğmiş, çenesini göğsüne dayamış, derin bir düşünceye dalmıştı. Ansızın omzuma vurup uzakta bir şeye işaret etti: —Şuraya bakın! Hafif bir meyilde, sık ağaçlı bir parkı gösteriyordu. Meylin en yüksek yerinde ağaçlar bir küme teşkil etmişti. Dalların arasından eski bir evin çatısıyla damı görünüyordu. Holmes arabacıya sordu: —Orası Stoke Morone mi? —Evet efendim, Doktor Grimesby Roylott’un mâlikânesi. —Tamir edilen bir bina varmış öyle mi? —Evet efendim. —Bizi oraya götürün. Arabacı soldaki damları gösterdi: —İşte kasaba. Ama konağa gidecekseniz şu kısa yokuşu tırmanıp, tarlalar arasındaki kestirmeden gidiniz… Bakınız bir kadın dolaşıyor. —Bayan Stoner olacak Evet, hakkınız var, oradan gitmeliyiz. Arabadan indik, parayı verdik, araba Leatherhead’a döndü, biz de yokuşu tırmanmaya başladık. Holmes: —İsabet dedi, çok isabet. —İsabet olan nedir? —Arabacı bizi mimar sandı. —Bundan ne çıkar? —Dilini tutmazsa, yapıya mimarları götürdüğünü söyler. Arabacının tarif ettiği yoldan doktorun malikânesine ulaştık. Holmes: —Günaydın Bayan Stoner, dedi. Görüyorsunuz ya, sözümüzde durduk. Kız bizi görünce koşarak karşıladı, sevindiği güler yüzünden belliydi. Ellerimizi sıktı: —Dört gözle sizi bekliyordum. İş yolunda. Doktor şehre indi. Bu akşam geç vakit gelir. Holmes gülümsedi: —Kendisiyle tanışmak şerefine nail olduk. —Sahi mi söylüyorsunuz? Kızın gözleri faltaşı gibi açılmıştı: —Nerede gördünüz onu? —Bize geldi. Holmes doktorun odaya nasıl girdiğini, neler söylediğini anlattı. Bayan Stoner sarardı. —Beni takip etmiş! —Öyle olacak. —O kadar kurnazdır ki, beni gözlüyor mu, gözlemiyor mu farkına varamıyorum. Biraz düşünüp sordu: —Dönünce acaba bana ne diyecek? —Korunmaya, sakınmaya başlasın. Belki kendinden daha kurnaz bir çıkar karşısına. —Ben ne yapacağım?. —Siz odanıza kapanıp oturacaksınız. —Ya… —Anladım, zorbalığa kalkışırsa teyzenize kaçarsınız. Şimdi vakit kaybetmeyelim. Bize odaları gösterin. Bina külrengi taştandı, yer yer yosun tutmuştu. Orta kısmı yüksekti, iki kanadı yengeç kıskacı gibi iki yana kıvrık uzanıyordu. Kanatlardan birinde camlar kırıktı, pencerelere tahta kaplanmıştı. Damda bir oyuk görünüyordu, sözün kısası harap bir şatoydu. Orta kısmı az çok onarılmıştı, hele sağdaki blok yeniydi, pencerelerde perde vardı ve bacadan mavi bir duman tütüyordu. Demek ki, oturulan kısım o kısımdı. Duvarlardan birine iskele kurulmuştu, taşlardan biri delinmişti, fakat işçi görmedik. Holmes bakımsız bahçede ağır ağır yürüyor, pencerelerin dış taraflarını dikkatle gözden geçiyordu. Bir aralık kıza sordu: —Burası değil mi? —Evet, burası. —Bu sizin yatak odanızın penceresi olacak. —Evet. —Ortadaki kız kardeşinizin, sondaki, orta kısmın yanındaki de üvey babanızın odasının penceresi değil mi? —Evet, ama şimdi ben ortadaki odada yatıyorum. —Tamirat bitene kadar herhalde? —Evet. —Ama tamirat pek acele bir iş değil