Gönderi

267 syf.
·
Not rated
·
Read in 23 hours
Anatole France, Tanrılar Susamışlardı (Les Dieux ont soif) romanını 1912 yılında kaleme alır. Birinci Dünya Savaşı’nın neden olacağı büyük yıkımı önceden sezen yazar, sadece Fransa tarihini değil, dünya ülkelerinin toplumsal düzenini değiştiren “Büyük Devrim”i konu alarak, “özgürlük-eşitlik-kardeşlik” ilkelerinin ardında insanlık onurunun nasıl çiğnendiğini bize anımsatma gereğini duyar. Romanın tarihsel çerçevesini “Convention” denilen, 21 Eylül 1792-26 Ekim 1795 yılları arasında ülkenin yönetiminde söz sahibi olan “Kurucu Meclis” dönemi oluşturur. Romana damgasını vuran, 1793’te başlayıp 1794’te Robespierre’in idamıyla sona eren, tarihçilerin “Terör” olarak nitelendirdikleri, şiddetin doruk noktasına çıktığı zaman dilimidir. Roman kahramanı olarak inceleyeceğimiz kişi ise yazarın diğerleri arasında öne çıkardığı, devrim sürecini, iz bırakacak olayların önlenemeyen akışını onun bakış açısıyla yansıtmaya çalıştığı başkişi konumundaki Evariste Gamelin’dir. Evariste, kralın bıçakçılığını da yapmış olan küçük bir kentsoylunun oğlu olup, annesiyle yaşamaktadır. Tanınmış sanatçı David’in öğrencisi olan bu ressam, Pont-Neuf bölgesinden sorumlu devrimci Denetim Kurulu’nun da bir üyesidir. Yazar, onu bize tanıtırken önce yoksulluğuna vurgu yapar. İçinde bulunduğu durum, ona, kapı kilitleme alışkanlığını bile unutturmuştur. Annesi kapıyı sürgülemeye kalktığında “’Ne diye sürgülüyorsun sanki? Hırsızlar, örümcek bağlamış tuvalleri çalmaz, benimkileri çalmaları için de hiçbir sebep yok’ diyordu. Resme ilk başladığında yaptığı tuvalleri atölyesinin duvarına dayamıştı. Bunlar kalın bir toz tabakasıyla kaplıydı.”(1) Yaratıcı olmak ister, oysa, geçimini sağlayabilmek için, yeteneğini hiç ortaya çıkarmayan ısmarlama resimler yapmak zorundadır. Para kazandıracak bir buluşun peşindedir, iskambil kâğıtları üzerinde çalışmayı dener. Kurulu düzenin güçlü kişilerinin resimlendiği bu oyun kâğıtlarında, soyluları öne çıkartan çizimler yerine, devrimi yapan halk kahramanlarını yansıtmayı amaçlar. Böylece, insanlar oynarken bile devrimin havasını soluyacaklar, iyi bir yurttaş olarak karşıt bir hareketi önlemeye hazır olacaklardır. Evariste için önemli olan, annesiyle birlikte sofradan aç kalkmak değil, bir soyluyla yurtdışına kaçtığı için yok saydığı kız kardeşi Julie gibi hainlere, Cumhuriyet’i insanların gözünde küçük düşürmeye, özgürlüğü ortadan kaldırmaya çalışan düşmanlara karşı uyanık kalarak, Robespierre, Marat gibi yurtseverlerin izinden gitmektir. İnsanların hiçbir zaman eşit olmayacaklarına inanan anne, oğlunun nasıl özverili bir varlık olduğunu geçmişe gönderme yaparak açıklar: “Mahallenin arsız çocukları ağaçlardaki yuvaları bozduklarında yavru kuşları ellerinden alıp annelerine vermeye çalışırdın ve onlar seni yerlerde sürüyüp haince dövmedikçe de bu niyetinden vazgeçmezdin. Yedi yaşındayken mahalle çocuklarıyla dövüşeceğine, öğrendiğin duaları mırıldanarak, uslu uslu yürürdün yolda; rastladığın bütün yoksulları, onlara yardımda bulunabilmek için eve getirirdin. Öylesine ileri götürürdün ki işi, bu alışkanlıktan kurtarabilmek için seni kamçılamak zorunda kalırdım.”