Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

104 syf.
3/10 puan verdi
“Entelektüelin birinci görevi” diyerek başlıyoruz. “Kendi yoldaşlarını eleştirmektir.” Eleştirinin önemini batı dünyasına bir kez daha altını çizer Umberto Eco. “Tarihte sayısız örneklerini gördüğümüz trajik seçimler de vardır. Böyle bir seçim yaparak bağlılığın hakikatle bağdaştırılamayacağını düşündüğü için inanmadığı bir savaşı savaşıp ölümü arayarak ölüme gidenler görülmüştür. Ama bağlılık ahlaksal bir kategoridir. Hakikatse kurumsal bir kategoridir.” diyen Umberto Eco’nun burada söylediği size biraz ağır gelebilecek olan cümlesinin arkasında hakikatle bağlılık ilişkisini kopartmak ve bağlılıkların hakikate engel olduğunu anlatmak içindir. Bir dine bir inanca olan bağlılıklar yukarıdaki cümleyle beraber ele alındığında eleştirilemez olduğu zaman hakikat görülemez der. Yani sizler bugün bir Müslüman olarak Kuran’ı Kerim’in eleştirilemez olduğunu bilirsiniz. Onun koyduğu Peygamber Aleyhisselatü Vesselam yaşamış ve fiillerini bilirsiniz ve bu tartışılmazdır ve eleştirilemezdir ki eleştiri bir ilim unsuru bir ilmi değer değildir. Eleştiri batı dünyasına kaktırılmış, doğuya mecbur edilmiş aslında hayatımızı altüst eden temel bir nitelik. Bu nitelik ise hakikati bulmak için söylemini ortaya koyar Umberto Eco. Dolayısıyla gerekli olan bağlılık süreçlerinden ne kadar uzaklaşırsak hakikate o kadar yaklaşacağız derken bütün bağlılık unsurlarının, o iplerin aile bağı, din bağı, inanç bağı, sosyolojik bağ, toprak bağı, bayrak bağı, bütün oluşturduğunuz o bağların çözümlenmesi gerekliliğini anlatır ve bunu bir entelektüel çerçevede yapılması gerektiğinden bahseder. “Tıpkı” der “cerrahın bir yaşamı kurtarmak için canlı eti kesme kararı almasının ahlaksal bir seçim olması gibi.” Halbuki bu ahlaksal seçimin arkasında cerrahın kendi mesleğine olan bağlılığı vardır. Ve hakikat, karşısında bir insan vardır ve onun hayata döndürülme süreci ya da hayat standartlarının yeniden normal bir hale getirilme süreci vardır. Bu yüzden Umberto Eco’nun destek aldığı ahlak sürecini kurumsal bir hakikate çevirme gayreti havada kalır. “Namus uğruna cinayet işlenmediği veya kısas yasasının uygulanmadığı söylenemez ancak toplum bir zamanlar bunları olumlu şeyler olarak görürken artık olumsuz olarak değerlendirmektedir. Ya da Umberto Eco böyle değerlendirilmesi gerektiğini beyan etmektedir. Ama bu sözünü ettiklerimiz gene de ahlaksal ve duygusal tepkiler niteliğini taşıyacaktır derken ahlakla duygusal tepkilerini bir araya koymakla kalmaz, namus bilincini ve kısas yasası gibi dinsel argümanlardan çıkmış, dini hakikatlerden çıkmış unsurların duygusal tepkiler olduğunu beyan ederken inancın bu duygular üzerine kurgulandığını beyan ederek onların çok rahat tartışılabilir olduğunu bu manayla ifade eder. “Çok sayıda gücün devreye girmesi nedeniyle savaş öngörülemez ağırlıkların değerlerine göre dağılmaktadır. Bunun sonucu olarak sona ermesi ve son değerin iki taraftan birinin yararına olması da olasıdır. Ama genellikle her tür karar hesabına meydan okuduğundan iki taraf için de yitirilmiş olur.” diyen Umberto Eco savaşsız bir Avrupa yapılanmasının dünyada da bu etkiyi oluşturduğu müddetçe gücü oluşturabileceğini beyan eder. Oysa demesiyse şimdi söylediklerinin aksi niteliğini doğurmakta. “Oysa günümüzdeki savaş her iki oyuncunun da aynı ağ üzerinde çalışarak aynı renkte taşları alıp hareket ettirdiği bir satranç partisi gibidir. Oyun siyah