gibi geliyor bana. —Acele tamire ihtiyaç gösteren hiçbir yer yoktu. —Öyleyse? —Galiba oda değiştirtmek için bir bahane. —Bu sözünüz kulaklarınızda küpe olsun. —Mühim mi? —Çok… Şimdi gelelim bu kanadın öbür tarafına. —Odaların koridoru var. —Üç odanın kapısı da o koridora açılıyor demiştiniz. —Evet. —Koridora açılan pencere yok mu? —Var amma, bir insan geçemeyecek kadar küçük ve dar. Sherlock Holmes biraz düşündü. —Demek ki, geceleri kapılarınızı sürmeledikten sonra, koridordan odalarınıza girmek için imkân ve ihtimal yoktu? —Şimdi bizi odanıza götürmenizi rica ediyorum. —Lütfen panjurları kapatın. Kız panjurları kapadı. Holmes uzun müddet açık pencereden bakmıştı. Sonra yine bahçeye çıkıp panjurları dışarıdan açmaya uğraştı, muvaffak olamadı. Bıçak girecek bir gedik aradı. Yoktu. Pertavsızını çıkarıp rezeleri muayene etti. Sağlam demirdendi, kunt harçla yerlerine sağlam oturtulmuştu. Kararsız bir halde çenesini okşadı: —Hımmmm!... Nihayet sordum: —Ne var üstat? —Sebep? —Tahminim çatallaşıyor. —Panjurlar kapanıp arkadan kol demiri vurulunca pencereden kimse giremez. —Şu halde? —Tekrar içeri girip bakalım, başka bir koz bulamaz mıyız? Yan kapıdan koridora girdik. Holmes üçüncü odayla ilgilenmedi. Bayan Stoner’in şimdi yattığı, kız kardeşinin öldüğü odayla meşguldü. Alçak tavanlı, koca şömineli, her eski sayfiye evleri odasına benzer daracık bir odaydı. Bir köşede bir dolap, bir köşede karyola vardı. Tuvalet masası pencerenin solundaydı. İki iskemle ve dört köşe bir yer halısıyla odanın döşemesi tamamlanıyordu. Duvar pervazlarıyla kirişler meşe ağacındandı, kurt yeniği içindeydi. Galiba şatonun yapıldığı zamandan kalmıştı bunlar. Holmes iskemlelerden birinin bir köşeye çekip oturdu, sessiz sedasız odayı tetkik etti. Nihayet sapı yastıkta duran bir çıngırak kordonunu gösterdi: —Kordon çekilince çıngırak nerede çalar? —Hizmetçi odasında. —Yeni konmuşa benziyor. —Üç dört sene evvel kondu. —Kız kardeşiniz mi koydurdu? —Hayır. O bu çıngırağı hiç çalmadı. Biz kendi işimizi kendimiz görürdük. —Bu kadar güzel bir çıngırak kordonuna hiç gerek görmüyorum… —Affedersiniz, biraz yer döşemesiyle meşgul olmak istiyorum. Çömeldi, sonra ellerini de yere dayayıp uzandı, pertavsızla döşeme aralıklarını dikkatle inceledi, sonra duvar başlangıcındaki kirişlere baktı. Sonra kalktı, karyolaya gitti, bir müddet seyretti: Gözü duvar boyu yatağa sarkan kordona ilişti. Birdenbire kordonu tutup çekti: —A! Bu kordonun ucunda çıngırak yok!... —Çalmıyor mu? —Çalmıyor ya. Hatta ucu tele de bağlı değil. Tuhaf şey! Bakın, kordonun öbür ucu hava deliği ağzında bir çengele bağlı. Kız şaşırdı: —Sahi tuhaf! Ama dikkat etmemiştim. Holmes elini kordondan çekemiyordu: —Çok tuhaf!. Bu odada tuhaf olan bir iki şey daha var. —Neler? —Meselâ bir odadan öbür odaya hava deliği açmak için insan deli olmalıdır. Hava deliği hiç değilse koridora