Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Atlantikçi Ekol Neleri Savunuyordu? Rus dış politikasında etkili olabilmek için çalışan iki rakip gruptan Atlantikçiler, Rusya’nın Batı Avrupa Topluluğu’na mümkün olan en kısa zamanda katılmasını istemekteydiler. Bu görüşü savunanlar kariyerlerini perestroika altında yapmış olan, Gorbaçov’un başlattığı “Yeni Düşünce” politikasını devam ettirmek isteyen demokratik fikirli diplomatlardı. Boris Kagarlitski bu diplomatları daha geniş bir sosyal tabaka oluşturan “Yeni Ruslar” adını verdiği bir tabakanın devlet içindeki uzantısı olarak görmektedir. Ona göre, yeni Ruslar “Batılı kuruluşların Rusya’daki çıkarlarını azimle savunan çok uluslu şirket müdürleri, üretim için tek bir kopek bile ayıramayan yatırım fonları yöneticileri, spekülatif işlemler dışında hiçbir işe kredi açmayan banka müdürleridir. Yeni Ruslar doğdukları ülkenin geleneklerine ve kültürüne karşı duydukları hor görüyü saklama gereğini duymazlar.” Atlantikçiler’in politik ekonomi alanındaki temel sayıtlısı Doğu-Batı arasındaki karşılaşmanın, Kuzey-Güney arasında bir karşılaşma şekline dönüşme sürecinde olduğuydu. Bu görüşe göre gelecekte Kuzey ülkeleri olarak Avrupa ve Rusya benzer konumda olup, benzer tehditlerle karşı karşıya olacaklardır. Örneğin göç, terörizm, fundamentalizm ve hatta güneyden gelecek askeri saldırı tehditleri, Rusya’yla Batı’nın birlikte karşı gelmeleri gereken şeylerdir. Bu görüşe göre Rusya’nın mevcut ekonomik, politik ve diğer tüm problemleri Rusya’nın batı medeniyetinin bir parçası olması yoluyla çözülebilecektir. Atlantikçilere göre Rusya’nın gelişebilmesi için, batılı büyük sanayileşmiş ülkelerle birlikte Birleşmiş Milletler, AGİK, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası örgütlerde önemli roller oynamak ve sonunda da NATO’ya üye olmanın yollarını bulmak gereklidir. Avrasyacı Ekol ve Dugin Avrasyacılar ise Batı’yla entegrasyon sürecinin hızlı işlemesine ve bunun da ötesinde hızlı bir batılılaşmaya karşıdırlar. Rusya’nın Asya’daki tarihsel ve kültürel köklerini açığa çıkartma amacını güderek, Rusya’nın Avrupa ve Asya arasında bir köprü olarak belirgin bir jeopolitik rol oynamasını savunurlar. Rusya’nın Avrupa ya da Asya ile olan ilişkilerinin sadece politik değil kültürel boyutlarının da olduğu gerçeğinden yola çıkan Avrasyacılara göre Rusya hiçbir zaman batılı politik ve kültürel geleneklere yakın olmamıştır. Nitekim Rus radikal sağı, Avrasyacılık konusunda Rus Komünist soluyla temel tezlerde uzlaşabilmektedir. Buna ek olarak, Avrasyacı ekole göre Rusya çağımızda gelişmekte olan pek çok ülke ile benzer sorunlara sahiptir. Bu yüzden bu ülkelerle bağlantısını koparmamalıdır. Sanayileşmiş zengin ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasında bir çeşit arabulucu ve köprü rolünü üstlenmelidir. Pek de homojen olmayan Rus Avrasyacı ekolünün günümüzdeki temel temsilcisi Alexandr Dugin’dir denilebilir. Irkçı bir geçmişi olmasına rağmen Dugin günümüzde birçoğuna göre Rusya’nın temel jeopolitikçisi konumundadır. Dugin’in yaklaşımının etkileri sadece Rus