beyaz değildir. Tek renklidir. Kendi kendini yiyen bir oyundur.” Sözümde siz satranca değil, siz satranca takılıyor olabilirsiniz ama satrancın parti olarak anılıyor olması düşünce süreçlerinde stratejik bir mekanizmanın aslında bir oyun olarak ele alınması gerektiğini beyan eden Umberto Eco oyunun parçalarını ya da taraflarını değil parçaları olan insanlar, halklar, topluluklar Afrika gibi ülkeleri bir kefeye koyup bir cümle içinde eritmek için kendi aralarındaki çatışmalardan kurtulmaları gerekliliğini beyan ederken belki de kiliseyle halk arasındaki çatışma figürünü kiliseyi tamamen bir kenara alarak kurtulabileceğinin ibaresini verir. Hoş, kendisi gençliği boyunca ciddi bir kilise eğitimi almıştır. “Savaşın olanaksızlığını dile getirmek entelektüel görevdir.” derken Umberto Eco kendisinden sonra gelecek, kendisini de kattığı entelektüel serüvenin en baştaki yasasını böylece beyan eder. Dolayısıyla bugün bütün dünyada savaşmamalıyız söyleminin ardındaki önemli figürlerden biri. Ama konu savaşmayınız olunca mantıklı geliyor da konu savunmalıyız deyince ne anlama gelecek onu ibarelendirmiyor. Yani bir ülkenin bir İslam ülkesi de olabilir bu genellikle böyle oluyor çünkü. İşgal altına alınmak istendiğinde oradaki insanlar ne yapacak? Savaşmayalım mı diyecekler? “Çünkü ağırlık ağırlık olması nedeniyle bir yöne eğimli. Bir yöne eğimli olması nedeniyle de bağımlıdır.” İfadesini verir. Yani düşünce biçiminin karşılığında oluşan ağırlıkların bu dinsel figüratiflerle oluştuğunu, o yüzden insanı bir yöne kaydırdığını söyler. Bundan çekinmemiz gerektiğini ise şöyle ifade eder; “ve inmek ister. Çünkü bir sonraki nokta alçaklık açısından her defasında onu tutan alçaklığı aşar. Ağırlık asla yolundan döndürülmez.” diyen Michelstaedter’i de kendisine merkez almaktadır. Halbuki ağırlık dediğiniz unsurun fikriyatı insanın kefesinde değil gönlünde oluştuğu için yine sizin ağırlık merkezinize dahildir. Bu sözle de Umberto Eco’nun fiziksel yaklaşımının sakatlığı nasıl perde arkasına saklandığını anlamış oluyoruz. Çünkü bu insanlar inancı elde taşınan bir poşet zannediyorlar. O yüzden seni sağa ya da sola yatırabilir diyorlar. Dengeli olmalı, bir elinde ahireti bir elinde dünyayı taşımalısın diyorlar. Halbuki dünya bir poşetken ahiret imani noktada kalbe ait olduğundan sizin ağırlık noktanıza dahildir. Ne kadar yüklerseniz yükleyin Sıratı Mustakim üzere oldukça sizin başka bir yere evrilmenize engel olmaktadır. “Ne var ki? bastırma Nevroz’a yol açar.” derken sanki benim bu sözüme verir Umberto Eco. “Uzlaşma, iyi niyetle kendi savaşımlarını veren herkese anlayış ve saygı göstermek anlamına geliyorsa bağışlamak unutmak anlamına gelmez.” diyor. Yani senin bu anlattıkların ve yaptıkların karşısında benim İslam Dünyası’nın ya da Avrupa’nın karşısında duracak herhangi bir anlayış ve argümanı bağışlamamı bekleme. Bağışladım, unutmamı asla bekleme. Çünkü sen benim dünyayı unutmamı sağlayan taraftasın. “Akdeniz Havzası’nda değişik dinlere mensup halklar, (bu dinlerin hepsi Roma, panteonuna hoşgörüyle kabul edilmiştir) insanlık tarihinin başında alınmış bir vahyi düşlemeye başlamışlardı. Uzun bir süre çoktan unutulmuş dinlerin örtüsü altında yatan bu vahyin Mısır hiyerogliflerinde Keltlerin rünik yazılarında henüz bilinmeyen Asya dinlerinin kutsal metinlerinde saklı kaldığı varsayılıyordu. Ama gerçekten böyle miydi?” diyor Umberto Eco. Size bırakıyor bu kısmını aslında çoktan kendi sözünü söyleyerek. Umberto