açılır. Bayan Storner: —Bu delik de yeni açıldı; dedi Holmes sordu: —Çıngırak konduğu zaman mı? —Evet, o zaman bu odada bazı ufak tefek tadilât! Çalmayan bir çıngırak, hava değiştirmeyen bir hava deliği!... Bayan Storner şaşalamıştı. Holmes: —Şimdi öbür odaya geçelim, dedi. —Buyurun. Bayan Storner yol gösterdi, öbür odaya girdik. Doktor Grimesby Roylott’un odası, üvey kızının odasından daha genişti. Eşyası, portatif bir karyola, rafları teknik kitap dolu bir etajer, bir tahta iskemle, yuvarlak bir masa ve büyük bir kasadan ibaretti. Holmes bütün eşyayı dikkatle muayene etti. Nihayet elini kasaya koyup Bayan Storner’a sordu: —Bu kasada ne var? —Üvey babamın evrakı. —Siz içini gördüğünüz mü? —Bir defa gördüm. —Ne zaman? —İki sene evvel. —Ne vardı içinde? —Bir yığın kâğıt. Holmes’un yüzünde acayip bir ifade belirdi: —Sakın bu kasanın içinde bir kedi olmasın? Kızın gözleri yine dört açıldı: —Kedi mi? —Evet. —Ne münasebet? —Çünkü… Bakın… Kasanın üstünde duran bir süt çanağını gösterdi . . . kız başını salladı: —Hayır, kedimiz yoktur, yalnız bir Hindistan yaban kedisiyle bir şebek maymunu var… —Evet, söylemiştiniz. Yaban kedisi de büyük bir kedidir, fakat bir çanak süt ona yetmez. Aydınlatmak istediğim bir nokta var… Tahta iskemlenin önüne çömelip yakından baktı, sonra doğruldu, pertavsızını cebine koydu: —Teşekkür ederim! Bu iş tamam… Aaa! işte enteresan bir şey… Karyolanın köşesinden kısa, ince bir kayış sarkıyordu, ucu ilmikliydi. Sherlock Holmes yüzüme baktı: —Ne dersiniz Watson? —Bildiğimiz köpek tasma kayışı. —Ya ilmik? —İşte ilmiğe anlam veremiyorum. —Bilmediğiniz bir şey bu! Dünya kötüdür azizim. Ve bir insan zekâsını cürüm işlemek için işletirse, yeryüzünün en kötü mahlûku olur!... Bayan Stoner’e döndü: —Burada işimiz bitti bayan, müsaade ederseniz biraz da bahçede dolaşalım. —Buyurunuz. Genç kız önde, biz arkada odadan çıktık. Dostumun yüzünde, o güne kadar görmediğim korkunç bir ifade vardı. Tüylerinin ürperdiğini, tiksindiğini ve nefretle irkildiğini anlıyordum. Bahçeye çıktık, çimen tarhının etrafında birkaç kere dolaştık, fakat ne ben bir şey sormaya cesaret ediyordum, ne de Bayan Storner… Nihayet Holmes konuştu: —Bayan Storner, söyleyeceklerime aynen riayet etmeniz şarttır. —Ederim. —Durum, tereddüde yer bırakmayacak kadar vahim… —Ben de tehlike seziyordum… —Açık söyleyeyim: Hayatınız tehlikede. Canınızı sözümü dinlemek şartıyla kurtarabilirsiniz. —Ne derseniz yapacağım. —Öncelikle, bu geceyi dostumla beraber odanızda geçireceğiz. Holmes’un yüzüne hayretle baktık. Bayan Storner kadar ben de şaşmıştım. Holmes devam etti: —Geceyi muhakkak odanızda geçirmeliyiz. Bırakın da anlatayım. Kasabanın Hanı o tarafta değil mi? —Evet, Couronne Hani. —Handan odanızın penceresi görünür mü? —Evet. —Babanız gelince odanıza kapanacaksınız. —Ne bahane bulayım? —Müthiş bir baş ağrısı. —Peki, sonra? —Onun