Komünist Partisi’nde değil, Rus iktidar çevrelerinde ve Rus Genelkurmayında da görülmektedir. Dugin’in dış politika yaklaşımı,geleneksel Avrasyacı ekol yaklaşımlarının ciddi anlamda revize edilmiş ve küresel sürecin gerçekleriyle harmanlanmış şeklidir. Şöyle ki, Dugin’in yaklaşımında artık Batı ile son tahlilde bir husumet söz konusu değildir. Daha doğrusu Dugin, Batı’yı bir bütün olarak etiketlendirmekten vazgeçmiş görünmektedir. Ona göre Rusya, Kıta Avrupası ülkeleriyle ABD ve onun Avrupa’daki uzantısı devletlere karşı ortaklık yapabilir. Dugin’e göre Rusya’nın gelecekteki ortaklıkları Atlantik karşıtlığı üzerine kurulmalıdır. Bu yolla ABD’nin stratejik kontrolü ve liberal değerlerin bölgeye sızmasının önlenmesi sağlanacaktır. Dugin bu çerçevede Ortadoğu’da İran-Rusya; Avrupa’da Almanya-Rusya; Uzakdoğu’da Japonya-Rusya eksenini önermektedir. İran-Rusya ekseniyle bir taraftan ABD’nin Orta Asya ve Kafkasya’ya yerleşmesinin önünde güçlü bir set çekilecek, diğer taraftan ABD’nin Ortadoğu’daki coğrafi hakimiyet sahası sınırlandırılmış olacaktır. Almanya-Rusya ekseniyle ise yeni bağımsızlığını kazanan, bir taraftan Avrupa Birliği’yle bütünleşen, diğer taraftan güvenlik kaygılarıyla ABD ve NATO’ya yaklaşma yönünde adımlar atan Doğu Avrupa ülkelerinin Atlantik ile bağlantısı yine coğrafi olarak kesilecektir. Böylelikle orduları yetersiz olan bu devletler, AB çatısı altına girseler bile askeri açıdan kendi güvenlik gereksinmelerine cevap veremeyecek bir AB’nin üyesi olarak aslında Rusya’nın etki sahasından hiç çıkmayacaklardır. Uzakdoğu’da ise Rusya-Japonya ekseniyle Dugin’in uzun vadede bir jeostratejik rakip olarak gördüğü Çin’e karşı bölgesel denge unsuru yaratılacak ve böylece Çin’in tek başına bölge hakimiyeti engellenmiş olacaktır. Böylelikle Rusya’yı yeniden bir büyük güç hâline getirme hedefine ulaşılacaktır. Türkiye ise Rus Avrasyacıların stratejik hesaplarında son zamanlarda daha çok göz önüne alınır olmuştur. Dugin’e göre, Rusya Ortodoksluk bakımından Yunanistan ile bağlı olduğu kadar jeopolitik ve pragmatik bakımdan Türkiye ile bağlıdır. Bu anlamda Türkiye, Atlantikçi ekolden uzaklaştığı ölçüde özellikle Orta Asya, Kafkasya ve Akdeniz’de bir ortak olarak görülebilir. Dugin’e göre, Türkiye’yi Avrasyacılığa çekmek için Rusya’nın da yapması gerekenler vardır. Bunlardan biri de ABD’nin Akdeniz’e daha fazla yerleşmesine engel olma adına Kıbrıs sorununda geleneksel Rum Kesimi yanlısı tutumunu bırakmaktır. Hangi Okul Kazanmakta? Rus dış politikasında küreselleşme sürecinde bu iki ana lobiden hangisi daha etkili olmuştur? Bu sorunun cevabı ancak tarihsel bir analiz ile bulunabilir. 