Eco kitapları boyunca hep böyle yapıyor. Elinize bırakıyor, sıcak değil mi diyor ama eliniz çoktan yanmış oluyor. “Bu yeni kültürün senkretüst olması gerekiyordu.” der. İşte burada anlatmış olduğumuz şey de delillenmiş olur. Yani içselleştirilmiş boyut karşılığında bunun fiile dönüşmesi gerekliliği beyanatı. “Böyle bir bileşimin çelişkileri hoş görmesi de gereklidir.” diyerek dinlerin bu hoşgörüye dahil olması gerektiğini söylerken “Özgün mesajların hepsi bir bilgelik tohumunu içerir ve farklı ya da bağdaşmaz şeyler gibi görünmeleri hepsinin alegorik olarak bir içsel hakikate gönderme yapmasındandır.” diyerek dinlerin hepsinin tek bir yerden geldiğini kendisi itiraf edecek olan Umberto Eco bir diğer taraftan bütün bunların bizde de Sümer’den geldi bunlar diyen anlayışla aynı kökenden duygusal bir tepkime süreciyle din oluşumunu anlatmaya gayret eder. Ama hep dolambaçlı bir yoldan. “Gelenekçilik modernizmin reddi anlamına gelir.” Eğer böyle olsaydı bugün için modernizmden kurtulmaya çalışan dünyanın dört bir tarafında her dine mensup insana gelenekçi diyemezdiniz. Bugün sizin modernizm olarak atfettiğiniz bütün bu saydığınız değerlerse tabiri caizse insansız bir insan biçimlendirme kaydısı. Umberto Eco bu noktada da fikri manada değil, fiili manada çuvallamaktadır. “Ayrıca bir ulusa kimlik verebilecek tek grup vardır.” der “düşmanlar.” İşte Avrupa’nın temel felsefesine geldik. Düşman yoksa hayat yoktur sözü. Bu nedenle kök faşizm ideolojisinde olasılıkla uluslararası nitelikli bir komplo saplantısı vardır. Umberto Eco sanki bunu yermekte gibi görürsünüz. Ama bugüne kadarki süreç zaten bunu doğurduğunu kendisi bile henüz farkına varmamış mıdır acaba? “Faşizmin yandaşları” diye devam eder ki cümlesindeki faşistler sadece adı faşist olanlar mı yoksa faşizmi içselleştirmiş olan Avrupa’nın milliyetçilik anlayışı mıdır? Ya da dini argümanlarının sakatlığından mıdır? “Kendilerini kuşatılmış hissetmelidir. Komployu açığa çıkarmanın en kolay yolu da yabancı düşmanlığına başvurmaktır.” diyerek bir itiraf gelir. “Ama komplonun köklerinden biri de içeride olmalıdır. Çoğu zaman Yahudiler aynı anda hem içeride hem dışarıda olmak gibi bir avantaja sahip oldukları için en iyi hedefi oluştururlar.” derken Umberto Eco bu kitap ve diğer kitaplarında ezilen halkların sadece Yahudiler olduğunu vermesi kendi felsefik düşüncesi açısından garip ama iş dünyasının yansıması adına önemli bir figür olarak karşımıza çıkmaktadır. Efendim “Benzerlerimiz bu beden haklarına saygı göstermiş olsalar” yaşamın içindeki değerlere “Büyük Herodes’in Beytlehem’deki iki yaşından küçük bütün bebekleri katlettirmesi, Hristiyanların yırtıcı hayvanlara atılması, Aziz Bartolomeus kıyımı, heretiklerin yakılması, imha kampları, sansür, maden ocaklarında çalıştırılan çocuklar, Bosna’daki tecavüzler olmazdı.” Evet doğru ama sansür ve beden hakkının aynı minvalde ele alınıyor olması güzel bir tuzak olmuş. Birisinde savaş mantığı var, öbüründe savaşmaya hazır insan yetiştirme unsuru var. Ki beden hakkının biraz daha felsefik temellerine gittiğiniz zaman kişinin cinselliğinden öteye düşünce biçiminde, hayat biçiminde insan olmayı ben seçmedim ki serüveninde kadere karşı bir yanılgının oluşma düşüncesidir. “İnsan bilimleri arasında en laik olanların da bize öğrettiği gibi bizi tanımlayıp biçimlendiren ötekidir. Onun bakışıdır.” derken ötekinin bizim varlığımız için bir gereklilik olduğunu beyan eden Umberto Eco Avrupa kıtasında