yattığını anlar anlamaz panjuru açar, lâmbayı tutarsınız. Sonra öteki odaya, yani kendi odanıza geçersiniz… Tamirata rağmen geceyi orada geçirebilirsiniz değil mi? —Tabii geçiririm. —Üst tarafını bize bırakın. —Ne yapacaksınız? —Geceyi odanızda geçirip sizi korkutan gürültünün neden ileri geldiğini anlayacağız. Bayan Storner dostumun kolunu tuttu: —Sizin bir bildiğiniz var, Bay Holmes. Holmes’un çatık kaşları düzeldi: —Belki… —Hem de siz işin hakikatini biliyorsunuz. —Belki… —Allah aşkına söyleyin, kardeşim neden öldü? Holmes başını salladı: —Delil bulmadan söyleyemem. —Korkudan mı öldü? —Hayır. Sizin sandığınız gibi korkudan ödü patlayıp ölmedi. Ölümün daha elle tutulabilir bir sebebi olsa gerek. —Nedir bu? —Şimdilik bir şey söyleyemeyeceğim. Müsaade ediniz de artık gidelim. Üvey babanız gelip bizi burada bulursa, bütün emeklerimiz boşa gider. —Nasıl isterseniz Bayan Holmes. —Allahaısmarladık Bayan. Metin ve cesur olun. Dediklerimi yaparsanız karşı karşıya bulunduğunuz bütün tehlikeleri bertaraf ederiz. —Güle güle. Holmes’le beraber, ağır ağır kasabaya indik. Handa bir odayla bir salon tuttuk. Bu küçük daire birinci kattaydı. Stoke Morane konağının oturulan kısmıyla sokak kapısı görünüyordu. Ortalık kararırken Doktor Roylott’un konağa girdiğini gördük. Arabacısı yanında pire kadar kalıyordu. Arabacı parkın kapısını açmakta güçlük çekti. Doktorun sesinin kükrediğini duyduk. Yumruklarını sıkıp adamcağızı tehdit etti. Nihayet araba kapıdan geçti, ağaçlar arasında fenerinin ilerleyen ışığı göründü, konağın pencerelerinden biri aydınlandı. Dışarıyı seyreden Holmes: —Sizi buraya getirdiğime pişmanım, dedi. Hayret ettim: —Neden Holmes? —Çünkü bu iş tehlikeli… Tereddütsüz cevap verdim: —Size yardımım dokunacak mı? —Sizin varlığınız işi neticelendirecek. —Öyleyse yanınızdan ayrılmam. —Teşekkür ederim. —Tehlikeden bahsettiniz. —Evet, tehlikeye atılıyoruz. —Öyleyse odalarda benim göremediğim kim bilir neler gördünüz. —Hayır. Siz ne gördünüzse ben de onları gördüm. Yalnız ben gördüklerime anlam verip netice çıkardım. —Ben göze çarpacak o çıngırak kordonundan başka bir şey görmedim, ne işe yaradığını da anlayamadım. —Hava deliğini gördünüz. —Gördüm. Fakat iki oda arasındaki bu delik neye yarar? Bir fare bile güç geçer. —Ben, buraya gelmeden önce bir hava deliği bulacağımızı biliyordum. —Amma yaptınız Holmes! —Sizi temin ederim biliyordum. Bayan Storner kız kardeşinin Doktor Roylott’un içtiği tütün kokusundan rahatsız olduğunu söylemişti. Demek iki oda arasında bir menfez vardı. Bu menfez çok küçüktü, yoksa savcı görürdü. —Peki, bunda ne kötülük olabilir? —Garip tesadüflere ne dersiniz? Bir hava deliği açılıyor, bir kordan sarkıtılıyor, yatağında yatan bir kız ölüyor. —Aralarında bağlantı bulamıyorum. —Hayır, basbayağı bir karyola. —Yatak gözünüze çarpmadı mı? —Ayakları yere mıhlanmış. Siz yere çakılı