(2) Yapılan iyiliğin anne tarafından kamçıyla karşılanması, kısa yaşamının son döneminde Evariste’in acımasızca kararlar almasında etkili olacaktır. Bu roman kişisini daha iyi tanımamızı sağlayan bir başka sahne, bir resim tüccarının kızı Elodie’yle olan ilişkisidir. Kızın kumaş üzerine işlediği desenle ilgili Evariste’in düşüncesini almak istemesi karşısında verdiği yanıt, sanata bakışını özetler gibidir. Kızın kumaşta yaptığı süslemeyi eski rejimin zevkine uygun bulur. Desende yalınlık yoktur, abartılı, sahte bir hava vardır. Soyluların zevkini yansıtan, sadelikten uzak her yaratı, yurtseverleri ısıtmak için yakılmalıdır. Sevdiği kıza hoş görünme endişesi taşımayan, gerçeğin bu acımasız savunucusuna göre “Eski zamanlara dönmek lâzım. David, Etrüsk vazolarından ve Herculanum resimlerinden esinlenerek yataklar ve koltuklar yapıyor.”(3) Evariste’in dini düşüncesi de, sanata olan yaklaşımı kadar yalındır. Ona göre, Ahlâklı olmak için iyi bir Tanrı’ya iman etmek gerekir. Bütün erdemlerin kaynağı Yüce Varlık’tır. Tanrı’ya inanmayan bir kimse asla cumhuriyetçi olamaz. Duygulu, insancıl biri olduğuna inanan, evrenle bütünleşme amacı güden böyle bir kişi, bir gün kendisine sunulan iş teklifi karşısında kişiliğinin karanlıkta kalan yanını açığa vurarak okuyucuyu şaşırtacaktır. İhtilâl Mahkemesi’nde bir jüri üyeliğidir ondan istenen. Yazar, Evariste’i Elodie’yle yan yana getirerek, son defa onu bize sevimli gösterir; onları Rousseau’nun Julie romanındaki ideal aşıklara benzetir: “El ele Seine nehri boyunca yürüdüler. Julie’yle Saint-Preux’nün birbirlerine söyledikleri aşk fısıltılarına benzer sözler mırıldandılar: Jean Jacques Rousseau onlara aşklarını süsleme olanağını vermiş oluyordu Julie ve Saint-Preux gibi iki tip yaratarak.”(4) İki sevgili arasında Ortaçağ şövalyelerine özgü bir şekilde yaşanan bu romantizm uzun sürmez, Evariste’in Elodie’ye hediye ettiği, üstünde Marat’nın boynunda atkısıyla resmedildiği kabartma başı bulunan bir yüzükle devrim gerçeğine yeniden dönülür. Görevi kabul etmesindeki tek neden, Cumhuriyet’e görevine sadık iyi bir yurttaş olarak hizmet edebilme, onu düşmanlarından kurtarabilme olanağını elde etmiş olmasıdır. Haksızlığa dayanamayan, şiddete karşı çıkan, düşkünlere acıyan, adalet-özgürlük kavramlarına olan inancını sürekli canlı tutan Evariste, olumlu duygularla mahkemedeki görevine başlar. Orduların savaşlarda bozguna uğradığı, taşrada devrim karşıtı hareketlerin olduğu, ihanetin zirve yaptığı, bütün bu yıkımları önleyebilmek için, kana susamış tanrıların terörü en uygun araç olarak gördükleri bir dönemdir. Yeni jüri üyesini şaşırtan, yeni düzeni savunan hukukçuların, anlayış bakımından, eski rejimin kanun adamlarına benzemeleridir. Düşmanlarını tanrısal hukuk ilkelerine göre yargılayan, derinleşmiş mutlakiyet anlayışı içinde yetişmiş, devlet denilen kuruma ihanet etmekten korktukları için ölüm cezası vermekten kaçınmayan insanlardır bunlar. Bir gün, Thionville meydanından geçerken, halktan birinin bir davayla ilgili mahkemede nasıl tavır koyacağını sorması üzerine verdiği şu yanıt, Evariste’in, işin başında, aklın ışığında yol almaktan yana olduğunu gösterir: “Ben bir yasa adamıyım. Aklımın doğru bulduğu yolu seçerim. Şimdi size vereceğim her söz, görevime ters düşer. Mahkeme’de konuşmam, dışarıda ise susmam gerekir. Artık dostum değilsiniz benim. Ben yargıcım şimdi. Bir yargıcın ne dostu vardır ne de düşmanı.”