dinlerin de inanışların da tek bir potada eritilmesi gerekliliği söz konu olmazsa işte o beden hakkının özeti çıktı şimdi burada, gizli tarafı. Kazıyınca alttan çıkan. Bir potada eritmemiz lazım diyor. Halbuki hayatın yaşam biçiminde herkes birbirinden ayrıdır. Aynı potada eriyebilmek mümkün değildir. Çünkü Cennet ve cehennem farklı. Evet cehennemin kendine ait bir potası var ama Cennet’in kendine ait dereceleri vardır. Dolayısıyla toplumları bir potada eritme gayreti ve bunun bir bedensel hak olduğunun özgürlüğe açılacak bir kapı olduğunun beyannamesi aslında herkesi tek tip oluşturma çabasıdır. Bir entelektüele yakışır mı? “Öyleyse nasıl oluyor da geçmişte veya günümüzde katliamı, yamyamlığı, ötekinin bedeninin aşağılanmasını onaylayan kültürler var olabiliyor.” Bütün kültürler böyle miydi? Hayır. Demek ki bu kültürel bir sorun değilmiş. Bu sorunun basit bir yanıtı var. Sorunu yanlış tespit eden Umberto Eco bilinçli ya da bilinçsiz çıktığı bu yolda cevabı bir başka bilinçsizlikle örtülüyor. Şu; “Bu kültürler öteki kavramını kabile cemaati (veya etnik köken) ile sınırlandırıyor ve ‘barbarlar’ı insanlık dışı varlıklar olarak görüyorlar da ondan. Ama haçlılar da kafirleri büyük bir sevgiyle sevilecek yakınları gibi görmüyorlardı.” Yani bütün savaşların sebebi dindi. Bu din ortadan kalkarsa savaş bitecek. “Ölmeden önce cenaze törenimin kilise dışında yapılmasını isteyerek” diyor Umberto Eco. “Bu yolla artık var olmadığımda başkalarına bir örnek bırakmış olacağım. Sanırım siz de yaşamın sürekliliğine olan derin inanca, bu yanıta ruh veren mutlak görev duygusuna hayranlık duyacaksınız.” İşte bütün felsefecilerin temel problemi. Hayranlık uyandırarak bu dünyadan göçme düşüncesi. Halbuki bir potada eritselerdi seni, küllerini denize savursalardı anlattığın fikre göre daha doğru olmaz mıydı? Size biraz garip gelecek ama Umberto Eco’nun söylemi bizim Türkiye coğrafyasında gördüğümüz pek çok felsefecicici olmaya çalışan abilerimize de önemli bir kaynak vazifesi gütmüş durumda. Aşkın tanrı inancı aşmış manasıyla kullanılan bir değeri var. “Aşkın bir tanrıya inananlarla birey üstü herhangi bir ilkeye inanmayan kişi arasında katı bir karşıtlık kurulmasını istemem.” diyor. Onun istemezukluğuyla bizim Türkiye’deki felsefecicilere de etkiliyor. Öyle bir etkileşim sürecidir. Bir bakıyorsunuz aşkın tanrı inancı yani yükselmiş tanrı inancını hem tasavvufta hem hayat biçimimizde yeni bir değer algoritması oluşturduğunu söyleyenler var. Demek ki Umberto eco abimizi takip etmişler. Bu söylemin altında yatan temel niteliğe gelelim şimdi. “Çok iyi bildiğimiz üzere” diyor, “Spinoza’nın bu tanrısı” bu kelimeyi biliyorsunuz değil mi? Anlatmaya gerek yok çünkü felsefecicic olan Türk abilerimizin bu büyük babası Spinoza. “Çok iyi bildiğimiz üzere Spinoza’nın bu tanrısı ne aşkındır ne de bireysel.” Zaten o yüzden Spinoza bir halt bulamadığı için ateist kalmıştır ya. Devam. “Gene de bugün hepimizi yeniden içine alacak büyük ve biricik bir töz görüşü bir hoşgörü ve iyilik görüşünden kaynaklanabilir. Çünkü biricik töz’ün dengesi ve uyumu hepimizi ilgilendirmektedir.” Ama bu töz, bu helva, bu düzenek ne döngüyü ne dengeyi ne de uyumu sağlayamaz. Çünkü klasik bir şey yapıyorsunuz, zeytinyağ ile suyu aynı kapta karıştırın diyorsunuz. Ömrübillah karıştırın, bir gün karışacak. Halbuki karışmayacağını hepimiz biliyoruz. “Bu yüzden kanım odur ki doğal bir etik” zeytinyağla suyu karıştırdık doğal bir etik oldu. Güzel. Doğal