karyola gördünüz mü? —Görmedim. —Kız yatağının yerini değiştiremezdi. Hava deliğiyle çıngırak kordonuna karşı aynı vaziyette kalmaya mahkûmdu. Çıngırak çalmaya yaramadığına göre, bilhassa çıngırak kordonuna karşı… —Holmes, ne demek istediğinizi anlar gibi oluyorum. Müthiş ve kurnazca bir cinayeti önlemek için tam vaktinde geldik galiba. —Evet Watson, kurnazca olduğu kadar müthiş bir cinayet işlenecekti. Doktor cinayet işlemek istedi mi, korkunç bir katil olur. Hem serinkanlı hem bilgindir… Ama merak etmeyin Watson, onu mağlûp edeceğiz… Şafak sökene kadar da tüyler ürperten bazı şeylere şahit olacağız gibi geliyor bana. Allah rızası için fırsat bulmuşken rahat rahat birer pipo içip daha eğlenceli şeylerden bahsedelim. Gece dokuza doğru ağaçlar arasında görünen ışık söndü. Doktorun konağı artık karanlıktı. İki uzun, çok uzun saat geçti, on birde tam karşımızda hafif bir ışık göründü. Holmes ayağa kalktı. —Kız işaret verdi. Orta pencere aydınlandı. Handan çıkarken bir dostumuzu ziyarete gideceğimizi, gece dönmememiz ihtimali olduğunu hancıya haber verdik. Yol karanlık, hava soğuktu. —Konağın bahçe duvarları yer yer yıkılmış olduğundan bahçeye girmekte güçlük çekmedik. Ağaçlar arasında ilerledik, çemen tarhını geçtik pencereden içeri atlayacağımızı zaman defneler içinden, kambur, iğrenç bir çocuk fırladı, emekleyerek çemen tarhına atlayıp, karanlıkta kayboldu. —Gördüğünüz mü Holmes, diye mırıldandım. Holmes bir saniye kalakaldı, bileğimi tutmuş, mengenede sıkar gibi sıkıyordu. Nihayet bıraktı ve gülümseyerek kulağıma fısıldadı: —Ne sevimli ev!... Gördüğünüz şebekti. Doktorun garip meraklarını unutmuştum. Evet, bir şebeğiyle bir yabankedisi vardı. Belki yabankedisi, hiç ummadığımız bir anda omzumuza tırmanıverecekti!. Holmes’un yaptığı gibi, ayakkabılarımı çıkarıp odaya girdikten sonra içim biraz rahatladı. Dostum usulca panjuru kapadı, lâmbayı masanın üstüne koydu, etrafa göz gezdirdi. Öğleden sonra gördüğümüz gibi her şey yerli yerindeydi. Holmes bana sokuldu, ağzını kulağıma yaklaştırıp fısıldadı: En hafif bir gürültü başımıza belâ açar! Duyduğumu anlatmak için başımla işaret ettim. Karanlıkta oturmalıyız, hava deliğinden bizi görebilir. Yine başımla işaret ettim. —Sakın uyuyakalmayın. Bir dikkatsizlik hayatınıza malolabilir. Tabancanız elinizin altında bulunsun, belki kullanmanız gerekir. Bir baş işaret daha. —Ben karyolanın yanına oturuyorum. Ya ben? Demek ister gibi baktım. —Siz şu iskemleye oturun. Oturdum, tabancamı masanın kenarına koydum. Holmes ince, uzun hezaran bir baston getirmişti. Mumla kibritin yanına, yatağın üstüne koyup lâmbayı söndürdü. Karanlıkta kaldık. O geceyi ömrüm oldukça unutmayacağım. Çıt çıkmıyordu. Gözlerini dört açmış sinirleri benimki kadar gergin yanı başımda oturan dostumun nefesi bile duyulmuyordu. Panjurlar sıkı sıkı kapalıydı. Zifiri karanlığındaydık. Arada