(5) Ne var ki, ceza korkusunu etkin kılmak yerine gereksiz ölüm kararları almaya, korku tohumları ekmeye şartlanmış adalet kurumunun bir üyesidir artık. Bir gün, cesaretin değil korkunun yarattığı kahramanlar tarafından yerle bir edileceklerini sezinlemekten henüz uzaktırlar. Roman kişilerinden, yaşamdan zevk almayı savunan düşkün soylu Brotteaux’nun Evariste’i de içine alarak yaptığı durum değerlendirmesi oldukça tutarlıdır: “Erdemlidir o, fakat ilerde feci bir adam olacak. Düşündükçe, Cumhuriyet’i yerleştirmek için kurulan bu mahkemenin, onun yok olmasına sebep olacağına daha da inanıyorum.”(6) Evariste’in izlediği davalarda takındığı tutum, bu görüşü doğrular niteliktedir. Kanıtlarla değil yürekleriyle yargılayanların her zaman mahkûm etmeye olan eğilimleri onu etkiler. Cumhuriyet’i koruyup yaşatmaktan başka bir amaçları olmayan bu katıksız devrimcilerin yanında yer almaktan çok memnundur. İhtilâl Mahkemesi’nin ölüm kararı verirken soylularla halk arasında ayrım yapmaması, eşitlik ilkesine bağlı kalması onu sevindirir. Giyotin sadece soylular üzerinde uygulandığında, onlara haksız bir ayrıcalık tanınıyor olunmasından çekinilir. Halkın böyle bir cezaya lâyık olmadığı izlenimi uyandırılmamalıdır. Kuşkucu bir yaratılışta olan Evariste, görev yaptığı çevrenin de etkisiyle, yargılanmak üzere karşısına çıkan herkesi hain olarak görmeye başlayıp şöyle düşünür: “Cumhuriyet! Gizli ve açık bunca düşmana karşı seni koruyacak tek bir yardımcın var. Hey kutsal giyotin, kurtar bu yurdu!”(7) Komün Genel Konseyi üyeliğine de seçilen Evariste, aynı ortamı paylaştığı diğer kamu görevlileri gibi erdemli olduğu için değil şanslı olduğundan dolayı oturabildiği o jüri koltuğunda, üç ayını, tanınmış tanınmamış çok sayıda kişiyi idama göndermekle geçirir. Ölüme gidenler arasında, Elodie’nin eski sevgilisi sandığı bir soylu da vardır. Kıskançlık, intikam duyguları arasında bocalarken verilmiş keyfi bir karardır bu. Ayrıca, cezaya uğrayan adam doğru kişi de değildir. Elodie, yapılan bu haksızlığı öğrenince, Evariste’i cinayet işlemekle suçlar, ona karşı beslediği duygular artık değişmeye, olumsuz bir hâl almaya başlar. Evariste’in duygularına yenilerek aldığı bir başka ölüm kararı ise, kız kardeşi Julie’nin birlikte Londra’ya kaçtığı soylu eşiyle ilgilidir. Artık kız kardeşinin de gözünde duyguları olmayan, kötü biridir. İnsanları sevme özelliğini yitirmiş, ruhsuz, hassas olmadığı için resim yapma yeteneği de körelmiş bir varlıktır. Kendi kardeşini bile, Bölge Denetim Komitesi’ne ihbar edebilecek bir duruma gelmiştir. Kutsal adalete sığınıp evrensel hukukla bağdaşmayan kararlar alan bir mahkemede, sözde yargılanan kişiler kurbanlık bir hayvan görünümündedir. Doğruyu yanlıştan ayırmanın olanaksız olduğu, sanıkların tepkisinden korkulduğu için, alınan kararların sanıkların huzurunda okunmadığı böyle bir yerde Evariste’e düşen, erdemli bir insan saydığı Rousseau’dan, suçluları yüreğiyle yargılayabilme gücü istemektir. Ama yine de, uygulanan terör Evariste’in gözünde kutsaldır. Farklı düşünenler yüzünden bölünme tehlikesiyle karşılaşan ülke, Jakobenlerin sağladığı birlik sayesinde kurtuluşa ermiştir. Devrim şu sözlerle mantıksal bir gerekçeye dayandırılır: “Eski devlet, krallık denen o canavar, düzenini sürdürmek için her yıl dört yüz bin kişiyi hapsediyor, on beş bin kişiyi asıyor, üç bin kişiyi de tekerleklere bağlıyordu. Cumhuriyet şimdi gücü ve güvenliği için birkaç yüz kelle harcamak için tereddüt mü edecek? Yurt kurtulacaksa kana bulanalım, kanda