1990’ların ilk yıllarında Rusya kararlı olarak yüzünü Batı’ya dönmüştür. Örneğin, bu yıllarda Rus yetkililerinin en çok ziyaret ettikleri ülkeler ileri düzeyde sanayileşmiş ülkelerdir. Rus yetkililer Tinguy’un da ifade ettiği gibi Rusya’nın Avrupa’nın vazgeçilmez bir parçası olduğunu her fırsatta dile getirmektedirler. AGİK ve Avrupa Konseyi gibi “Eski Kıta”nın tüm ülkelerinin bulunduğu forumlarda yer almayı tercih etmektedirler. Bu yıllarda Rus yöneticiler Atlantik Paktı ile bütünleşmeyi “uzun vadeli bir politik hedef” olarak görmeye başlamışlardır. (Ancak Rusya’nın ekonomik ve politik açılardan ikinci bir çöküş içine girmesi Rus dış politika uygulayıcılarını iki okul arasında bir orta yol izleme zorunluluğu içinde bırakmıştır. Kozirev’in Dışişleri Bakanlığı dönemi ile simgelenen Atlantikçi duruşun uygulayıcılarından Boris Yeltsin bile politik elitin ve halkın muhafazakâr eğilimlerini sezerek bu kesimlerin eleştirilerini, iktidarlarının son yıllarında dikkate almaya başlayarak milliyetçi bir retoriğe yönelmiştir. ) Öyle ki 1992 yılının sonlarından itibaren Avrasyacılar ve Batı yanlısı grup arasındaki görüş farklılıkları törpülenmeye başlamış, Rusya’nın “yakın çevresi”nin Rusya’nın güvenlik politikası için kilit önemde olduğu her iki grup tarafından da paylaşılan bir görüş olmuştur. Bu dönüşümden itibaren, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Rusya Federasyonu’nun dış politika değerlendirmelerinde eski Birlik cumhuriyetlerini ifade etmek için kullanılan “Yakın Çevre” (near abroad-blijniy zarubejnıy) kavramı, Rus dış politikasında tartışılagelen temel kavramlardan biri hâline gelmiştir. Nisan 1993’te Yeltsin tarafından onaylanarak yürürlüğe giren “Rusya Dış Politika Konsepti” belgesi ise “Yakın Çevre Doktrini’nin” Rus devlet siyaseti hâline dönüştüğü belgedir. Doktrinde, Moskova’nın işbirliği alanında önceliği, BAĞIMSIZ DEVLETLER TOPLULUĞU ülkelerine ve BAĞIMSIZ DEVLETLER TOPLULUĞU içinde kolektif savunma mekanizmalarının oluşturulmasına vereceği vurgulanmış, BAĞIMSIZ DEVLETLER TOPLULUĞU sınırları Rusya Federasyonu’nun “ulusal güvenlik sahası” olarak ifade edilmiştir. Moskova’nın çıkarlarının tehdit altında olduğu her durumda bölgeye askeri müdahalede bulunma hakkı da bu doktrinle ilan edilmiştir. Vladimir Putin tarafından onaylanan 2000 yılı “Rusya Dış Politika Konsepti Belgesi” ise Rusya’nın tek kutuplu bir dünya düzeninin karşısında konumlanacağını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu belgede Rusya’nın, uluslararası ilişkilerde çok kutuplu bir dünya düzeninin kurumsallaşması için çalışacağı belirtilmektedir. Çok kutupluluğun kurumsallaşmasının yolu ise “eşitler arasında işbirliği”dir. Bu belgede Rusya Federasyonu’nun tehdit algılamalarına da yer verilmiştir: Bölgesel aktörler arasındaki askeri-politik husumet ve etnik-dinsel ayrılıkçılık, içişlerine müdahale, uluslararası terörizm, ulus aşırı organize suçlar (yasadışı silah ve eroin kaçakçılığı vb.) Rusya’nın tehdit algılamalarında ilk sıralarda yer almaktadır. Bu belgede dikkat çeken bir başka konu da, Rusya Federasyonu’nun, devletlerin BM Anlaşması’nı ihlal eden tek taraflı müdahalelerine karşı olduğu görüşüdür. Bu demek oluyor ki, Rusya “insani müdahale” ya da “sınırlı egemenlik” kavramları ile meşrulaştırılmak istenen tek taraflı müdahaleleri kabul edilemez görmektedir. Bu noktada verilen mesaj ABD’yedir. Rusya ayrıca NATO ile ilişkilerinde “yapıcı bir etkileşime” açık olduğunu vurgulamıştır. Rus dış politikasında özellikle 1992 yılından itibaren