ya, su doğal zeytinyağ doğal. Sonra “aşkınlık inancı üzerine kurulmuş bir etiğin ilkeleriyle bağdaşabilir.” Bağdaşamaz çünkü karışamaz. “Sözünü ettiğimiz aşkınlık inancı” yani bu tasavvuftaki yükseklik inancı, bu ruhsal büyüme inancı “doğal ilkelerin bir kurtuluş programı temelinde yüreğimize işlenmiş olduğunu görmezlikten gelemez.” Yürekte var ama diyor dilde olmadı. Sonra “eğer çakışmayan bazı noktalar kalıyorsa ki” ki tümü karışmadığı için kalıyor. Elbette ki kalacaktır diye kendi yazıyor. “Farklı dinler arasındaki buluşmada da aynı şey olur. Ve inanç çatışmalarında üstün gelmesi gereken iki tutum vardır.” diyor. “Sevgiyle sağduyu.” Yani aynı kabın içinde Hristiyan’ı, Müslüman’ı birbirine karıştırmak mümkündür. Bu söylemi o kadar uzatmış ki Umberto Eco, klasik bir felsefeci. Ama bizim Türklere göre harbiden en az beş kat daha kaliteli olduğunu söylemek lazım. En azından sizi zorlayan bir yapısı var kabul. Ama sistem aynı sistem. Devam edelim. “Bu kültürler buluşmasının veya çatışmasını”, veya çatışmasını parantez içine koyar Umberto Eco çünkü eğer buluşurlarsa çatışmayabilirler. Zaman zaman onları çatıştırmanın da faydası vardır dikkat diyerek Hegelez tez antitezine bir vurgu yapar. “Kanlı sonuçlar olabilecektir.” Olmuştur. “Ben bir ölçüde olacağından da eminim, bu tür sonuçların engellenmesi mümkün olmayacak ve uzun sürecektir. Bununla birlikte ırkçılar (kurumsal olarak) nesli tükenmek üzere olan bir olsa gerekir. Bu ne demek? Bu şu demek; yani Almanya’daki insanların, Almanya’daki yönetim bilimlerinin kurumsal yapının bu inanış biçimindeki insanlara düşman olmak yerine bu kültürleri buluştursak çözüm daha kolay olacak demeye çalışıyor Umberto Eco. “Sözde bilimsel Yahudi karşıtlığı” diyerek son vurgusunu yine Yahudilik üzerine beyan etmek istiyor. “XIX. Yüzyılda doğmuş, sonunda yüzyılımızda soykırım totaliter antropolojisi ve sanayi uygulaması haline gelmiştir” diyerek kesin bir Yahudi semitizmi, antisemitizmine vurgu yapıyor. Ama “yüzyıllardan beri” diyor “kilise babalarının döneminden beri” diyor, “Yahudi karşıtı bir polemik ve gettoların bulunduğu her yerde toplumun alt kesimlerinde yüzyıllarca süren Yahudi karşıtlığı var olmasaydı sözünü ettiğimiz Yahudi karşıtlığı doğamazdı.” Demek ki kültürler birbirine karışamıyor Umberto Eco. Bu noktada yanlış olanın düzeltilmesi gerekiyor. Yanlışla doğrunun bir potada erimesinin mümkün olmaması gibi. “Zenginler arasında ırkçılık yoktur.” diyor Umberto Eco. “Zenginler olsa olsa ırkçılık öğretilerini üretmişlerdir. Oysa yoksullar ırkçılığın çok daha tehlikeli olan uygulamasını üretirler. Entelektüeller yabanıl hoşgörüsüzlükle savaşamazlar. Çünkü düşünceden yoksun, katışıksız hayvanilik karşısında düşünce silahsız kalır.” Peki size hayvanilikten uzaklaştırdığını düşündüğünüz dünyanın gelişmiş entelektüel seviyesinin ancak ferah ve refah sahibi olan bir toplumla mümkün olacağına mı inanıyorsunuz? Halbuki Cezayir’de, Libya’da, Tunus’ta İtalyanların olur olmaz akla hayale sığmaz işkenceleri altında inim inim inleyerek ölmüş, şehid olmuş bütün Müslümanlar sizden bir gün bir kez dahi hınç almaya kalkmadılar. Öyleyse Umberto Eco, içinde sakladığı hıncını bir başka dilde beyan etmeye çalışmış. Çünkü ne demişler, can çıkar huy çıkmaz. Siz siz olun canınıza da huyunuza da sahip çıkın. youtu.be/EFa_yR5eBX0
Beş Ahlak Yazısı
Beş Ahlak YazısıUmberto Eco · Can Yayınları · 2017682 okunma
··
373 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.