sırada dışarıda bir gece kuşu ötüyor, yabankedisi miyavlıyordu. Yabankedisi serbest demekti. Kasabanın saati çeyrekte bir çalıyordu. Ne uzun geçiyordu o çeyrek saatler! Gece yarısını, sonra biri, sonra ikiyi, sonra üçü çaldı. Yerimizden kımıldamamıştık, her şeye hazırdık. Ansızın hava deliğinde bir ışık görünüp hemen kayboldu. Sonra yanık bir yağ kokusuyla, kızgın demir kokusu duyuldu. Yan odada biri bir hırsız feneri yakmıştı. Bir pıtırtı oldu, sonra yine sessizlik çöktü, fakat koku artıyordu. Yarım saat kulağım kirişte bekledim. Ansızın bir ses duyuldu, hafif, hoş bir ses. Kaynayan bir ibrikten fışkıran buhar sesi gibi bir şey. Bu sesi duyar duymaz Holmes yataktan fırladı, bir kibrit çakıp çıngırak kordonuna bastonuyla vurdu, şiddetle vurdu ve gürledi: —Görüyor musunuz Watson?... Görüyor musunuz? Hiç bir şey görmüyordum. Holmes kibriti çaktığı zaman fısıltı halinde bir ıslık duymuştum ama, aydınlık gözlerimi kamaştırdığından Holmes’un korkarak gösterdiği şeyi görememiştim. Yalnız Holmes’un yüzündeki dehşet ifadesini fark ettim. Rengi bembeyazdı. Sherlock Holmes nihayet kordona bastonla vurmaktan vazgeçti. Başını kaldırmış, hava deliğine bakıyordu. O anda, ömrümde işitmediğim bir çığlık koptu, gecenin sessizliğini korkunç bir feryat yırttı: Biri hiddetten, acıdan ve korkudan vahşi bir çığlık koparmıştı. Ertesi gün anlattılar. Bu feryat kasabadan duyulmuştu, uyuyan halk, çığlığı duyup yataklarından fırlamışlardı. Bu çığlık bizim de kalplerimizi, dondurdu. Şaşkın, taş kesilmiş Holmes’a bakıyordum; o da, rengi hali bembeyaz bana bakıyordu. Çığlığın son yankıları karanlıkta dindi. Kekeleyerek sordum: —Bu nedir? —Tamam. Olup bitti. Belki de hayırlı oldu. Tabancanızı alın da doktorun odasına girelim. Lâmbayı yaktı. Koridora çıktık. Holmes doktorun kapısını iki kere vurdu. Cevap yok. Tokmağı çevirip kapıyı açtı, girdi. Elimde tabanca onu takip ettim. Acayip bir manzarayla karşılaştık: Masanın üstünde, kapağı kalkık bir hırsız feneri yanıyor, ışığı açık duran demir kasayı aydınlatıyordu. Doktor Grimesby Roylott, masanın yanındaki tahta iskemlede oturuyordu. Külrengi uzun bir hırka giymişti, eteklerinden çıplak ayak bilekleri görünüyordu. Ayaklarında kırmızı terlik vardı. Bacaklarının arasına ince kayışı geçirmişti. Çenesi havaya kalkmış, gözleri tavanın bir köşesine dikilmişti. Alnını garip, sarı bir kurdele sıkmaktaydı, bu kurdele siyah benekliydi. Girdiğimiz zaman sesi çıkmadı, kımıldamadı. Holmes mırıldandı: —Kurdele!... Benekli kurdele!... Bir adım attım. Garip kurdele kıpırdandı, saçların ortasında doğruldu: Boynu şiş, üçgen şeklinde, bodur bir yılan başı gördüm. Sherlock Holmes: —Bu bataklıklarda yaşayan engerek yılanıdır dedi, Hindistan’ın zehirli yılanıdır, soktuğunu öldürür!. Doktor yılan soktuktan on saniye sonra ölmüştür… Bu dünyada eden bulur!... Bu hayvanı mağarasına sokalım, sonra Bayan