artan ve Putin döneminde daha da belirginleşen biçimde Avrasyacılık, Atlantikçilik karşısında güçlenmiştir denilebilir. Ancak, bu durum Atlantikçi ekolün çöküşü demek değildir. Çünkü Rusya Federasyonu açısından Doğu’yla belirli konularda fikir birliği içinde olmak ve Orta Asya ve Kafkasya ile ilişkileri geliştirmekBatı dünyası ile ilişkilerin bozulmasını gerektirmez. Yevgeny Verlin’in söylediği gibi, Rusya’nın Çin’e ve diğer Asya ülkelerine ekonomik partnerler ve ilave pazarlar olarak ihtiyacı vardır; Batı’ya alternatif olarak değil. Putin’in de bu konudaki görüşleri açıktır. Ona göre: “Rusya, Avrupa’ya da Doğu’ya da önem vermeli. Rus dış politikası bu nedenle dengeli olmalıdır.” Ayrıca SSCB’nin dağılması sonrası ortaya çıkan ekonomik ortamda palazlanan eski bürokrat yeni zengin sınıfın Rus iç politik yaşamında etkisi de sürmektedir. Bu sınıf aracılığıyla Atlantik’le oluşan özellikle ekonomik bağların kırılması yönünde hükümet tarafından atılacak adımların ciddi direnişlerle karşılanacağı düşünüldüğünde Kremlin’de en azından kısa vadede Atlantikçi sesler duyulabilecektir. Sonuç Rus dış politikasında Yeltsin iktidarının son dönemlerinden itibaren Avrasyacı ekolün etkisi giderek artmıştır. Ancak özellikle Putin iktidarı, bu yaklaşımın ideolojik boyutunu pragmatik yaklaşımlarla dengeleme yoluna gitmiştir. Putin’in bu yolu izlemesinin başlıca nedeni ise bu yaklaşımın dış politika düzlemine aktarılmasında kullanılacak ekonomik araçlara Rusya’nın yeterince sahip olamamasıdır. Bu anlamda, Rusya büyük hedefleri olan fakat bu hedeflere ulaşmada ekonomik gücü henüz yetersiz kalan bir ülke konumundadır. Bu durum Rusya’yı çok boyutlu bir dış politika izlemeye sürüklemektedir. Bu boyutlardan biri de -en azından kısa vadede- Atlantik’tir. Avrasyacı ekolün uzun vadeli dış politika hedeflerinin gerçekleşmesinde ise Rusya’nın bölgesel partnerlere ihtiyacı vardır. Bu noktada Avrasyacılığın Rusya’daki başarısı, Rusya’nın ekonomik ve politik düzlemlerdeki dönüşümlerine bağlı olduğu kadar Fransa, Almanya, Japonya, İran ve Türkiye gibi Avrasyacılığın Atlantik karşısında destekleyicisi olabileceği düşünülen ülkelerin Avrasyacılık konusundaki yaklaşımlarına ve Atlantik karşısındaki tutumlarına bağlıdır. A. Dugin ‘Avrasya Hareketi’ adı altında bir parti kurmuştur. Bu partinin hedefi Elif H. Kılıçbeyli’ye göre tüm Asya’yı içine alan bir emperyalist güç olarak ‘Büyük Rusya’ (Velikaya Rassiya) oluşumudur. Dugin, ‘Büyük Rusya’nın içine Baltık Cumhuriyetleri’ni, Polonya ve Türkiye’yi de dahil etmektedir. Dugin, AB içindeki aşırı sağcı gruplardan da destek almaktadır. Amerika karşıtı bir politika güttüğü için Dugin, Putin tarafından da takdir edilmektedir. Dugin’in Batı konusundaki görüşleri onun Avrasya Hareketi’nin kongresinde yaptığı konuşmada belirgin bir biçimde ortaya koyulmuştur. Ona göre “Rusya ve Batı farklı medeniyetlerdir, ikisi arasındaki çelişkiler uzun zaman önce ortaya çıkmıştır ve hiçbir zaman ortadan kalmayacaktır. Jeopolitiğin ana kuralı “ya biz ya onlar”dır.”
58 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.