boğulalım…”(8) Evariste, yakın bir gelecekte olacakları sezer gibidir. Başına gelebilecek bütün olumsuzlukları kaderin bir hükmü olarak görecektir. Uğruna canını ortaya koyduğu vatanı, kendi kurtarıcılarını gözden çıkarmaktadır. Önemli olan taparcasına sevdiği bu yüce değer tarafından lanetlenmek değil, onun felaketlerden kurtulmasıdır. Kendini sadece yurduna adayan biri olarak insanların dünyasından uzaklaşmıştır; bir daha geri dönme umudu da yoktur. Vatan için, aşk da içinde olmak üzere, yaşamın bütün güzelliklerinden vazgeçilmiştir. Parkta otururken, yanından çember çevirerek geçmekte olan sekiz dokuz yaşlarındaki bir çocuğu tutup, elleriyle havaya kaldırırken ona söylediği şu sözler, inancındaki kararlılığı iyi yansıtır: “Özgür ve mutlu büyüyeceksin küçüğüm, bunu o acımasız Gamelin’e borçlusun. Sen mutlu olasın diye ben korkunçlaşmayı göze aldım. Senin iyi olman için canice davranıyorum, yarın Fransızların sevinç gözyaşları dökerek kucaklaşmaları için acımasız davranıyorum.”(9) Evariste’e göre, çocuk büyüdüğünde adını duyduğunda belki kötü sözler ağzından çıkacaktır ama yine de mutluluğunu ona borçlu olacaktır. Çocuğun ilerde mutluluğu tanıyabilmesi için de, Cumhuriyet’in son düşmanı giyotinde can verene kadar hoşgörü, erdem kavramlarının yaşama geçirilmesi geciktirilmelidir. Ne var ki, devrimin kendi çocuklarını yemeye kalkacağı zaman yaklaşmıştır. Bir hükümet darbesi olur, Robespierre’le birlikte taraftarları da tutuklanır. Konvansiyon’un yayınladığı bildiride, Komün’e katılanlar yasa dışı ilân edilirler. Gözaltına alınan Evariste, kendini bıçaklayarak yaşamına son vermeye kalkışırsa da başarılı olamaz. Bir zamanların jüri üyesi, Komün Genel Kurul üyesi ressam Evariste bir hücreye kapatılır. Bir arabayla idam edileceği meydana götürülürken, geleceğini uğruna adadığı halk tarafından küfürlerle karşılanır. Ölümü tatmadan önce etkilendiği tek sahne, mahkûmları taşıyan araba evinin önünden geçerken eski sevgilisi Elodie’nin pencereden aşağıya fırlattığı, ama elleri bağlı olduğu için yakalayamadığı kızıl bir karanfil olur. Ölümden sonra yaşananlar, bir devrimcinin hatırasını tamamen silmeye yöneliktir. Elodie, Evariste’in hediye ettiği yüzüğü ateşe atıp, onun en yakın arkadaşı olan Desmahis’le gönül ilişkisine başlar. Evariste’in tablolarının kaderi ise, bir hırdavatçıda tozlanmaktır. Anatole France, insanlık adına insani değerleri ayaklar altına alacak kadar bağnazlaşmış bir devrimciye, kendi de giyotinde can veren Saint-Juste’ün “Dünya yüzünden zorbalığı kaldırın, barışı ve erdemi yeniden kurmuş olursunuz”(10) sözünü anımsatır gibidir. Fransız Devrimi’nin kana susamış tanrılarının gölgesinde başlayan Evariste’in sıradan yaşamı, yeni düzenin mahkemelerinde gerçekleşen jüri üyeliği kimliği altında, gündelik hayata hiçbir zaman geçirilemeyecek olan “özgürlük-eşitlik-kardeşlik” ilkelerinin henüz alaca karanlığında olumsuz bir değişime uğramıştır. Romanın bu başkişisi “terör” denilen acımasız çarkın ona göre vazgeçilmez, gerçekte oldukça önemsiz bir dişlisi haline gelmiştir. Evariste gibi yaşamı sanata dönüştürmeyi unutan eylemcilerin neden oldukları büyük insanlık yıkımı, devrimle yüceltildiğine inanılan Cumhuriyet’in manevi değerine gölge düşürmüştür
Tanrılar Susamışlardı
Tanrılar SusamışlardıAnatole France · Sentez Yayınevi · 2003643 okunma
·
205 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.