Storner’i emniyete alır, polise gidip rapor veririz. Doktorun bacakları arasındaki kayışı aldı, ilmiği yılanın boynuna geçirdi, çekti ve kasaya koyup, kapağını hemen kapadı. İşte Doktor Grimesby Roylott böyle öldü. Bayan Storner’e olayı nasıl haber verdiğimizi, kendisini teyzesinin evine nasıl götürdüğümüzü, polis soruşturmasının, Doktor zehirli yılanıyla oynarken, kazaya kurban gittiğini neticesine nasıl vardığını anlatarak sözü uzatmayacağım. Evimize dönerken, olay hakkında Holmes’un bana anlattıklarını aynen nakletmekle yetineceğim. Holmes: —Bütün tahminlerim yanlıştı, dedi. Yarım malûmatla düşünüp olaylardan netice çıkarmanın ne kadar tehlikeli bir şey olduğu bir kere daha meydana çıktı. Civarda Çingenelerin bulunması, Julie’nin gördüğü şeyi Benekli Kurdele diye anlatmaya kalkışmış olması, beni tamamıyla yanlış bir yola götürdü. —Ama doğru yolu buldunuz. —Julie’nin odasına girip, kızı dışarıdan ve pencereden saldırıya uğramamış olduğuna kanaat getirdikten sonra ilk tahminlerimde aldandığımı anladım. —Doğru yolu nasıl buldunuz? —Hava deliğiyle, o delikten karyolaya sarkan kordon beni şüphelendirdi… Kordonun öbür ucunda çıngırak yoktu, karyola yere çivilenmişti. Demek ki hava deliğinden bir şey geçiyor ve kordon boyundan yatağa iniyordu. Tabii aklıma hemen yılan geldi. Doktorun Hindistan’dan hayvan getirttiğini de bildiğimden doğru yolu bulduğuma şüphem kalmadı. —Peki ama bu nerden aklınıza geldi? —Ancak, kimyanın başaramayacağı bir zehir kullanmayı, amansız ve akıllı bir adam akıl edebilirdi, Doğu’da yaşamış bir adam… Böyle bir zehrin meziyeti de vardı. Yılanın diş yerlerini görmek kolay değildi. Nasıl ki Savcı göremedi. Sonra ıslığı düşündüm. Doktor yılanı gün ağarmadan kasadan çıkarıyordu. Kasanın üstünde gördüğümüz süt çanağı sayesinde hayvanı terbiye etmişti. Islık çalınca yılan geliyordu. Onu hava deliğinden sokuyor, yılan kordon boyu süzülüp karyolaya iniyordu. Mesele yılanın yatakta uyuyanı ısırıp ısırmadığıydı. Belki de Julie’yi birkaç sefer ısırmadı, ama eninde sonunda ısıracaktı! Doktorun odasına girmeden bu neticeye varmıştım. Tahta iskemleyi gözden geçirince yılanın, iskemleye çıktığını anladım. Hava deliğine başka türlü yetişemezdi. Demir kasa, süt çanağı, ilmikli kayış hiçbir şüphe bırakmadı. —Peki, Helen’in duyduğu madenî gürültü? —Doktorun kasasının kapısının gürültüsü. Telaşla kapadığı için ses vermişti. Her şeyi anlayınca bildiğiniz tertibatı aldım. Yılanın kordondan aşağı süzülürken hışırtısını duydum, kibriti çaktım… —Yılan geri fırladı. —Bastonla canını yakmıştım. Kızdı ve kızan her yılan gibi önüne ilk çıkan insana saldırdı. Derin bir iç çekti: —Doktorun ölümünden beni sorumlu tutabilirsiniz. Ben de bu sorumluluğu kabul ederim. Ama bu sorumluluk bana vicdan azabı çektirmeyecektir. Vicdan bakımından rahatım.
·
2.545 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.